Prof.
Dr. Cağfer Karadaş
Baharın müjdesi
yağmurlar, yavaş yavaş yeşeren tabiat, çiçek açan ağaçlar… Mart, iki mevsimin
iç içe geçtiği bir ay… O yüzden eskiler “Mart kapıdan baktırır kazma kürek
yaktırır” demişler. Bahar geldi sevinci, aniden inen karın getirdiği soğukla
bir anda tersine döner, kazma kürek yakma noktasına getirir insanı. Yine de
bizim coğrafyamızda günler bu ayda bir hayli uzamış olduğundan, güneşin
çıkmasıyla bahar havası hemen hissettirir kendini. Bu yüzden bu ayda, kışın bitişinin
rahatlığı ile bahara girişin telaşı aynı anda yaşanır, …
Evet, işte tam
da bu ayda bizim evde başka bir telaş ve heyecan var. Bir anda evi kapladı bu
heyecan. Bu da nedir, diye sağıma soluma bakınırken bir de ne göreyim evin
haylazları pür telaş koşuşturup duruyorlar… Eve yeniden reis belirleme vakti
gelmiş, bu haylazlar eski reisten pek memnun değillermiş, ille de değişiklik
isterlermiş…
Görmüş geçirmiş
aksakal tabir edilen büyükler ise bu heyecana ihtiyatla yaklaşmakta.
-Efendim, bu
gençlerin kafası bir başka çalışıyor… Aaah… bizim gençliğimiz diyecek oldum,
sonra gençliğimi hatırladım. Kendi kendime, dön de geçmişin aynasına bir bak
hele, dedim. Devamı da geldi: Sen sanki büyüklerinin her beğendiğini beğeniyor,
onların tercihlerini yeğliyordun. Eee… gençlik bu; biraz hareket, biraz
değişiklik isteyecek doğal olarak. Yeter ki istenen şey, doğrusundan, doğasından
ve doğalından olsun…
-Düşündüm, kafamı
iki elimin arasına almadan düşündüm. Öyle de düşünülebiliyormuş meğer. Bizi hep
belli kalıplarda düşünmeye zorladılar. Gençlere bu gibi hallerde hak vermiyor
da değilim. Bazen kalıpları kırmak gerekiyor. Onlar da bunu yapmaya çalışıyorlar
belki. Bizim kalıplar onlara dar geliyor kim bilir? Kabul etmek lazım, herkes
kendi zamanını yaşar. Çocuklar bile kendilerini ispat ve de ilahî bir mevhibe olan
akıllarını göstermek için bazen isyanları oynarlar. Anne baba ne derse, tersini
yapar kerata yumurcaklar… Gençlerde ise, bu biraz daha belirgin ve baskındır. Hatta
bu gibi durumlarda, haram ve yasak olan şeylere yönelme eğilimi bile görülür onlarda.
İşte bu noktada aile bağlarının çok güçlü olması gerek. Aksi takdirde hızla
giden arabanın tekerinin fırlaması gibi kopup giderler aileden. Yüz üstü,
perişan bir vaziyette bırakırlar bütün bir aileyi.
-Öyleyse nedir
efendim? Onlara, anlayacakları dilden konuşmak gerekir. Özellikle tarih ve
kültür bilinci vermek gerekir bu körpe beyinlere. Yüce Allah Kitab’ında boşa mı
bahseder geçmiş milletlerden ve peygamberlerden… Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz.
Musa’nın yanında İblis, Nemrut ve Firavundan… Hayırdan da şerden de ihtiyaç
miktarınca haberdar olsunlar… Çünkü dünya hayır ve şerrin iç içe geçtiği ve
insanoğlunun böyle imtihan edildiği bir arena… “Ben, sizi hayırla da şerle
de sınarım…” buyurur Yüce Mevlâ. Hayrı bilmek kadar şerri bilmek de önemli…
Hayra koşmak, şerden kaçmak için… Eskiden beri bilinen bir gerçektir: Şerri
öğrenmek şerden korunmak içindir. Devamı da var: şerri bilmeyen şerrin tuzağına
çok kolay düşer…
-Demek ki, bugünün
yanında dünden de bahsetmeli gençlere… Bahsetmeli ki, bazı olayları
hatırlasınlar da yanlış karar verip hem kendilerini hem de ev halkını geri
dönülmez bir yola, içinden çıkılmaz bir kuyuya sürüklemesinler… Nasıl
sürükleyecek üç beş genç demeyin sakın! Gençleri hafife almayın… Eskiler
“arabanın küçük tekeri nereye giderse büyük de oraya gider” derlerdi. Efendim
eskiden at arabasının küçük tekeri önde gederdi, traktör gibi. Gençler önde
giden atlılardır… Yarış bittikten sonra bile koşabilir onlar… Onlar için yarışın
bitmesi diye bir şey de yoktur aslında. Her an yarıştadırlar… Onları tatmin
edecek, ikna edecek ve durduracak sağlam gerekçelerimiz olmalı. Yoksa önüne geleni
yıkıp geçen bir sele dönüşür gençlik.
