BEN KİTAP OKUMAM!
Prof. Dr.
İhsan Süreyya Sırma
İnsan yaşlanınca, en çok ziyaret ettikleri, daha doğrusu ziyaret etmek zorunda kaldıkları mekânlar, sağlık kurumlarıdır. Bendeniz de yaşlandığımdan, hatta ihtiyarlığımdan olacak, en çok ziyaret ettiğim, daha doğrusu ziyaret etmek mecburiyetinde kaldığım yerlerin başında, “sağlık kurumları” geliyor. Ve tabi gittiğim her sağlık kurumundan yeni hatıralarla dönüyorum.
Bu hatıralardan birkaç tanesini zikredersem, meramım daha çok
anlaşılır kanaatindeyim:
Viyana yıllarımda, bir hafta sonu tatilimde, bizim Kayserili Hacı
Aziz, beni Avusturya’ya hemhudut olan Macaristan’a gezmeye götürmüştü. O güzel
bahar gününde, hiçbir kuru yemiş yememiş olmama rağmen dişim ağrımasın mı? Hava
çok güzel, ben de gezmeyi çok sevdiğimden, gezme ile diş doktoruna gitme
arasında bir tercih yapmam gerekiyordu. Ama ağrı o kadar şiddetlendi ki,
mecburen Hacı Aziz beni bir diş doktoruna götürdü. Macar diş doktoru, uzun
boylu, yakışıklı fakat gençliği geçmek üzere olan beyaz tenli bir adamdı.
Macarca bilmediğim için, herhalde bu doktor, bir dünya dili hâline gelmiş olan
İngilizceyi bilir diye düşünürken, Hacı Aziz kendisiyle Almanca konuşarak,
ağrıyan dişim için geldiğimizi söyledi.
Macar doktor, dünyanın en sevimsiz koltuğu olan “dişçi koltuğu”na
oturmamı söyledi.
Sevimli (!) “dişçi koltuğu”na oturunca, “herhâlde bu diş
doktoru ile İngilizce konuşurum” diye düşünürken, Macar dişçi, ağzımı
göstererek Türkçe olarak, “aç, çok aç!” demesin mi! Sonradan anladım ki
sevimli doktorun bildiği tek Türkçe cümle buymuş; çünkü onun sadece bu cümleye
ihtiyacı vardı.
Macar dişçi bir ilaç reçetesi yazarak bizi yolladı; biz de
eczanenin yolunu tuttuk…
Bir seferinde de İstanbul’da dişçiye gitmiştim. Bir dişime dolgu
yapacağını hatırlıyorum. Ama o dişçimiz o kadar titizdi ki, bana sıkı sıkı
tembih etti: Ben işimi bitirinceye kadar sakın elini önlüğün altından çıkarıp
bir hareket yapmayasın! Dedi ve işine başladı. Ne var ki onun tembih etmesine
rağmen, bir ara ağzım öylesine kan doldu ki boğulmamak için ellerimi havaya
kaldırmışım.
Bu hareketim üzerine dişçi öylesine bağırıp, çeneme bir yumruk attı
ki, hâlâ ağrıdığını söylesem, okuyucu, mübalağa sanatına sığındığımı anlayacağı
için, orayı geçiyorum. Doktorun bağırmasıyla çeneme bir yumruk atar gibi oldu.
O psikoloji içerisinde tekrar ellerimi önlüğün altına koyduğumun farkında
olmadım ve dişçi işini bitirdi. Sonra da,
- Hocam! Benim o hareketimi
bağışlayın! Bu psikolojik bir davranıştır. Öyle yapmasaydım. Bu işimizi
bitiremezdik! Siz de ağrılarınızla eve dönerdiniz! Onun için verin şu
ellerinizi öpeyim; siz de beni bağışlayın da helâllaşalım! Dedi ve helâllaştık…
Yaşıyorsa Allah uzun ve rahat bir ömür nasib etsin diyorum.
Bu diş konusuyla ilgili çok maceram vardır amma; bunlarla okuyucumun
canını sıkmak istemiyorum.
Ve son macera:
Geçenlerde bir diş doktoruna gitmiştim. Diş taşlarım varmış, onları
aldıracaktım. Bu diş taşlarını aldırmak öyle cazip bir iş değil! Mecbur
olmazsam, ölünceye kadar onlara ellemem ve onlarla ölür giderim. Ama bu kararı
ben değil diş doktoru vereceğinden, mecburen doktora gittim.
Dişçi koltuğuna oturunca, genellikle çantamda bir-iki tane
bulundurduğum kitaplarımdan bir tanesini diş doktoruna takdim etmek üzere, “Doktor
Bey, kendi yazdığım kitaplarımdan çantamda bulundurduğum iki tane kitap var,
birini size takdim edeyim mi?” dedim…
Demez olaydım!!!!!
Diş doktorumuz, “ben kitap okumam!” demesin mi?
İşine başlayıp, bir dişin kayalarını/taşlarını almaya çalıştığı
için, yerimden kalkmadım. Artık ne o konuştu ne de ben!
Normalde doktorlar, özellikle de diş doktorları, hastalarını
sakinleştirmek için çok konuşurlar; hatta onlara çocuk gibi davranır, acılarını
unutturmaya çalışırlar.
Bizim “Kitap okumaz diş doktoru”muz işini bitirdi; ben de
hesabı ödemek için vezneye doğru ilerledim.
Kitap okumaktan bu kadar nefret eden birilerini tanımak, insana
nasıl bir duygu veriyorsa, içimdeki o duyguyla dakikalarca kafayı üşütmemek
için mücadele edip durdum!
0 yorum:
Yorum Gönder