BU SEFER
KOSOVA’YA
MURAT
HÜDAVENDİGAR’I ANMAYA
-İkinci Kısım-
Cağfer KARADAŞ
NOT: Bu yazı 13-16 Haziran 2022 tarihinde Şehit Hünkâr Murat Hüdavandgar’ın Kosova’da kabri başında anma toplantısı dolayısıyla gerçekleşen gezinin biraz duygusal yanı ağır basan anlatımıdır. Yazı uzun olduğu için ikiye bölerek yayınlamanın uygun olacağını düşündüm. Şimdi ikinci kısım. Hayırlı ve bereketli okumalar efendim!
KOSOVA
İkinci gün esas hedefimiz olan
Kosova’ya geçtik. Burası yüzde doksan beşi Müslüman olan yeni bir devlet.
Yirminci Yüzyılın sonunda verdikleri bağımsızlık mücadelesinden başarıyla
çıkmışlar ve devletlerini kurmuşlardı. Çoğunluk Arnavut Müslümanlarından
oluşmakla birlikte Türk, Boşnak ve Pomaklar da nüfusun bir parçasını teşkil
ediyordu. En büyük kent Başkent Piriştina. Oteli ararken otobüsle şehrin birçok
caddesini görmek fırsatını elde ettik. Devasa binaları ve hızlı yapılaşmayı
gösteren inşaatlarıyla modern bir kent görünümü vardı. İstanbul’un yanında
sanki Ankara gibi duruyordu. Akşama doğru gittiğimiz Prizren ise daha tarihi ve
geleneksel şehir görüntüsünü veriyordu.
Seyahatteki esas amaç ve hedefimiz
olan şehit hünkâr Murat Hüdavendigar’ın anılacağı Türbe’ye öğleden sonra
intikal ettik. Murat Hüdavendigar’ın iç organlarının defnedildiği yerin adı Türbe
diye anılıyordu buralarda. Birbirlerinden ayrılırken “Türbe’de görüşürüz”
diyorlardı insanlar.
Murat Hüdavendigar’ın türbesi
Bursa’daki padişah türbeleri tarzındaydı. Taştan yapılmış mütevazı bir yapıydı.
İçeri girdik, dua ettik ve zihnimizi tazeledik.
Osmanlı’yı şaha kaldıran, Rumeli
yollarına daldıran, Balkan kapılarını açıp yurt yaptıran, Balkan halklarını
İslam’la buluşturan büyük hünkâr Murat Hüdavendigar. O vesile oldu Boşnakların,
Pomakların ve Arnavutların İslam’la şereflenmesine, Goralıların hidayete
gelmesine, o toprakların dört yüz yıl sulh ve sükûn içinde hayat sürmesine… Ta
ki, emperyalistlerin hırsları galip gelene, ırkçılık fitnesi yeşerene, Müslüman
nefreti serpilene kadar. Osmanlı gitti bu topraklar ne barış ne huzur ne de
sükûnet gördü. Dört yüz yıldır, komşuları gayr-i Müslimlere öte git demeyen
Müslüman ahali bir anda istemeyen halk ilan edildi, yollara dizildi ana yurda
yolcu edildi.
Ama kalanlar direndi. İyi ki de
direnmişler. Ne kadar yok etmeye çalışsalar da o topraklar hala Osmanlı izleri
taşıyor, Osmanlı kokusu yayıyor, Osmanlı tadı veriyor. Vermeye de devam edecek.
Bütün emperyalist ve ırkçı fitnelere, içerden ve dışardan telkin edilen
vesveselere, yakılmak istenen ayrılık ateşlerine, içimize sokulan şeytan
askerlerine rağmen…
O yüce Hünkâr kazandığı zaferin
sevincini yaşamadan şehit edildi. Ortaya çıkan görüntü buydu, göze görünen de.
Hakikat ise bambaşkaydı. Halbuki Yüce Hünkâr, iki güzel başlangıca aynı anda
imza atmıştı: Zafer ve şehitlik. Bu, hem dünyada bir güzellik hem ahirette bir
güzellikti. Başka ne isterdi ki bir mümin! “Ey Rabbimiz! Bize dünyada bir
güzellik, ahirette bir güzellik ver, kavurucu cehennem ateşinden bizi koru!” Bu
değil miydi her daim müminin duası, her namazının sonunda yakarışı? İşte oldu.
O erdi muradına. Hem de düşmanına boyun eğdirerek, şeytanı meyus ederek. Artık
onun için ne gelecek korkusu ne de geçmiş üzüntüsü vardı.