-Öncelikle akıllarını
kullanmayı, iradelerini frenlemeyi öğretmeli onlara. Kadrince kararınca. Ne bastırmalı
duygularını ne de köreltmeli kaygılarını… Akıllarına yatacak şekilde tane tane
anlatmalı. Kısaca iyi bir eğitim ve terbiye ile güzel bir kişilik kazandırmalı.
Bu noktada bizim kararlı ve sağlam duruşumuz önemli… Gençlikten değil, asıl
kendimizden korkalım. İyi bir eğitim ve terbiye almış gençlik nerede hareket
edip nerede duracağını bilir. Bunun örnekleri de tarihimizde çokça vardır…
-Evet, ne demiştik? Geçmişi hatırlamak ve hatırlatmak
gerek. Eski evi veya evin eski hallerini, bazı evlerin yanlış tercih sonucu ne
gibi sıkıntılara maruz kaldıklarını… Hiç birini bilmiyorsan hani bir zamanlar
bir kanalizasyon sorumlusunun nasıl sorumsuzluk örneği verdiğini, gece
kondularla evin iç düzeninin ve dış silüetinin nasıl bozulduğunu, çöp yığınlarının
koridorlarda adeta barikat oluşturduğunu, yığılan çöp atıklarının nasıl bomba
gibi patladığını… Bitti mi? Hayır. Dahası var: Anasını-atasını bilmez; aile ve
hukuk tanımaz, ha bire geçmişine söver bir takım sorumsuzların nasıl köşe
başlarını tuttuğunu… kadınların-kızların başörtülerine nasıl ellerinin
uzandığını… Küçücük kız çocuklarının dinini öğrenmek için gittiği mektepler
önünde nasıl kovalandığını… Bunları anlatacaksın… Gençlere geçmişlerini hatırlatacaksın…
-Hakikaten ben
de unutmuşum be birader. Sahiden bütün bunlar oldu be eski evde! Gençlere ne
diyelim? Şimdi sen deyince ancak hatırladım. O sorumsuz kanalizasyon sorumlusu
yüzünden evler kurumuş çöle dönmüştü. Ayda bir suyumuz akarsa sevinirdik,
yıkanmak için yapılan küveti bile su deposu olarak kullanır olmuştuk… Meğer adam
ev halkından topladığı paralarla kendine bir sevgili yapmış, onunla yemiş
yutmuş… Kıskançlıktan mütevellit bir ihbarla ortaya çıktı bütün pislikleri...
Meğer yıllardır bizi kanalizasyon sorumlusuyum diye kandıran bu adam, gerçekte
kanalizasyonun içinde yaşıyormuş da biz farkında değilmişiz… Vay be… Bu nasıl
bir şeytana külahını ters giydirme operasyonu…
-Hele o bomba
gibi patlayan çöp yığınları… Burnumuzu tutarak yakınlarından geçtiğimiz su
kenarları… Bir zamanlar bu sorumsuzları oraya getirenler ve vatandaşa atık muamelesi
yapanlar, şimdilerde dürüstlükten, temizlikten ve hizmetten bahsediyorlar… Hey
gidinin kandırıkçıları… Bir de “sonuna kadar” demezler mi? Yoksa bunlar “sonuna
kadar” derken halk tabiriyle “donuna kadar” mı demek istiyorlar? İnsanın
aklında neler de geliyor? Aman Allah’ım! Bizi ve üzerimizdekileri koru… Soyguncusundan
da, goygoycusundan da…
-Gençler
bunları görmedi efendim! Görmedikleri için zihinlerinde canlandırmaları da zor
bir hayli. Ama bizim görevimiz anlatmak. Çünkü geçmiş, şimdinin aynası,
geleceğin projeksiyonudur. Kişinin geçmişi, şimdiki haline ve geleceğine ışık
tutar. Bugünlerde, evin içinde dolaşan, köşe kapmaktan başka hiçbir meziyeti
olmayan heriflere dikkat etmek lazım. Bunlar giyinirler kuşanırlar, oda oda
dolaşırlar, kandıracağı, tokatlayacağı saflar ararlar… O kadar da saf olmamak
lazım. Ne demiş Ulu Nebi: “Aklına ve iradesine mukayyet olan bir delikten iki
kere ısırılmaz…” Öyleyse akıl başta, baş yolda olmalı. Aklı baştan çıkaran,
başı da yoldan çıkarır…
-Bakmayın bunların
konuşmalarının retoriğine, giyimlerinin klaslığına, duruşlarının sahte
asilliğine; sakın kanmayın. Bunlar, evin bahçe duvarına yaslanmış odun
kütükleri gibidir. Ne kadar yontulmuş olsa da, içleri kütük, işleri kötülüktür…
Onları, hain
gözlerinden tanırsın. Çünkü gözleri sürekli odaların başköşesindedir. Başköşeyi
tutamazlarsa, tutanın yanında yer tutarlar… Bunlar diş geçirdiklerine hırlar,
geçiremediklerine kuyruk sallarlar… Yağdanlık gibidirler… Yaktıkları yağlar
simsiyah içlerine akar…
-Nerden
biliyorsun birader? Bir kişinin içini, Allah’tan gayrı kimse bilemez?
