18 Ekim 2023 Çarşamba

Haçlı Devletleri Tarihi, Malcolm Barber


HAÇLI DEVLETLERİ TARİHİ

Yazar: Malcolm Barber

Çeviren: Doğan Mert Demir,

Kronik Yayınları, İstanbul 2021, 556 s. ISBN: 978-605-7635-93-8.

 

Hilal AĞALDAY[*]

        Eserin yazarı olan Malcolm Barber, Tapınak Şövalyeleri konusunda dünyada yaşayan en büyük uzman olarak kabul edilmektedir.  Tüm çalışmalarını Orta çağ Avrupa ve Haçlı tarihi üzerine yoğunlaştıran Barber, alanın önemli kaynaklarını İngilizceye kazandırmıştır. Kitap, yazarın da önsözde ifade ettiği gibi; XII. yüzyıl Suriye ve Filistin bölgesinde yaşanan bir dizi olayı aktarmaktadır. Bölgenin siyasi ve dini karmaşıklığına Haçlı seferleri ile yeni bir unsurun katıldığını ifade eden yazar, olayları geleneksel ancak panoramik bir metotla ortaya koyduğunu söylemektedir.

            Eser giriş, on üç bölüm ve sonuç kısmından oluşmaktadır.

        Giriş bölümümde Kudüs için Richard ve Selahaddin arasında elçi görüşmeleriyle karşılıklı taleplere yer veren yazar, iki taraf arasında imzalanan antlaşmanın her iki taraf için tatminden uzak olduğunu vurgulamaktadır. İlk kurulan Haçlı devletlerinin eşsiz vasıflara sahip olduğunu aktaran yazar, bunun nedenini bölgenin en çok çatışma yaşanan özelliğine bağlamaktadır.  Yazar, doğuya yerleşen fatihlerin kısa sürede bölgeye uyum sağladıklarını ve kendilerine kültürel varlık ürettiklerini iddia etmektedir. Kitabın kısa bir özetinin sunulduğu giriş bölümünde İbn Şeddad’ın görüşlerinden istifade edildiği görülmektedir.

        Eserin birinci bölümü “Kudüs Seferi” konusuna ayrılmıştır. Yazar bu bölümde klasik tarzda Papa II. Urban’ın Haçlı seferlerine yaptığı çağrı ile başlamaktadır. Yazar Hristiyan hacıların Müslümanlar tarafından zulüm gördükleri iddialarının hem yetersiz hem de çelişkili olduklarını söylemekle beraber bu konudaki inancın VII. Gregorius’tan beri Papalığın sabit söylemi haline geldiğini aktarmaktadır. İlk Haçlılar ile Bizans arasında yaşanan iş birliği sorununu dile getiren yazar, sorunun zor da olsa aşıldığını ve Anna Komnena’ya göre Batılı barbarlar olarak görülen ilk Haçlı ordusunun İstanbul’dan başka yöne çevrildiğini ifade etmektedir. Yazar yaşananları Papa’nın basit bir konuşmasıyla açıklanmayacağını, her kesimin (Papalık, Bizans, Lort ve Dükler) kendi menfaat ve davalarının etkisiyle sefere çıktığını ve gördüğü fırsatın peşine düştüğünü aktarmaktadır. Ayrıca Papalığın savaşı meşrulaştırma çabalarına da değinen yazar, kilisenin insanları günahlarından kurtulma şansı olarak seferi önlerine koyduğunu ifade etmektedir. Yazar bu bölümde Papanın çağrısına uyan Lort, Dük ve soylu olmayan Haçlıların sefere katılma nedenlerini incelemektedir. Kudüs’ün ele geçirilmesinden sonra Fatımilerin, Haçlıların asıl niyetini anladıklarını söyleyen yazar, İslam dünyasındaki parçalı ve kırılgan yapının Haçlıların işini kolaylaştırdığını ifade etmektedir. Bölüm sonunda Kudüs’ün önemini aktaran yazar, kurulan krallığın kutsal mabedin koruyucuları olarak Hristiyan dünyanın tam kalbinde yer aldığını aktarmaktadır.

