EZİK
Cağfer KARADAŞ
Gözlerini henüz açmıştı ki, içerden gelen bir çığlıkla yerinden sıçradı. Koştu mutfağa, annesi ağlıyordu. Ne olduğunu sormak istedi, annesinin terslemesiyle karşılaştı. Sessizce dışarı çıktı. Hava çok güzeldi. Güneş açmış, her tarafı yeşilin bütün tonları kaplamıştı. Bahardı, çiçeklerin coştuğu bir mevsimdi. Ama kendi içinde o coşkuyu hissedemiyordu. Eve girmek istiyor, giremiyordu. Ayakları adeta direniyordu. İçeri girdiğinde ne olacağını, nasıl tersleneceğini çok iyi biliyordu. Karnı açtı ama yemek isteyecek gücü yoktu. Mecburen bekleyecekti, annesinin sakinleşmesini ve mutfaktan çıkmasını. Bir fırsatını bulur, mutfağa girer ve bir şeyler atıştırırdı. Bazen bir şey de bulamıyor, kuru yiyecekleri kemirmek zorunda kalıyordu.
Gene de girmeliydi evin içine, çünkü üşümeye başlamıştı sabahın
ayazında. İçeri girdiğinde annesinin yüksek sesle söylendiğini duydu.
Kendisinin orada olduğundan haberi yoktu. Bir müddet söylenmesinin bitmesini
bekledi ama bitecek gibi değildi. Mecburen dinlemeye başladı.
“Yetti lan artık çektiklerim! Onun da çocuğunun da Allah belasını
versin. Ben belamı bunlarla bulmuşum. Diyorum ki, asayım kendimi hem bunlardan
hem de dünyadan kurtulmuş olurum. Böylece onlara vicdan azabı yaşatırım,
intikamımı alırım. Ama yok. Niye ben kendime zarar vereyim? Onlardan intikam
almanın başka bir yolunu bulmalıyım. En iyisi bunları yüzüstü bırakıp gideyim.
Dünyanın kaç bucak olduğunu bir görsünler. Baba ve oğul rezil olsunlar. Yana
döne beni arasınlar. Nah gelirim! Uzaktan haberlerini alırım. İçin için sevinirim,
hatta elime kına bile yakarım.”
Bu sözleri duyunca irkildi, ama yapacak hiçbir şeyi yoktu. Bu
küçücük haliyle elinden ne gelebilirdi. Mecburen bekleyecek, gelişmeleri
izleyecekti. Bütün bu olanları babasına da söyleyemezdi. Hem inanmaz hem de bir
güzel azarlardı. Sadece azarlasa iyiydi, dayak yemesi de büyük ihtimaldi.
Sırtından sopa eksik olmamıştı zaten. Bir gün arkadaşı sınıfta “Yüzüme vurma öğretmenim,
annem kızarıklığı görüyor, bana kızıyor” demişti de çok şaşırmıştı. “Okuldan
döndüğünde annesi yüzüne bakıyor, onunla ilgileniyor demek ki” diye içinden
geçirmişti. Evde yediği dayak okulda gördüklerine kıyas bile edilemezdi. “Keşke”
dedi içinden, “benim annem de bana sadece kızsa”.
Bir gün uyandığında evde büyük bir sessizlik hissetti. Alışmadığı
bir uyanma haliydi. Çünkü ya annesinin çığlığıyla ya bağırmasıyla ya da yüksek
sesle söylenmesiyle uyanmaya alışmıştı. Bu sessizlik hiç iyiye alamet değildi.
Sessizce odadan çıktı; mutfağı, anne babasının yatak odasını, bahçeyi dinledi
kimse yoktu. Ardından tek tek her yere baktı. Bulamadı annesini. Mutfağa girdi,
hazırda hiçbir şey yoktu. Buzdolabına baktı biraz peynir, birkaç zeytin
kalmıştı. Bir dilim kuru ekmek parçası buldu. Suyla ıslatarak peynir ve
zeytinle yedi. Eşyalarını giyindi okula gitti. Defterini çıkardı, uzun süre cebinde
kalemini aradı, neyse ki buldu. Küçücük kalmıştı. O da arkadaşındandı. Arkadaşı
küçülen kalemlerini ona veriyor, o da bunlarla idare ediyordu.
