HAÇLI DEVLETLERİ TARİHİ
Yazar: Malcolm Barber
Çeviren: Doğan Mert Demir,
Kronik Yayınları, İstanbul 2021, 556 s. ISBN:
978-605-7635-93-8.
Hilal
AĞALDAY[*]
Eserin yazarı olan Malcolm Barber, Tapınak Şövalyeleri konusunda dünyada yaşayan en büyük uzman olarak kabul edilmektedir. Tüm çalışmalarını Orta çağ Avrupa ve Haçlı tarihi üzerine yoğunlaştıran Barber, alanın önemli kaynaklarını İngilizceye kazandırmıştır. Kitap, yazarın da önsözde ifade ettiği gibi; XII. yüzyıl Suriye ve Filistin bölgesinde yaşanan bir dizi olayı aktarmaktadır. Bölgenin siyasi ve dini karmaşıklığına Haçlı seferleri ile yeni bir unsurun katıldığını ifade eden yazar, olayları geleneksel ancak panoramik bir metotla ortaya koyduğunu söylemektedir.
Eser
giriş, on üç bölüm ve sonuç kısmından oluşmaktadır.
Giriş
bölümümde Kudüs için Richard ve Selahaddin arasında elçi görüşmeleriyle
karşılıklı taleplere yer veren yazar, iki taraf arasında imzalanan antlaşmanın her
iki taraf için tatminden uzak olduğunu vurgulamaktadır. İlk kurulan Haçlı
devletlerinin eşsiz vasıflara sahip olduğunu aktaran yazar, bunun nedenini
bölgenin en çok çatışma yaşanan özelliğine bağlamaktadır. Yazar, doğuya yerleşen fatihlerin kısa sürede bölgeye
uyum sağladıklarını ve kendilerine kültürel varlık ürettiklerini iddia
etmektedir. Kitabın kısa bir özetinin sunulduğu giriş bölümünde İbn Şeddad’ın
görüşlerinden istifade edildiği görülmektedir.
Eserin
birinci bölümü “Kudüs Seferi” konusuna ayrılmıştır. Yazar bu bölümde klasik
tarzda Papa II. Urban’ın Haçlı seferlerine yaptığı çağrı ile başlamaktadır.
Yazar Hristiyan hacıların Müslümanlar tarafından zulüm gördükleri iddialarının
hem yetersiz hem de çelişkili olduklarını söylemekle beraber bu konudaki
inancın VII. Gregorius’tan beri Papalığın sabit söylemi haline geldiğini
aktarmaktadır. İlk Haçlılar ile Bizans arasında yaşanan iş birliği sorununu
dile getiren yazar, sorunun zor da olsa aşıldığını ve Anna Komnena’ya göre Batılı
barbarlar olarak görülen ilk Haçlı ordusunun İstanbul’dan başka yöne çevrildiğini
ifade etmektedir. Yazar yaşananları Papa’nın basit bir konuşmasıyla açıklanmayacağını,
her kesimin (Papalık, Bizans, Lort ve Dükler) kendi menfaat ve davalarının
etkisiyle sefere çıktığını ve gördüğü fırsatın peşine düştüğünü aktarmaktadır.
Ayrıca Papalığın savaşı meşrulaştırma çabalarına da değinen yazar, kilisenin
insanları günahlarından kurtulma şansı olarak seferi önlerine koyduğunu ifade
etmektedir. Yazar bu bölümde Papanın çağrısına uyan Lort, Dük ve soylu olmayan
Haçlıların sefere katılma nedenlerini incelemektedir. Kudüs’ün ele
geçirilmesinden sonra Fatımilerin, Haçlıların asıl niyetini anladıklarını
söyleyen yazar, İslam dünyasındaki parçalı ve kırılgan yapının Haçlıların işini
kolaylaştırdığını ifade etmektedir. Bölüm sonunda Kudüs’ün önemini aktaran
yazar, kurulan krallığın kutsal mabedin koruyucuları olarak Hristiyan dünyanın
tam kalbinde yer aldığını aktarmaktadır.
