Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
PROGRAMLARIN HAZIRLANMASINDAKİ KAYGILAR
Kuruluşundan itibaren ilahiyat programları dönemsel kaygılar doğrultusunda hazırlandığından her dönemin rengini almış ve yine her dönemde tartışma konusu olmuştur. Öte yandan Yüksek İslam Enstitüleriyle başlayan İslam medeniyet ögelerinin tamamını kapsayacak program kaygısı, ders maddelerinin çoğalmasını, ders yoğunluğunun artmasını beraberinde getirmiştir. Böylesi geniş çerçeve içinde akademik derinliği yakalamak ve mesleki yeterliliği elde etmek oldukça zorlaşmıştır. Bu şekilde dönemsel kaygılarla hazırlanan programların olumlu ve olumsuz yönlerini şöylece sıralamak mümkündür:
1- 1900’de Daru’l-Fünûn-i Şahane bünyesinde açıklan ilk İlahiyat Fakültesi olan Ulûm-i Âliye Şubesi programı oldukça muhtasar tutulmuştur. Kur’an ve Arapça bilgisi önceden kazanılmış olması hasebiyle bu dersler programda yer almamıştır. Ancak bu programın klasik medrese programını tekrar gibi bir görüntü verdiği de unutulmamalıdır. Programın hazırlanmasındaki temel kaygı medrese içeriği aynı kalmak kaydıyla bilimsel yöntem ve eğitim tarzında bir yenileşmedir. Nitekim bunun yetersizliği görülmüş olacak ki, 1908 veya 1912’de programa ilaveler yapılarak bazı değişikliklere gidilmiştir. Yapılan değişiklikler felsefe ve din bilimleri derslerinin eklenmesiyle sınırlı kalmıştır. Bu program medreselerin kurumsal olarak işlevini sürdürdüğü, öğretmen ve din görevlisi yetiştirme gibi bir kaygının bulunmadığı bir zaman diliminde yeterli sayılabilirdi.
2- Medreselerin kapatıldığı Cumhuriyet döneminde açılan İstanbul Darülfünun İlahiyat Fakültesinin ortaya çıkan dinî bilgi ve görevlisi boşluğunu doldurma gibi bir işlev üstlenmesi gerekiyordu. Ancak bu boşluğu doldurma görevi muhtemelen aynı dönemde açılan İmam ve Hatip Mekteplerine verildiğinden, kurulan İlahiyat Fakültesinin daha akademik düzeyde bir eğitim vermesi hedeflenmiştir. Aslında bu yeni program bazı ilave değişikliklerle birlikte 1914’de kapatılan Ulûm-i Şeriyye Şubesi’nin bir tekrarı gibidir. Ancak anılan programla İlahiyat Fakültesi ne halka ne de devlet erkanına yaranabilmiş görünmektedir. Nitekim devrimlerin tamamlanmasıyla birlikte Türkiye’de oluşan yeni ulusalcı anlayışı içerisinde yerinin olmadığı veya ulusalcı politikalara yeterince cevap vermediği düşünülerek 1933 yılında diğer dini eğitim kurumlarıyla birlikte kapatılmıştır.
3- 1949 yılında açılan Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ise tam da yukarıda işaret edilen din görevlisi ihtiyacını karşılamak üzere kurulması düşünülmüştür. Ancak Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu gibi bu işi bilen mebusların uyarılarına rağmen profan bir anlayışla pozitivist düşünceyi yansıtan bir program ortaya çıkmıştır. İhtiyaçlar ve beklentiler büyük ve baskın gelince çok geçmeden İslam Hukuku, Hadis ve Tefsir gibi derslerin programa konulması söz konusu olmuştur. Ancak esas din görevlisinden beklenen Kur’an-ı Kerim okuma bilgi ve becerisi dersi düşünülmemiştir. Bu yeni program ne akademik düşüncemize ne de halkın beklentisine cevap verecek durumda olmuştur. O yüzden ortalama dindar kesim Ankara İlahiyat fakültesinden haberdar bile olmamıştır. Ulusalcı zihniyetin istediği, görüntüyü kurtarmak kaygısı yerine gelmiştir ama halkın beklentisi, talebi ve ihtiyacı karşılanmamıştır. Ancak 1953 ve 1972 düzenlemeleriyle birlikte Ankara İlahiyat Fakültesi beklentileri büyük ölçüde karşılayacak bir programa kavuşturulmuştur. Şu da teslim edilmelidir ki, zaman içinde en azından fakülte içi akademik kaygı yani akademisyenlerin çabası baskın geldiğinden bu yönde ciddi ilerlemeler kaydedilmiş, akademik düzeyde nispeten iyi yetişmiş öğretim üyeleri, ülke akademyasına kazandırılmıştır.