Öğretmen de ona yüz vermiyordu. Yokluk çektiği her halinden
belliydi ama asla ilgilenmiyordu. Hiçbir öğrenciyle ilgilenmiyordu. Dersini
anlatıyor, sonra çıkıp gidiyordu. Bütün bunlara rağmen dersi en iyi dinleyen
öğrenci oydu. Bütün sınavlardan en yüksek notu o alıyordu. Arkadaşlarıyla da
arası çok iyiydi. Onlara teneffüslerde hikâyeler anlatıyordu. Hikâyeler de
büyüklerin anlattığı türdendi. Bazen eve babasının arkadaşları gelir o da
onları dinlerdi. Her anlattıklarına kulak verir, hepsini de zihnine yerleştirirdi.
Evde kimse onunla konuşmadığı için o da arkadaşlarına açılır, bildiği ve
duyduğu ne varsa onlara anlatırdı.
Eve döndüğünde annesini yine bulamadı. Bulamaması iyi miydi, kötü
müydü bilemedi. Önce sevindi, en azından azar işitmeyecek, kötü bir muameleyle
karşılaşmayacaktı. Ama sonra düşündü, tek başına ne yapacaktı. Sonra annesinin
bakkala borç yazdırdığı aklına geldi. Gitti, bakkaldan bir şeyler istedi.
Bakkal hiç alışık değildi. “Annen yok mu?” dedi. “Yok” diyebildi kısık bir
sesle. Bakkal bir şeyler verdi, deftere yazdı. Yazarken de şaşkınlığını
belirten şeyler söylendi. Buna aldırmadı. Bu tür söylentilerin daha fazlasına
annesinden ve babasından alışmıştı.
Babayla yalnız kalmışlardı. Kalmışlardı ama suçlu yine kendisi
olmuştu. İki de bir babası “Bilmem nenin çocuğu! O anan olacak kadın gitti,
seni de benim başıma bıraktı. Senin de ondan farkın yok. Belki de senin
yüzünden gitti. Sen doğduğundan beri bir huzur bulamadık. Gerçi bu kadının karı
olmayacağı ilk günden belliydi. Defolup gitti. Ama bir elime geçirirsem, geçmiş
günlerini aratırım ona. Yıkıl lan karşımdan anası yapılı. Gözüm görmesin seni.
Bütün hıncımı senden çıkartırım şimdi.”
Ne yapacağını şaşırmıştı. Bütün günlerini bir odada yalnız
geçirmeye başlamıştı. Okuldan gelirken arada bir komşu teyzeler eline bir
şeyler tutuşturuyor, onlarla idare ediyordu. Babasının arkadaşları daha sık
gelmeye başlamışlardı. Yiyorlar içiyorlar her şeyi ortaya bırakıp gidiyorlardı.
Ortalığı toplamak ve temizlemek ona kalıyordu. Bunları yapmak zor gelmiyor,
zoruna gitmiyordu, fakat yediği azarlar, hatta tokatlar canından bezdirmişti.
Buralardan ve bu hayattan bir şekilde kurtulmalıydı ama nasıl olacaktı? Yatıp
kalkıp bunu düşünüyordu.
Sonunda ilkokul bitti. Yatılı okula gitmeye karar verdi. Babasına
söyledi. Söylediğine söyleyeceğine pişman oldu. “Defol git lan, nereye gidersen
git. Hatta anan gibi de gidebilirdin. Haber vermeden kaçarak. Ne halin varsa
gör. Benden bir şey isteme, zırnık çıkmaz.” Bu azarları yiyeceğini bekliyordu.
Umursamadı. Yatılı yurt sınavlarına girdi, hem de yüksek bir puanla kazandı.
Fakat yatılı yurdun bulunduğu şehre nasıl gidecekti. Bunu babasına
söyleyemezdi. Sonucu belliydi. Yakın diyebileceği akrabaları da yoktu. Bir uzak
akrabasını gözüne kestirdi. Ara sıra yardımını görmüştü. Utana sıkıla yanına
gitti, durumu anlattı. Neyse ki adam haline acıdı, ona bir yol parası tedarik
etti.
Yurda yerleşti, hemen de alıştı. Zaten hiçbir beklentisi yoktu.
Evinden daha rahat bir ortama kavuşmuştu. Harıl harıl derslerine çalışıyordu.
Elinden tutacak kimsesinin olmadığını biliyordu. Öyleyse yolunu kendisi çizmeli
ve hayatını bir şekilde kazanmalıydı. Onun için tek çıkar yol, okumaktı. Arkadaşlarının
yurt imkânlarının kısıtlı olmasından, yemeklerden, yataklardan yakınmalarına
şaşırıyordu.