İkinci
bölüm “Suriye ve Filistin” konusunu ele almaktadır. Antakya’nın coğrafi
özelliklerini tasvir eden yazar, Haçlıların kış ayında bölgeyi ele
geçirdiklerinden soğuk ve hastalıklarla mücadele etmek zorunda kaldıklarını
aktarmaktadır. Barber daha sonra Filistin bölgesini tanıtarak bölgede yaşanan
çekirge istilaları, depremler ve kum fırtınaları gibi doğa felaketlerinden
bahsetmektedir. Raymond d’Aguilers’in o dönemlerde Haçlıların yaşadıkları
felaketleri Tanrının bir cezası olarak gördüğünü aktaran yazar, Sur kenti için
ayrı bir başlık açarak şehir hakkında antik bilgiler aktarmaktadır. Bizans ve
Sasaniler arasındaki mücadelenin her iki tarafı yıprattığını ve bunun İslam
dinine yaradığını ifade eden yazar, neticede büyük bir fetih hareketinin
başladığını ve 637 yılında Kudüs’ün ele geçirildiğini söylemektedir. Grekler,
Persler, Bizanslılar ve Araplardan sonra Kudüs’ün yeni dış işgalcileri olarak Haçlıları gören yazar, bölgede yaşayan
ve Grekler tarafından sapkın olarak görülen mezheplerden bahsetmektedir.
Haçlıların Suriye ve Filistin bölgesini “Hristiyan toprakları” olarak
gördüklerini aktaran yazar, diasporadan beri İsrail topraklarının işgalcilerin
ellerinde olduklarını aktarmaktadır. Haçlıları bölgeye yerleşen yeni
istilacılar olarak gören yazar, zamanla yaşadıkları paradigma değişimiyle diğer
mezhep/din mensuplarıyla birlikte yaşamaya başladıklarını Foucher’den şu
sözlerle aktarmaktadır: “Aslan ve öküz samanı bir arada yemeli”
“İlk
Yerleşimciler” kitabın üçüncü konusunu oluşturmaktadır. İlk Kudüs hâkimi
seçilen Godfrey’in ölümünü ironik olarak gören yazar bu bölümde bölgeye
yerleşen önemli şahsiyetleri ve faaliyetlerini konu edinmektedir. Godfrey’in
Birinci Haçlı seferindeki başarılarıyla ilham verici bir figüre dönüştüğünü
söyleyen yazar, ölümüyle ilgili anlatılan mucizelerin yerine dünyevi gerçekleri
koymaktadır. Yafa ve Arsus’ta yaşadığı yenilgilere rağmen Godfrey’in imar
faaliyetlerine değinen yazar, toprak dağıtımı, dini kurumlara yapılan bağışlar
ve diğer çalışmaları hakkında detaylı bilgiler vermektedir. Kudüs’te
Dagoberto’nun seküler bir etki sonucu patrik olarak seçildiğini söyleyen yazar,
Kudüs’ün devri stratejik olarak diğer şehirlerin kazanılmasıyla dengelendiğini
iddia etmektedir. Yazar, Dagoberto hakkında iki farklı görüşün olduğunu;
Albertus Aguensis’in, Dagoberto’yu hain ve rüşvetçi, Willermus Tyrensis’in ise
“Tanrı’nın adamı” olarak gördüğünü aktarmakta ve bunun şaşırtıcı olmadığını
söylemektedir. Pisalıların evlerine dönmesiyle Tancred’in Venediklerle yaptığı
anlaşma ile doğuda İtalyan varlığının başladığını söyleyen yazar, Baudouin’in krallık
süreciyle bu bölümü bitirmektedir.
Dördüncü
bölümde “Latin Devletlerinin Kökenleri” konusu irdelenmektedir. Baudouin’in
Kudüs krallığı sırasında karşılaştığı sorunları dile getiren yazar, Tancred’in
Kudüs’e davet edilmesiyle oluşan krizi de kurcalamaktadır. Zira yazarın
iddiasına göre Tancred, Baudouin’i kral olarak kabul etmiyordu. Baudouin’in
krallık sürecini “büyük anlaşmazlıklar ve savaş alevlerinin yükselişi olarak
gören yazar, Willermus Tyrensis’in olayları yasal otoriteye olan sadakatinden
dolayı görmezden geldiğini iddia etmektedir. Kurulan Latin devletlerinin
değişken bir yapıya sahip olduğunu söyleyen yazar, insan gücü eksikliğine
rağmen Mısır, İran, Mezopotamya ve Suriye’de yaşayan binlerce Müslümanın duruma
tepkisizliğini Foucher’in, Baudouin’in becerisine ve Tanrı’nın korumasına
bağlamaktadır. Kurulan devletin bekası ve genişlemesi için vassallara olan
ihtiyacın Cenovalılarla yapılan antlaşmalarla giderildiğini ifade eden yazar,
bu sayede Akka, Kayserya gibi kentlerin ele geçirildiğini söylemektedir. Baudouin’in
Fatımilere karşı kazandığı zaferlerden sonra Dagoberto’nun sahnenin dışına
itildiğini söyleyen yazar, Tancred’in faaliyetleri, Harran yenilgisinin
Latinler için olan sonuçları ve Raymond’un sahneye çıkışının ayrıntılarını
vermektedir. 1110 senesinin Latinler için bir kırılma noktası olduğunu iddia
eden yazar, Trablus Kontluğunun kurulmasıyla Haçlı devletlerinin ayır edici bir
şekil aldığını söylemektedir.