4- Dindar kesimin beklediği ve arzuladığı şekilde yüksekokul, 1959’da açılan Yüksek İslam Enstitüleri ile gerçekleşmiştir. Nitekim bu okulların açılmasıyla birlikte dini eğitime yönelik talepler de artmıştır. Bunun nedeni tam olmasa bile program içeriğinin din görevlisi ve din dersi öğretmeni yetiştirecek şekilde düzenlenmiş olmasıdır. Böylece hem iş imkanı bulunan hem de halkın beklenti, talep ve ihtiyaçlarına cevap veren kurumlar ortaya çıkmıştır. Ancak bu kurumların da, Milli Eğitim Bakanlığının bünyesinde yüksekokul olarak bulunması ve uygulanan programlarda devlete personel yetiştirme kaygısının öncelenmesi, akademik tarafın nispeten zayıf kalmasına sebep olmuştur. Zaman içinde program zenginleştirilmiş, akademik alandan gelen öğretim elemanlarıyla anılan boşluk doldurulmaya çalışılmıştır.
5- 12 Eylül 1980 darbesi sonucu YÖK’ün kurulmasıyla birlikte yüksek eğitimin tek çatı altında toplanması düşüncesi, bağımsız akademiler ve eğitim enstitüleri gibi Yüksek İslam Enstitülerinin de fakülte olarak yeni sisteme entegre edilmesinin yolunu açmıştır. Bu dönem aynı zamanda programlar için yeni bir sürecin habercisi olmuştur. Nitekim YÖK tarafından 1983 yılında bugünkü programların temelini oluşturan ve bütün ilahiyat fakültelerinde uygulanmak üzere yeni bir çakılı program hazırlanmıştır. Bu programda hem akademik kaygılar hem de Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığına personel yetiştirme kaygıları birlikte düşünülmüştür. Ancak bu da çok geniş bir yelpazede eğitim verilmesi dezavantajını beraberinde getirmiştir. Zaman içinde öğretim üyeleri nezdinde akademik taraf daha ağır basmış, personel yetiştirme işi zayıflamıştır. Öte yandan Eğitim fakülteleriyle koordineli çalışılamadığından öğretmenlik formasyon dersi kalıcı bir mevzuata ve teamüle oturtulamamıştır. Eğitim Fakültelerinin pedagojik formasyonuna yönelik tekelci yaklaşımları bu koordineli çalışmanın önündeki en önemli engel olarak görülmektedir. Tabi ki bu konuda eğitim fakültelerimizin ve pedagojik formasyon adı altında verilen derslerin de ciddi anlamda ele alınıp tartışılması gerekmektedir. Bu formasyonun Milli Eğitim Bakanlığı tarafından kurum içi seminerlerle verilmesi pratik, doğru ve bu konudaki tartışmaları bitirecek yegane yöntem olarak görülmektedir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanlığı mesleki beceri kazandırma işini kurum içi seminerlerle verme yoluna gitmektedir.
6- 1980 ihtilalinin ardından enstitülerin fakülteye dönüştürülmesi ve kurulan İlahiyat Milli Komite eliyle programların merkezden çakılı olarak yapılması, 12 Eylül zihniyetinin sola mesafeli ve irtica olmamak kaydıyla dini alana nispeten yakın duruşunun bir neticesiydi. 28 Şubat sürecinde ise irtica kaygısı farklı ve geniş bir boyuta taşınmış, kamusal alanda dinin görünürlüğünün yok edilme çabasına dönüşmüştür. Ortaya çıkan bu yeni atmosfer, ilahiyat programlarını da etkilemiş, bunun sonucu olarak ilk planda pedagojik formasyon dersleri, hazırlık sınıfları ve ikinci öğretim programları kaldırılmıştır. Kesintisiz eğitim adı altında ilk ve ortaokulların birleştirilmesiyle İmam-Hatip Liselerinin orta kısmı budanmış, üniversiteye girişte katsayı kuralıyla İlahiyat Fakültelerinin sadece İmam-Hatip Liselerinden öğrenci alması uygulamasına geçilmiştir. Zamanla İlahiyat Fakültelerinin kontenjanları da en alt seviyeye çekilerek, fiilen kapanması yolunda adımlar atılmaya çalışılmıştır. Bu çabanın ilk adımı olarak Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ile Malatya Turgut Özal Üniversitesi İlahiyat Fakültesine öğrenci alımı durdurulmuş, yeni kurulan Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesine öğrenci alınmamış ve öğretim elemanı ataması yapılmamıştır.