        İkinci bölüm “Suriye ve Filistin” konusunu ele almaktadır. Antakya’nın coğrafi özelliklerini tasvir eden yazar, Haçlıların kış ayında bölgeyi ele geçirdiklerinden soğuk ve hastalıklarla mücadele etmek zorunda kaldıklarını aktarmaktadır. Barber daha sonra Filistin bölgesini tanıtarak bölgede yaşanan çekirge istilaları, depremler ve kum fırtınaları gibi doğa felaketlerinden bahsetmektedir. Raymond d’Aguilers’in o dönemlerde Haçlıların yaşadıkları felaketleri Tanrının bir cezası olarak gördüğünü aktaran yazar, Sur kenti için ayrı bir başlık açarak şehir hakkında antik bilgiler aktarmaktadır. Bizans ve Sasaniler arasındaki mücadelenin her iki tarafı yıprattığını ve bunun İslam dinine yaradığını ifade eden yazar, neticede büyük bir fetih hareketinin başladığını ve 637 yılında Kudüs’ün ele geçirildiğini söylemektedir. Grekler, Persler, Bizanslılar ve Araplardan sonra Kudüs’ün yeni dış işgalcileri olarak Haçlıları gören yazar, bölgede yaşayan ve Grekler tarafından sapkın olarak görülen mezheplerden bahsetmektedir. Haçlıların Suriye ve Filistin bölgesini “Hristiyan toprakları” olarak gördüklerini aktaran yazar, diasporadan beri İsrail topraklarının işgalcilerin ellerinde olduklarını aktarmaktadır. Haçlıları bölgeye yerleşen yeni istilacılar olarak gören yazar, zamanla yaşadıkları paradigma değişimiyle diğer mezhep/din mensuplarıyla birlikte yaşamaya başladıklarını Foucher’den şu sözlerle aktarmaktadır: “Aslan ve öküz samanı bir arada yemeli”

        “İlk Yerleşimciler” kitabın üçüncü konusunu oluşturmaktadır. İlk Kudüs hâkimi seçilen Godfrey’in ölümünü ironik olarak gören yazar bu bölümde bölgeye yerleşen önemli şahsiyetleri ve faaliyetlerini konu edinmektedir. Godfrey’in Birinci Haçlı seferindeki başarılarıyla ilham verici bir figüre dönüştüğünü söyleyen yazar, ölümüyle ilgili anlatılan mucizelerin yerine dünyevi gerçekleri koymaktadır. Yafa ve Arsus’ta yaşadığı yenilgilere rağmen Godfrey’in imar faaliyetlerine değinen yazar, toprak dağıtımı, dini kurumlara yapılan bağışlar ve diğer çalışmaları hakkında detaylı bilgiler vermektedir. Kudüs’te Dagoberto’nun seküler bir etki sonucu patrik olarak seçildiğini söyleyen yazar, Kudüs’ün devri stratejik olarak diğer şehirlerin kazanılmasıyla dengelendiğini iddia etmektedir. Yazar, Dagoberto hakkında iki farklı görüşün olduğunu; Albertus Aguensis’in, Dagoberto’yu hain ve rüşvetçi, Willermus Tyrensis’in ise “Tanrı’nın adamı” olarak gördüğünü aktarmakta ve bunun şaşırtıcı olmadığını söylemektedir. Pisalıların evlerine dönmesiyle Tancred’in Venediklerle yaptığı anlaşma ile doğuda İtalyan varlığının başladığını söyleyen yazar, Baudouin’in krallık süreciyle bu bölümü bitirmektedir.