“Askerî,
Kurumsal ve Dini Sistem” beşinci bölümü oluşturmaktadır. Bu bölüm Trablus
emirinin Bağdat ve Mısır arasındaki çaresiz çırpınışları ile başlamaktadır.
Haçlıların lojistik meziyetlerinin Müslümanlara fazla şans bırakmadığını
aktaran yazar, Müslüman dünyadaki parçalanmanın Sünni Şii birliğini de
engellediğini ve kıyı şeridinin Haçlıların eline geçtiğine dikkat çekmektedir. İlginç
olan yaşanan bu olaylardan sonra bazı Müslüman emirlerin kendi yollarını
çizdiğini ve yüzlerine haşhaşilere döndüğüdür.
Urfa kuşatması ile ilgili bilgi veren yazar, Baudouin de Bourcg’un kraldan
destek istediğini ancak kralın Beyrut kuşatması ile uğraştığından bu haberi
gizlediğini iddia etmektedir. Hatta Albertus Aguensis’ten naklen Türkleri
Urfa’ya Baudouin de Bourcg’a olan düşmanlığından dolayı Tancred’in davet
ettiğini söylemektedir. Urfalı Mateos’tan yaptığı nakilde ise Tancred’e karşı
Baudouin de Bourcg’ın Türklerden yardım istediğini ancak planlarının ters
teptiğini iddia etmektedir. Yazar, Urfa kuşatmasının Müslümanlarda cihad
fikrini yeniden alevlendirdiğini ve Frank varlığına son vermenin yolu olarak da
cihad olduğunu söylemektedir. Bu konuyla ilgili olarak Bizans ve Türkler
arasında Haçlılara karşı karşılıklı hediyeleşmelerle başlayan ittifaktan
bahseden yazar, Mevdud’un başarılarına ayrı bir fasıl açar. Ancak 1113 Ekim’inde
Mevdud’un suikasta kurban gitmesi hem Türk cihadına ağır bir darbe vurdu hem de
Sarmin’in Frankların eline geçmesine neden olacaktır. Yazar, Franklar için
bölgenin fethi ve şehirlerin ele geçirilmesinin yeterli olmadığını kurumsal
yapıların tesisine ihtiyaç olduğunu vurgulayarak bu manada tesis edilen kritik
kurumun şansölyelik olduğunu ifade etmektedir. Bu kurumu dini alanda yapılan
düzenlemelerin takip ettiğini söyleyen yazar, taht kavgaları ve entrikalarla
dolu evlilikler konusunu masaya yatırmaktadır.
Altıncı
bölüm” Antakya ve Kudüs” şehirleri bağlamında ortaya çıkan mücadeleleri konu
edinmektedir. Artukoğlularından İlgazi ve Antakya hâkimi Roger arasında cereyan
eden savaşları kaynaklar eşliğinde sunan yazar, tarihe Kanlı Meydan Savaşı
olarak geçen savaşta Roger’in öldüğünü ve bunun Hristiyan dünyada şok etkisi
yarattığını söylemektedir. Latin kaynaklardan alıntı yapan yazar, kronik
yazarlarının Roger’in ölümünü izah etmek için çeşitli yorumlarda bulunduklarını
ifade etmektedir. Her iki kronikçinin (Galterius ve Foucher) Roger’i
dünyeviliğe Antakya’yı da materyalizme batmış bir şekilde göstererek Tanrı’yı
kendi lehine geri çekildiğini iddia ettiklerini aktarmaktadır. Yazar, Galterius
ve İbn Kalânisî’nin bu savaştan sonra Müslümanların savunmasız kalan Antakya’ya
saldırmamalarının şaşkınlığının aktarırken, İlgazi’nin kişisel zaaflarından
dolayı İslam dünyasının büyük hedeflerine karşı ilgisizliğini de ayrıca dile
getirmektedir. Yazar bu bölümün ger kalan kısmında uzun uzadıya Nablus
konseyinden ve bu konseyde alınan kararlardan bahsetmektedir
Yedinci
bölümde yazar “İkinci Nesil” konusunu masaya yatırmaktadır. Kral II. Baudouin’in
ölüm hadisesini aktaran yazar, kişiliği ve dönemi hakkında çarpıcı detaylar
vermektedir. Saltanatı boyunca ortaya çıkan iç karışıklıklar, Kudüs patriği ile
yaşadığı sorunlar ve en önemlisi Antakya meselesi ile uğraşması sonucu soylular
arasında ciddi bir hınç oluşturması gibi ayrıntılara yer veren yazar, ölümünden
sonra yerine geçen adaylar arasında adalete ve yönetme kapasitesine sahip
gelmediğini söyleyerek Baudouin’e sahip çıkmaktadır. Prenses Alice’nin iktidar
hırsı ve Folgues ile yaşanan sorunlar, Melisende Mezmurları bu bölümde işlenen
diğer konulardır. Yazar, Baudouin ile Folgues arasında bir kıyaslama yaparak
Folgues’in Antakya ile ilgilenmemesini eleştirir ve Willermus’tan şöyle bir
alıntı yapar.” Eğer komşunuzun evi yanıyorsa kendi mülkünüz de tehlike
altındadır.”