7- 2000’li yıllarda oluşan demokratik normalleşme süreci ilahiyat programlarının yeniden ele alınmasını beraberinde getirmiş ve 2009 yılında İlahiyat Milli Komitesi son defa olarak program hazırlamıştır. Zorunlu hazırlıklı düşünülen bu program bazı fakültelerde uygulamaya konulmuş ama henüz mezun vermeden 2013 yılında bu kez oluşturulan İlahiyat Çalışma Grubu eliyle yeni bir çakılı program hazırlanması gündeme gelmiştir. Ancak İlahiyat Çalışma Grubu’nun programını 15.08.2013 YÖK Genel Kurulu büyük değişikliğe uğratarak İlahiyat Fakülteleri mensuplarının kahir ekseriyetini memnun etmekten uzak bu program kabul etmiştir. İlahiyat kesiminde oluşan direnç dolayısıyla söz konusu program geri çekilmiş ve İlahiyat Fakülteleri bu gelişmeyle birlikte yepyeni bir sürece girmiştir. Artık programlar YÖK tarafından çakılı olarak hazırlanmayacak diğer fakülte programları gibi her İlahiyat Fakültesi kendi programını hazırlayacak ve senatosu eliyle resmiyet kazandıracaktır.
SORUNLAR VE ÖNERİLER
Bu kadar geniş yelpazede hazırlanmış bir programın işlevsel olması, öğretilmesi ve uygulaması ciddi sıkıntılara sebep olmaktadır. Bazı akademisyenlerin uygulanan programlarla adeta “süper ilahiyatçı” (!) yetiştirme gibi bir amaç ve iddia güdüldüğünü dile getirmeleri hiç de haksız değildir. Bu gerçek bizi, bir dizi sorunla karşı karşıya getirmektedir. Bunların en başında da, bu kadar çeşit içinde bunalan ve bocalayan öğrencinin yeterince yetişip yetişemediğidir. Bugün itibariyle 120 yıllık bir geçmişe sahip olan İlahiyat ve İslami İlimler Fakülteleri belki bu yüzden yarım asırlık olsun yerleşik ve kurumsallaşmış bir programa sahip olamamıştır. Her hükümetin, her darbenin ve her zihniyet sahibinin müdahale ettiği tepeden inme sosyal mühendislik eseri programlarla, şu an ulaştığımız başarı düzeyi bile övgüye layıktır. Ancak bunun böyle yürümesi mümkün değildir. Programların üniversite senatolarına bırakılmasıyla yeni şekillenmelere ve yönelişlere kapı aralanmalı ama mutlaka bir programın en az birkaç mezun verecek şekilde uygulanarak başarısı gerçek anlamda ölçülmelidir. Çünkü programların merkezi yönetimce sürekli değişikliğe maruz bırakılması programdan elde edilecek faydayı da oldukça azaltmaktadır.
Yeni programlar yapılırken eksiklik hep programlarda aranmış, insan kalitesi, anlayış ve akademya içi beklentiler göz ardı edilmiştir. 150 yılı geçen modernleşme sürecinin hedefi Avrupa olarak belirlenen ve yıllardır insanları bu şekilde şartlandırılan bir ülke atmosferinde İlahiyat Fakültelerinin bu atmosferden uzak kalması ve etkilenmemesi beklenemezdi. Nitekim bugün ilahiyat Fakültelerinde akademik alanda çalışmak isteyen öğrencilerin temel İslam bilimlerinden daha çok din bilimleri alanını tercih etmeleri bu duruma çarpıcı örnektir. Tam da bu nedenle hem öğretim elemanı hem de öğrencilerimiz mesleki dil olan Arapçadan çok popüler dil olan İngilizceye yönelmektedir. Bu noktaya gelinmesinde maddi ve psikolojik imkanların ve engellerin rolünün bulunduğunu da unutmamak gerekir. Batıya yönelik imkanlar sunulurken İslam dünyası ve doğuya yönelik sürekli engeller çıkarılmıştır. 28 Şubat sürecinde bu anlayış adeta tavan yapmıştır. Bu süreçte İslam dünyasında eğitim gören birçok vatandaşın diplomaları yok sayılmıştır. Yukarıdaki hedef doğrultusunda eğitim alanında Avrupa ile olan entegrasyon söz konusu iken İslam dünyası bunun dışında bırakılmıştır. Erasmus, Bologna ve akreditasyon uygulamalarının avantajının yanında tek yönlü uygulamanın getirdiği dezavantajlı sonuçları olmuştur. Yeni getirilen Mevlana Programı ile öğrenciler için İslam dünyası ve Doğu kapıları aralanmıştır ancak henüz yeterli düzeye gelebilmiş değildir. İlahiyat ve İslami İlimler Fakülteleri özelinde düşündüğümüzde aynı entegrasyonun ayrım yapmaksızın bütün İslam dünyasıyla da kurulması bir zarurettir. Bu düşünce, tabi ki dünyadan kopma ve belli bir dar alana sıkışma gibi bir dezavantaja da yol açmamalıdır. Orta yol ve denge mutlaka gözetilmeli ve kurulmalıdır.