Geçmişinden kimseye bahsetmedi. Hep gizledi. Sorulduğunda
geçiştirdi. Arkadaşlarıyla bir araya geldiğinde babasının arkadaşlarına
anlattığı hikâyeleri biraz da kendisi ekleyerek-süsleyerek anlatıyor, hoş bir
ortamın oluşmasını sağlıyordu. Bu yüzden sohbet zamanlarında arkadaşları hep
onu arar olmuşlardı. Dersleri de çok iyiydi. Herkes onun bilgisinden
yararlanmak istiyor, hatta sınıfta birlikte oturmaya çalışıyorlardı. Zaman
zaman rüşvet kabilinden bir şeyler ısmarladıkları da oluyordu. Bazen can sıkıcı
şeyler de olmuyor değildi. İmtihan sırasında bir arkadaşı önündeki sınav
kâğıdını almış ve oradan yazmaya başlamıştı. Öğretmen fark etmiş, çok fena
kızmıştı. Derdini zor anlatmış, kopya çektirme muamelesi görmekten kıl payı
kurtulmuştu. Bir daha o arkadaşını yanına yaklaştırmamıştı.
Yaz tatillerinde memlekete gitmemeye karar
verdi. Zor da olsa çalışacak bir iş buldu. Aldığı ücrete az çok demediği için
iş sahipleri de ona iş veriyorlardı. Onun çaresiz kanaatkârlığı bir kısmının
işine geliyordu. Bazen iyi ücret verenler de oluyordu. Böyle iyi ücret veren
kişilerin işinde daha hırslı çalışıyordu. Bu şekilde bir çevre edinmiş, şehirde
tutunmayı başarmıştı. Yurt yönetimi de onun yazları kalmasına göz yummuştu.
Arada bir bekçiden azar işittiği oluyordu. Zaten azarlara karşı bağışıklık
kazanmıştı. Biraz üzülüyor, sonra boş veriyordu. Ama farkında olmadan içinde
bir kin ve nefretin büyüdüğünü hissediyordu. Annesinin intikam yeminleri aklına
geliyor, zihninden silmek istiyor fakat silemiyordu. Zamanla o da bu yeminleri
benimseye başlamıştı.
Zaman çabuk geçti. Aslında hiç de çabuk geçmemişti. Çektiklerini
düşündü. Ne zorlu yıllar geçirmişti. Yatılı yurt onun için kurtuluş mekânı
olmuştu. Deli gibi çalışmış, iyi bir bölüm kazanmıştı. Artık üniversiteliydi.
Orada da deli gibi çalışıyordu. Eline imkânlar da geçmişti. Projelerde yer
almış, başarısını kanıtlamıştı. Böylece bölümün hocalarının gözüne girmişti.
Üniversite bittiğinde işi de hazırdı. Ama yine işler ters gitti, onun yerine başka
birini asistanlığa aldılar. Ne olduğunu, nasıl olduğunu anlayamadı. Gidip
sormadı da. Hayat zorluydu. Mecburen öğretmenliğe gitti. Ama üniversite hayalinden
hiç vaz geçmedi, hatta daha bir güçlendi. Yüksek lisansını yaptı, doktorasını
bitirdi ve sonunda beklediği bir fakültede kadroya atandı.
Babası onun bu başarısını duymuş, irtibata geçmişti. Babasına karşı
içinde öfke çoktu ama yanında olduğunda bir türlü eziklikten kurtulamıyordu.
Yıllardır babasından bahsetmezken birden onun hikâyelerinden ve bilge
kişiliğinden bahsetmeye başlamıştı. Babasını her yaz tatilinde ziyaret eder
olmuştu. Artık babası onu el üstünde tutuyordu. Ne de olsa oğlu büyük adam
olmuştu. O da babasının bu muamelesinden memnundu. Küçük bir çocuk gibi yanına
sokulmak, kucağına oturmak, yanağından okşatmak geçiyordu içinden. Arada bir
kendini sorguluyor, yaşayamadığı çocukluğu kırk yaşından sonra yaşama
hayallerinin boş olduğunu anlıyordu ama kendini bir türlü frenleyemiyordu.
Babasına yakın olmak, çocukluğunu telafi etmek gibi geliyordu ona. Ancak onun
yanında niye hâlâ süklüm püklüm durduğunu anlayamıyordu, bir türlü bu halini
üzerinden atamıyordu.