-Doğrudur
efendim! Ben de zaten içlerini bilirim, demiyorum. Ne ki, onların içlerinin
karası, sığmaz içlerine, taşar da; yüzlerine, gözlerine ve sözlerine yansır. Aklı
ve iradesi elinde olan feraset sahipleri bunu anında fark eder. Bizim gibiler
ise, biraz fasılayla ancak fark eder…
-Bunların derdi
köşedir. Orayı tutsunlar da, sonuç ne olursa olsun… Köşenin hakkını
verebilirmiş, veremezmiş umurlarında değil… Köşeyi tutmak için bunlar evin
azılı düşmanı veya kaçkın hainleriyle bile iş tutmaktan geri durmazlar… Evin
altını üstene getirmeyi amaçlayan melanet bir girişime, senaryo derler de,
yüzleri kızarmaz… Kendilerinde olanı, başkasına yansıtırlar. Zira bunların
hayatları senaryo… Birileri yazsın bunlar oynasın… Aklı başında iradesi elinde
değil ki zavallıların… Ama âgâh olmak gerek! Dışarının mafyatik desteğiyle veya
evin ferasetsizleri yüzünden başköşeyi bir tuttular mı, millete mum tutturur
bunlar…
-Siz de
haklısınız be gençler! Onların bu karanlık tarihini görmediniz. Aydınlık bir
zamanda tanıdınız dünyayı. Ne yağ kuyrukları gördünüz, ne de tüp… Musluğu
çevirdiğinizde akan su, düğmeye bastığınızda yanan elektrik vardı… Biraz
pahalılık, evin mutfağına ve erzak deposuna yapılan saldırılardan kaynaklı
azıcık yokluk ve yoksunluk, sizlerin zoruna gidiyor şimdilerde. Ama emin olun
ki bunların çok ağırlarını bu millet yaşadı. Bunu bilmek için çok uzaklara
değil, otuz kırk yıllık geçmişe bakmanız yeter! Siz, siz olun, aman aklınıza
mukayyet olun! Aklınıza musallat olanlara fırsat vermeyin!
-Dert bir değil
ki! Bir de içimizdeki kifayetsiz muhterisler… İki kelimeyi bir araya
getirmeyen, evin yolunu bulamayan, evin içinde bocalayan çapsızlar… Sağa sola
koştururlar, her köşeye talip olurlar… Kıl kadar meziyetleri olsa dükkân
onların! Tecrübeler gösteriyor ki, meziyeti olmayanın sadece eziyeti olur…
Meziyetlerin en büyüğü de çapını ve çarpanını bilmektir… Gençler bu çapsızları da görüyor, bunlardan
bir cacık olmayacağını… Haklı olarak içten içe isyan ediyorlar... Ağızlarını
açacak oluyor, kelimeler boğazlarında düğümleniyor, ya sabır çekiyor, duruyorlar…
İşte bu, gençliğin erdemidir. Ama her şeyin bir sınırı vardır. Sabrın sınırı
bıçağın kemiğe dayandığı yerdir…
-Başka bir
derdimiz de, bir köşeyle yetinmeyip köşe kapmaca oynamak isteyenler… Keşke
herkes kendi köşesinde işini yapsa… Zira her işin bir erbabı vardır. İşin erbabı,
işini yapandır. Adam vardır güzel meddahlık yapar… Bırakın yapsın efendim
meddahlığını, renkli penceresinde… Bu da bir sanat neticede… Ama tutturmuş ille
de bir köşe yetmez başka köşeler isterim! Durduramamışlar adamı, verin şuna bir
köşe daha, onunla oyalansın demişler, adam çöküvermiş… Allah Allah… Kıyamet mi kopacak ne?!
-Söyleyen ne
güzel tercüman olmuş derdimize:
“Derdim çoktur
hangi birin anayım
Sıla derdi, ana
derdi, yar derdi…”
-Elimizdeki
imkanları har vurup harman savurmamak lazım, dostlar! Yoksa evin mutfağında,
boş tencerenin başında elimizi ovuştururken buluruz kendimizi bir anda. O zaman
bir muhteris de çıkar ben daha iyisini yaparım der… Der mi der. Ağız bu, torba
değil ki, büzesin!
-Olacak olur… Âmennâ!
Amma lakin, Yüce Mevlâ akıl vermiş, fikir vermiş… İmtihan dünyasına göndermiş
bizleri… Öyleyse biz, üzerimize düşeni yapalım! Sonucu ilahî takdir belirler…
Biz sonuçtan değil, verilen imkânlardan, onları akıllıca kullanmaktan
sorumluyuz… Kısaca aklımızdan ve irademizden… Sonuçta olacak olur. Ne demiş
eskiler: Olan ile ölene çare bulunmazmış… Biz diyelim kader, sen de alın
yazısı, öteki de şans desin… Hepsi aynı kapıya çıkar… Ama elimizde bir mazeret
olsun en azından… Beri yanda da Öte yanda da…
03.03.2019
0 yorum:
Yorum Gönder