Bugün yaşanan bir başka sorun ise İlahiyat ve İslami İlimler Fakültelerinde sayısal olarak öğrenci fazlalığı ve öğretim üyesi yetersizliğidir. Eğitimin kalitesi, öğretim elemanıyla öğrencinin sıkı iletişimiyle gerçekleşir ve başarıya ulaşır. Son derece kalabalık sınıflarda derslerin adeta konferansa dönüşmesi, bu iletişimi ve etkileşimi büyük ölçüde azaltmaktadır. Uygulamanın öncelikli olması dolayısıyla sınırlı sayıda öğrenciyle yapılması adeta zorunluluk arz eden Kur’an-ı Kerim ve dil eğitimi dahi kalabalık sınıflarda yapılmak durumunda kalınmaktadır. Bu durum kaliteyi doğrudan etkilemekte ve bunun da Milli Eğitim Bakanlığına ve Diyanet İşleri Başkanlığına personel noktasında doğrudan yansımaları olmaktadır. İlahiyat Fakültelerinin ivedilikle öğretim elemanı eksiği giderilerek ve öğrenci sayısı makul düzeye çekilerek kaliteye odaklı bir eğitim ve öğretime kavuşturulması artık bir zorunluluk arz etmektedir.
TEPKİSELLİKLER ve SONUÇLAR
Biraz incelediğimizde görürüz ki, birçok alandaki politikalarımız gibi eğitim alanındaki politikalarımızı da tepkilerimiz belirlemiştir. Eskiye ve Osmanlıya olan tepkimiz Medreseleri kapatmaya, dindarlığa olan tepkimiz İlahiyat dahil tüm dini kurumların kapısına kilit vurmaya, yeniye olan tepkimiz eski ne varsa kutsamaya, resmi ideolojiye olan tepkimiz onların eliyle gerçekleşen her şeye hatta İlahiyat Fakültelerine ve İmam-Hatip Liselerine bile mesafeli durmaya bizi savurmuştur. Bu yüzden her darbe sonrasında, her iktidar ve zihniyet değişiminde İlahiyat Fakültelerinin programlarına ve İmam-Hatiplerin statülerine şöyle ya da böyle müdahale edilmiştir.
Hala bile selefilik-modernlik, medrese-akademi, ilerici-gerici, bilimci-dinci, millici-evrenselci, eskici-yenici, özgürlükçü-tutucu, akıllı-akılsız ikilemleri arasında sarkaç gibi salınmakta ya da kaygan bir zeminde savrulmaktayız. Artık buna bir dur demeli, Mevlana’nın pergel temsilinde olduğu gibi bir ayağımız sabit bir noktada olmalı. Çünkü pergelin bir ucu sabit bir noktada değilse daire çizemezsiniz. Öyleyse hakka ve hakikate odaklı bir sabiteyle dengeli ve sürdürülebilir bir değişimi yakalamak ve hayata geçirmekten başka çaremiz yoktur. Bilinmelidir ki, hayatta süreklilik içinde değişim esastır. Geleneği bulunmayan bir eğitimin geleceğinden söz edilemez. Değişime kapalı bir eğitim de kısırlıktan kurtulamaz, kendi kabuğuna hapsolur, zaman içinde kendini içten çürütür ve tüketir.
Sözün özü, artık kurumsal görünürlüğü ve yeterliliği olmayan yapılarla İlahiyat ve İslami İlimler Fakültelerini kıyaslamayı terk etmeli; akıllı-akılsız ilahiyat gibi yakışıksız, ayrıştırıcı ve ötekileştirici tanımlamalardan uzak durmalı; İlahiyatları baypas etmeyi amaçlayan İlitam fırsatçılığını pekiştirecek söylemlerden ve eylemlerden de kaçınılmalıdır. Şunu bilelim ki dinî yüksek eğitim alanında hali hazırda İlahiyat ve İslami İlimler Fakültelerinden başka bir imkân elimizde bulunmamaktadır. Bu imkânın iyi kullanılması ve geliştirilmesi yönünde cesur adımlar atılmasından başka çıkış yolumuz da yoktur. Aksi takdirde, 1914’de Ulum-i Şeriyye Şubesinin kapatılması, 1924’te Medreselerin kapatılması, 1933’de İlahiyat Fakültesi dahil bütün dini eğitim kurumların kapısına kilit vurulması, 28 Şubat Sürecinde orta ve yüksek dini eğitim kurumlarının tırpanlanması gibi gelişmeleri sürekli yaşarız ve yine sürekli sıfır noktasından başlamak zorunda kalırız. Bizim oğlan bina okur döner tekrar tekrar okur, gidebildiği mesafe de ancak bir arpa boyu yol olur.
Devam edecek inşallah…
15 Aralık 2020 / 30 Rebiülahir 1442
0 yorum:
Yorum Gönder