Fakültede durumu ve konumu gayet iyiydi. Hatta
idarecilik görevi bile verilmişti kendisine. İdarecilik onda büyük bir dönüşüm
gerçekleştirdi. Belki de içinde olan gerçek kişiliği dışarı çıkarttı. Birden
havalara girdi. Emrindeki insanlara tıpkı babasının kendisine davrandığı gibi
davranmaya başladı. Odasına gelenleri ayakta tutuyor, bekletiyor, zaman zaman
azarlıyordu. Daha da ileri gitti anabilim dalındaki meslektaşları hakkında
görevlerini yapmıyorlar diye şikâyet yazıları yazdı. İnsanlar onunla görüşmekten
ve konuşmaktan korkar hale gelmişlerdi.
Bir toplantı sırasında kadro isteğini dile getiren bir arkadaşını
fena halde azarladı. Kendisinin sekiz-on yıl kadro beklediğinden başladı ve
herkesin her yere istediği zamanda gelemeyeceğine dair nutuklar çekti. Hızını
alamadı odasına çağırdı, bir de orada azarladı ve ardından sert bir şekilde
odayı terk etmesini söyledi.
Arkadaşı bunun geçmişini biliyordu, kendisini anlayacağını
düşünmüş, samimi bir şekilde derdini açmıştı. Fakat ondan tam tersi bir
muameleyle karşılaşmıştı. Üzgün, kırgın ve şaşkın bir şekilde dışarı çıktı. Düşünüyor
fakat bir türlü davranışına anlam veremiyordu. O kadar içlenmişti ki, durumu arkadaşlarıyla
paylaşma ihtiyacı hissetti. Herkes çok şaşkındı, zaten her biri benzer
muameleye uğramıştı. Fakülteye ilk başladığı günleri düşündüler, ne kadar nazik
ve sevecendi; şimdiki haline baktılar, tam zıt durumda ve davranışta. Uzun uzun
konuştular, müzakere ettiler, ama bir sonuca ulaşamadılar, ne diyeceklerini
bilemediler.
İçlerinden hiç konuşmayan birisi
söze girdi. “Galiba bunun mantıklı bir açıklaması var. Kanaatimce bu zat, herkesten
intikam alıyor, ezikliğinin intikamını. Bizi özel olarak seçmiş değil, öyle denk
geldi. Korkarım ki, bu böyle devam edecek, belki ölene kadar. Gene de dua
edelim, Allah’tan umut kesilmez. Bir zamanlar güngörmüş bir hocam benzer bir
olayı nakletmiş ve şöyle demişti: Ezik bir şahsiyetin idareciliği genellikle
böyle olur. Önce en yakınındakileri ezer. İçinde biriktirdiği öfkeyi çevresine kusar,
kinini her tarafa yansıtır ve diş geçirebildiği herkesten intikam almak ister.
Bazen bunu ele geçirdiği güçle, bazen bilgisiyle, bazen de söz gücüyle gerçekleştirir.
Bu tiplerin zeki ve çalışkan olanları üstünlüklerini başkalarının aleyhine
kullanmaktan kaçınmazlar. Ama ilginçtir, diş geçiremeyeceklerine çok iyi kuyruk
sallarlar. O konuda da oldukça mahirdirler. Bunları yaparken asla suçluluk
duymazlar, ikiyüzlülük yaptıklarını düşünmezler, en küçük pişmanlık belirtisi
göstermezler. Yaptıklarının herkesçe yanlış bulunması bile kendilerini
sorgulamaya götürmez. Güç yetiremeyeceklerini anlarlarsa susarlar veya ortamı terk
ederler. Çünkü bunların iç dünyalarında her yaptıklarını meşrulaştıran ve
doğrulayan bir mantık oluşmuştur. Hayat boyu ezildikleri için hep kendilerini
düşünmüşler, kollamışlar ve her başarıyı kendi bireysel çabalarıyla gerçekleştirmişlerdir.
Bu da onları muazzam bir bencillik sarmalının içine sokmuştur. Siz buna
saplantı veya takıntı diyebilirsiniz. “Eden bulur” derler ya onların bu hale
gelmesi sadece anne-babanın değil, biraz da o anne-babayı içinden çıkaran
toplumun suçudur ve o suçun bedelini hepimiz ödüyoruz.”
16
Safer 1445 / 1 Eylül 2023
0 yorum:
Yorum Gönder