Sekizinci
bölüm “Zengi Tehdidi” adlı konuyu işlemektedir. Melisende’nin III. Baudouin ile
eş hükümdar olarak taç giydiğini söyleyen yazar, Melisende etrafında dönen zıt
fikirleri ustalıkla işlemektedir. Melisende’nin
kilisenin önemli bağışçısı olduğu için Willermus tarafından kayırıldığını
savunan yazar, diğer kronikçilerin ise Latinlerin kraliçe döneminde Urfa’nın
düştüğünü ve II. Haçlı seferinin Dımaşk önünde başarısız olduğunu
söylemektedir. Yazar, Melisende için düşmanlıkla yaklaşanları zikrettikten
sonra manastır dünyasının kadın düşmanlığının kaçınılmaz olduğunu birçok
kaynakta tezahür ettiğini vurgulamaktadır. Urfa’nın Zengiler tarafından fethi
ve gelişen olayları aktaran yazar, Süryani Mikail’den naklen Türklerin
Ermeniler ve Grekler dışında tüm Frankları öldürdüklerini söylemektedir. II.
Haçlı seferini ayrıntılarıyla aktaran yazar, Latin kroniklerini ustalıkla
kullanmaktadır. Kronikler, en tehlikeli savaş olarak yansıttıkları II. Haçlı
seferi yenilgisini ahlaki yetersizliğe ve ilahi desteğin geri çekilmesine
bağlamışlardır. Nureddin ve İlgazi arasında bir karşılaştırma yapan yazar,
İlgazi’yi cihada karşı lakayt olmakla suçlarken Nureddin’i birleşik bir Suriye
için kendini adayan biri olarak sunmaktadır.
Dokuzuncu
bölüm “Frank Tesiri” konusuna ayrılmıştır. Askalan şehrinin Franklar için
önemini aktaran yazar, Kudüs’e hâkim olan her idarecinin şehir için endişe
duyduğunu belirtmektedir. Zira şehir Kudüs’ün savunmasında kilit rol
oynamaktaydı. Askalan’ın tahkimat çalışmalarından sonra 1153 tarihine dönerek
şehrin Franklarca ele geçirilişini ayrıntılarıyla vermektedir. Yazar, Askalan
zaferinin Mısır’ın kapılarını Franklara açtığını ve Dımaşk yenilgisinin dengelendiğini
Willermus Tyrensis’ten nakiller yaparak vermektedir. Nureddin Zengî’nin Banyas
kuşatması ve sonrasında yaşananlar, Renaud de Châtillon’un esareti bu bölümün
diğer konularıdır. Yazar, Kudüs’e ayrı bir başlık açar ve şehirdeki imar
faaliyetleri ve sakinleri hakkında çarpıcı ayrıntılar vermektedir. Yazar şehrin
yeniden iskân edilmesi için Müslümanların ve Yahudilerin teorik olarak burada
yaşamasının yasaklanmasıyla gerçekleştiğini iddia etmektedir. Yazar, Kudüs’ün
ele geçirilişinde münzevi bir keşişin Frankların şehre hücum etmeleri ve
Rablerinin şehri onlara vereceğiyle ilgili kehanetin uydurma olduğunu
söylemektedir. Ayrıca Papa’nın denizaşırı topraklara “bizim topraklarımız” diye
demiş olmasının ciddiyetle okunması gerektiğini vurgulamaktadır.