Evet, böylesi düşünceler hâkimdi
herkesin zihninde, tören alanında: Murat Hüdavendigar’ın duası, bir gaza ve
şehadet havası hem Türkçesi hem Arnavutçası…
Törende aşırı olmasa da oldukça iyi
ve seviyeli bir insan topluluğu vardı. Hemen her milletten, her bölgeden her
renkten insanlar gelmişti. Türkiye ve Makedonya’dan gelenler dikkat
çekiyorlardı. Törene Türkiye’den devleti temsilen büyükelçi, milletvekilleri ve
belediye başkanlarının katılması önemliydi. Kosova’yı temsilen bir bakanın ve
dini idare başkanının katılması da anlamlıydı.
Özellikle bölgeyle yakından
ilgilenen Bursa bir adım öne çıkıyordu. Çünkü burada bulunan insanların
Bursa’da ya bir akrabası ya bir ahbabı vardı. Zaten tören Bursa Osmangazi
Belediye Başkanı Mustafa DÜNDAR Beyin himayesinde gerçekleşiyordu. Ancak törene
Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur AKTAŞ Beyle birlikte iki
milletvekilinin katılması Bursa’nın ağırlığını daha fazla hissettiriyordu.
PRİZREN
Prizren ayrı bir sayfa. Orada bizden
parçalarımızı bulduk: Öğrencilerimizi, Balkanlardan gelen ilk göz ağrılarımızı.
Şehrin ortasından geçen nehir sanki şehre can taşıyor, nefes aldırıyordu. Her
iki yakasında yer alan ulu minareler şehre tam bir Osmanlı havası katıyordu.
Nehirle şehir bütünleşmiş, minarelerle süslenmiş, köprülerle iki yaka arasına ilmek
atılmış, şehir bir bütün olmuştu.
Eski dostlarımız şehre hâkim yüksek
bir mekânda ağırladılar bizi. Güneşin batışını, kurşuni bir rengin şehrin
üzerine düşüşünü seyrettik. Profesyonel fotoğrafçı değildim ama elimdeki telefonla
o anları akan zamanı sabitlemeye çalıştım. Ne kadar becerdiysem.
Eski dostlar dediğim ilk göz ağrılarımız
o bölgeden öğrencilerimiz. Sead Paqarizi, Besim Berisha, Erol Raka, Valon
İbrahimi, Shqipron Saramati, Bayram Pomak Hepsi
pırlanta gençler. Büyük kısmı dini idarede görev almış, Bayram ise basın ve
yayın alanına kendini adamış. Hepsinin ortak noktası bizim de kafamızda olan
dertlerimizdi. Dertli insandan daha başka ne beklenirdi? Gecenin sürprizi
Erol’un anne babasıydı. “İlle de hocaları getirin bir kahvemizi bari içsinler”
diye ısrar etmişler. Ben geç fark ettim. Baştan bilseydim o güzel insanlarla
beş on dakika bile olsa birlikte olmak için bir kahvelerini içerdim.
Gözlerindeki ışıltıyı, sözlerindeki sıcaklığı, hallerindeki samimiyeti
kelimelerle anlatamam. Çünkü yaşadım. Bir şey vermek itiyorlar, gönüllerinin en
mutena yerinden kopararak, gönül köprüsü kurmaya vesile olsun diyerek. En son
bahçedeki ıhlamur ağacından bir dal kopardı annemiz, bize uzattı. Bari yol boyu
bu dal arabanızda kokar diye. İşte böyle! Onlar gönlü bol, dili tatlı, gözü
ışıltılı, yüzü nurlu, içi duygulu insanlar...
Prizren’de bulunan Sinan Paşa Camii adeta Balkan Müslümanlarının çilesinin somut örneği. Cami, Hicrî 1024 Miladî 1615 tarihinde yapıldığı tahmin edilmektedir. Niye tahmin ediliyor? Çünkü 1915 yılında bir patlama sonucu kitabesinin kaybolması net tarihini belirlemeyi zorlaştırmış.
Bu patlama neden olmuş?
Bazı Sırp kaynaklar camiinin Svati
Arhangel Manastırı yıkılarak elde edilen taşlardan yapıldığını iddia etmişler.
Bu iddia üzerine şehrin Hıristiyan halkı camii yıkmaya karar vermiş. Müslüman
ahalinin direnmesi üzerine bu emellerini yerine getirememişler. Ancak 29 Kasım
1915 tarihinde bir bomba patlaması sonucu Sinan Paşa Camiinin son cemaat
mahalli olan üç kubbeli revak bölümü yıkılmış ve orada bulunan kitabe de
kaybolmuş.