Onuncu
bölüm “Kral Amaury”e ayrılmıştır. Yazar,
Amaury’nin krallığın baronları arasında şizmaya varacak derecede ciddi kavgaların
arasından çıkarak halkın ve din adamlarının desteğini alarak seçildiğini
aktarmaktadır. Agnes ile evliliğinden
dolayı ortaya çıkan sorunlar, Amaury’nin evli kadınlara olan zaafı bu bölümde
yer alan konulardır. Amaury’nin hırslı bir kral olduğunu vurgulayan yazar,
hırsının temelinde Mısır’ı ele geçirmek olduğunu aktarmaktadır. Mısır’da
yaşanan vezirlik kavgaları, Şirkuh’un müdahaleleri sonucu yaşanan çatışmalara
değinen yazar, jeopolitik konumundan dolayı Mısır’ın önemine değinmektedir.
Amaury döneminde Bizans ile ilişkilerin düzeldiğini söyleyen yazar, samimi
ortamın Doğuş Kilisesinin mozaiklerine bile yansıdığını iddia etmektedir. Krallığın
Amaury döneminde Batı tarafından görmezden gelindiğini iddia eden yazar, Mısır
seferi konusunda Amaury’nin yalnız bırakıldığını söylemektedir. Amaury
döneminde yaşanan doğal afetlere değinen yazar, bölümün geri kalan kısmında
Selahaddin aktörünün sahneye çıktığını ve İslam cihadına yeni bir boyut
getirdiğini iddia etmektedir. Yazar, Latin ve İslam kaynakları üzerinden Amaury
ve Nureddin karşılaştırmasını ustalıklı bir şekilde okuyucuya sunmaktadır.
On
birinci bölüm “Haçlı Devletlerinin Dağılması” konusunu ele almaktadır. Yazar
Kudüs Krallığı ve İslam dünyasını yönetimsel bir karşılaştırmaya tabi
tutmaktadır. İslam dünyasında Nureddin-Selahaddin gerginliğinin Nureddin’in
ölümüyle Selahaddin lehine geliştiğini ifade eden yazar, benzer durumun Kudüs
krallığında da yaşandığını söylemektedir. Amaury’in ölümü Dımaşk’takine benzer
bir kriz oluşturduğunu söyleyen yazar, her iki hükümdardan sonra gelen
haleflerin yetersiz ve küçük olduklarını ifade etmektedir. İslam dünyasındaki
kriz Selahaddin’i ön plana çıkarırken karşı tarafta taht kavgalarına sebep
oluyordu. Yaşanan savaşlar, yapılan antlaşmalardan kısaca bahseden yazar, tüm yaşananların
krallığı sona doğru götürdüğünü söylemektedir. Hatta Willermus Tyrensis’n büyük
bir buhranın içinde gördüğü krallığın tarihini kaydetmek istemediğini, ikna
yoluyla tekrar eserini yazdığını aktaran yazar, son yazdıklarının depresif
olduğunu söylemektedir. Yazar ayrıca
Willermus Tyrensis olmadan Haçlı devletleri tarihinin takip edilmesinin
imkânsız olduğunu vurgulayarak, bir başka kronikçi Arnoul’u güvenilmez olarak
sunmaktadır.
On
ikinci bölüm “Hıttîn Muharebesi ve Sonuçları” konusuna ayrılmıştır. Krallıktaki
taht mücadelelerinden Guy de Lasignan Sbylla’nın eşi sıfatıyla kral olarak
seçildiğini söyleyen yazar, endişe verici ve ihtilaflı yeni bir dönemin
başladığını iddia etmektedir. Öte yandan Selahaddin cihad ruhunu yeniden
uyandırmış ve büyük koalisyonu toplamayı başarmıştı. Yazar, Selahaddin’in İslam
birliğini oluşturmak için Haçlılarla yaptığı antlaşmalara vurgu yapar ve
Hıttîn’e giden süreci irdelemektedir. Hıttîn savaşını ve sonrasını
ayrıntılarıyla aktaran yazar, Selahaddin’in önündeki diğer engellere
yöneldiğini ve kolay hedeflerden başladığını iddia etmektedir. Bu arada Frank
cephesinde Papa’ya yazılan mektuplardan bahsetmektedir. Selahaddin’in Kudüs
kuşatmasına sözü getiren yazar, Selahaddin’in müzakere taleplerini reddettiğini
aktarmaktadır. Bunun nedeni olarak da Selahaddin’in savaşı kazanacağına olan
inancı ve din adamlarının 1099 katliamına karşı Selahaddin’den talep ettikleri
intikam baskısını göstermektedir. Yazar son kısımda İbnü’l Esir’in
Selahaddin’in yaptığı hatalarla ilgili görüşlerine yer vermektedir.
“Üçüncü
Haçlı Seferi” kitabın on üçüncü ve son bölümüdür. Kudüs’ün kaybı sonrası
Batı’da yapılan hazırlıkları aktaran yazar, kilisenin yeni bir sefer için
çabalarını çarpıcı bir dille aktarmaktadır. Bizans topraklarından geçerken
karşılaşılan sorunları dile getiren yazar çarpıcı bir nakilde bulunur:” Bu pek
de şaşılacak bir durum sayılmazdı, zira Grekler her zaman Roma Kilisesinden ve
Latin Hristiyanlarından tiksinirdi.” Akka kuşatmasını detaylarıyla veren yazar,
Frankların Batıdan gelen savaşçılarla desteklenirken, Selahaddin cihad
çağrısıyla İslam dünyasından asker topluyordu. Uzun ve yıpratıcı çarpışmaların
yaşandığını örneklerle açıklayan yazar, İslam tarihçilerinin savaş alanında
kadın savaşçıların da olduğu iddialarını Hristiyan toplumu yozlaşmış değerlere
sahip gösterme uğraşısı şeklinde yorumlamaktadır. (s. 468) Ancak aynı yazarın
sayfa 471’de yenilginin sorumlusu olarak ahlaksızlığı, ordunun tavernalara,
fahişelere ve kumara saplanma şeklinde sunması ayrıca incelenmelidir.
Yaşananları Kilise ahlakçılığının abartısı olarak gören yazar, İmaduddin’den
naklen 300 fahişeyi taşıyan bir geminin geldiğini de itiraf etmektedir. Akka
savaşının önemine değinen yazar, bu savaşın fazlaca tartışıldığını, Franklar
açısından taktiksel ve anlık bir başarıdan ibaret olduğu yorumlarına yer
vermektedir. Müslümanlar açısından Akka kaybedilmişti ancak Kudüs hala
ellerindeydi. Ayrıca karşı ordu da fazla zayiat vermişti.
Sonuç
bölümünde yazar, seferleri orta çağın olağanüstü başarısı olarak görmektedir.
Haçlıların şehirler üzerinde kalıcı etkiler bıraktıklarını savunan yazar, ilk
katılımcıları efsanevi niteliklere sahip olarak görmektedir. Kutsal mekânların
Müslümanlarca istila edildiğinin inancının Latin Batı ve Haçlı Doğu için
geçerli olduğunu söyleyen yazar, seferlerin sadece askerî olmadığını, kutsal
mekânların yeniden inşasına da katkı sunduğunu iddia etmektedir. Yazar,
Nâsıra’da Havarilerin misyonlarını resmeden ve 1908 yılına dek toprak altında
kalan sütunları, Haçlı devletlerinin hem başarısı hem de onları yaratan
toplumun dramatik yıkımının simgesi olarak görmektedir.
Değerlendirme
Kitap
Papa’nın çağrısıyla başlayan ve iki yüz sene devam eden Haçlı seferleri sonucu
bölgede kurulan devletlerin kuruluş süreci, ekonomik ve dini yapıları ile
ilgili ilk elden bilgi içermektedir. Kronolojik bir tarih anlayışından ziyade
yazarın önemli gördüğü ve on üç bölümde özetlediği konularla ilgili Latin ve
Doğu kroniklerini ustalıkla kullanarak panoramik bir manzara sunmaktadır.
Willermus’suz bir Haçlı tarihini imkânsız gören yazar, kitabın ana omurgasını bu
kronik üzerine oturtmuştur. İlk kurulan Haçlı Devletlerini eşsiz vasıflara
sahip olduklarını ve bölgede yeni bir medeniyet inşa ettiklerini ısrarla
vurgulamaktadır. İlk dönem tarihçilerin kayıtlarından oluşturulan eser,
Haçlılarla ilgili önemli tespitlere sahiptir. Harita ve diğer görsellerle
oluşturulan eser, son bölümde verilen ana kaynaklar ve araştırma eserlerle
konunun araştırmacıları için iyi bir kılavuz niteliğindedir.
[*]
Mardin Artuklu Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı
Doktora Öğrencisi, hilalagalday@gmail.com
0 yorum:
Yorum Gönder