Camii 1948 yılında Tarihi Anıtları
Koruma Kuruluna geçerek devlet korumasına alınmış, 1952 yılından itibaren
tamire başlanmış, uzun yıllar depo olarak kullanılmış, 1968 yılında Osmanlı El
Yazmaları Müzesine çevrilmiş, 1969 yılında Prizren İslam Birliği mülkiyetine
geçmiş.
Camide uzun süre ibadet edilmemiş,
1991 yılından itibaren sadece Ramazan aylarında ibadete açılmış, Kosova Bağımsızlık
Savaşı sonrası Kosova İslam Birliği ile TC. Diyanet İşleri Başkanlığı arasında
yapılan mutabakatla bir imam atanmış ve sürekli ibadet edilmeye başlanmış.
(Bk. Raif Virmiçe, Camiler Kenti Prizren, Kosova Cumhuriyeti İslam
Birliği Yayını, İstanbul ts. s. 167-173)
İSKECE- GÜMÜLCİNE
Dönüş yolunda bir kez daha Üsküp’e
uğrayacak, damağımızda kalan tadı tazeleyecektik ama olmadı. “Yolcunun işini
Allah bilir” derler ya, tam da öyle oldu. Yaşanan gecikme sonucu, yol uzun,
yolcular yorgundu, doğrudan dönmeye karar verildi. Son bir defa güzergâhımızda
olan İskeçe ve Gümülcine’yi görelim isteği ağır bastı haydi oralar da görülsün
dedik.
Ne demiştik yukarıda “Batı Trakya
Bursa’nın bir parçası”. Niye öyle? Çünkü her Batı Trakyalı’nın bir yanı
Bursa’dadır da ondan. Bunun canlı şahidi ile de karşılaştık nitekim. İskeçe’den
çıkarken namaz kılmak ve çay içmek için uğradığımız Koyunköy’de karşılaştığımız
Hüseyin Ağabinin dört oğlundan üçü Bursa’da, biri yanında İskece’de. Bursa’ya
gidiyor musun? diye sorduk. “Gitmem mi, orada benim evim var” dedi. Bunun için
deriz Batı Trakya Bursa’nın bir parçası diye. Ama acı bir gerçek dile geldi,
ayrılırken Gümülcine’den. “Artık yaşlılar kaldı buralarda. Gençler ya Avrupa’ya
ya da Türkiye’ye gittiler. Buraya baba ocağına ana kucağına bir gün dönerler
mi, bilinmez.”
Böyle zamanlarda aklıma hep şu şarkı
sözleri gelir:
“Batan gün kana benziyor
Yaralı cana benziyor
Ah ediyor bir gül için
Şu bülbül bana benziyor.
Vah benim garip gönlüm”.
Ama gene de Allah’tan ümit kesilmez.
Ne badireler atlattı bu coğrafya. Bunu da atlatır ve Üstat Necip Fazıl’ın
dediği gibi,
“Sevinin, Mehmed’im başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de.
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!
Yarın elbet bizim elbet bizimdir,
Gün doğmuş, gün batmış ebed
bizimdir.”
“Allah’ın rahmetinden ümit
kesmeyin!” ilahî emri ümmetin her ferdinin zihnine işte böyle işlenmiş, gönlüne
girmiş; şiirlerine, nesirlerine, hâsılı her hallerine yansımış, ete kemiğe
bürünmüş mümin diye görünmüş.
Gezi boyunca otobüste çokça
dinlediğimiz bir balkan türküsü vardı. Özellikle nakarat olarak söylenen iki
mısraı dilime gelip yerleşti.
“Ayletme beni, söyletme beni
Alçak yüksek tepelerde bekletme
beni”
Ne anlatıyordu? Bir oğlanın bir kıza aşkını.
Bu yazıyı yazarken ben başka bir şey anladım: Balkanların Anadolu’ya,
Anadolu’nun Balkanlara olan aşkını. Aramızda bir aşk vardı, eğletmeye ve
söyletmeye gelmezdi; öyle alçak ve yüksek yanı da yoktu, dümdüz ve pürüzsüz;
aynı düzlemde, seviye farksız; rengi, kokusu, tadı bir; görüntüsü, şekli, adı
bir; hâsılı aşkımız bir. Vessalâm…
20 Zilkâde 1443
/ 19 Haziran 2022
0 yorum:
Yorum Gönder