        Dördüncü bölümde “Latin Devletlerinin Kökenleri” konusu irdelenmektedir. Baudouin’in Kudüs krallığı sırasında karşılaştığı sorunları dile getiren yazar, Tancred’in Kudüs’e davet edilmesiyle oluşan krizi de kurcalamaktadır. Zira yazarın iddiasına göre Tancred, Baudouin’i kral olarak kabul etmiyordu. Baudouin’in krallık sürecini “büyük anlaşmazlıklar ve savaş alevlerinin yükselişi olarak gören yazar, Willermus Tyrensis’in olayları yasal otoriteye olan sadakatinden dolayı görmezden geldiğini iddia etmektedir. Kurulan Latin devletlerinin değişken bir yapıya sahip olduğunu söyleyen yazar, insan gücü eksikliğine rağmen Mısır, İran, Mezopotamya ve Suriye’de yaşayan binlerce Müslümanın duruma tepkisizliğini Foucher’in, Baudouin’in becerisine ve Tanrı’nın korumasına bağlamaktadır. Kurulan devletin bekası ve genişlemesi için vassallara olan ihtiyacın Cenovalılarla yapılan antlaşmalarla giderildiğini ifade eden yazar, bu sayede Akka, Kayserya gibi kentlerin ele geçirildiğini söylemektedir. Baudouin’in Fatımilere karşı kazandığı zaferlerden sonra Dagoberto’nun sahnenin dışına itildiğini söyleyen yazar, Tancred’in faaliyetleri, Harran yenilgisinin Latinler için olan sonuçları ve Raymond’un sahneye çıkışının ayrıntılarını vermektedir. 1110 senesinin Latinler için bir kırılma noktası olduğunu iddia eden yazar, Trablus Kontluğunun kurulmasıyla Haçlı devletlerinin ayır edici bir şekil aldığını söylemektedir.

        “Askerî, Kurumsal ve Dini Sistem” beşinci bölümü oluşturmaktadır. Bu bölüm Trablus emirinin Bağdat ve Mısır arasındaki çaresiz çırpınışları ile başlamaktadır. Haçlıların lojistik meziyetlerinin Müslümanlara fazla şans bırakmadığını aktaran yazar, Müslüman dünyadaki parçalanmanın Sünni Şii birliğini de engellediğini ve kıyı şeridinin Haçlıların eline geçtiğine dikkat çekmektedir. İlginç olan yaşanan bu olaylardan sonra bazı Müslüman emirlerin kendi yollarını çizdiğini ve yüzlerine haşhaşilere döndüğüdür.  Urfa kuşatması ile ilgili bilgi veren yazar, Baudouin de Bourcg’un kraldan destek istediğini ancak kralın Beyrut kuşatması ile uğraştığından bu haberi gizlediğini iddia etmektedir. Hatta Albertus Aguensis’ten naklen Türkleri Urfa’ya Baudouin de Bourcg’a olan düşmanlığından dolayı Tancred’in davet ettiğini söylemektedir. Urfalı Mateos’tan yaptığı nakilde ise Tancred’e karşı Baudouin de Bourcg’ın Türklerden yardım istediğini ancak planlarının ters teptiğini iddia etmektedir. Yazar, Urfa kuşatmasının Müslümanlarda cihad fikrini yeniden alevlendirdiğini ve Frank varlığına son vermenin yolu olarak da cihad olduğunu söylemektedir. Bu konuyla ilgili olarak Bizans ve Türkler arasında Haçlılara karşı karşılıklı hediyeleşmelerle başlayan ittifaktan bahseden yazar, Mevdud’un başarılarına ayrı bir fasıl açar. Ancak 1113 Ekim’inde Mevdud’un suikasta kurban gitmesi hem Türk cihadına ağır bir darbe vurdu hem de Sarmin’in Frankların eline geçmesine neden olacaktır. Yazar, Franklar için bölgenin fethi ve şehirlerin ele geçirilmesinin yeterli olmadığını kurumsal yapıların tesisine ihtiyaç olduğunu vurgulayarak bu manada tesis edilen kritik kurumun şansölyelik olduğunu ifade etmektedir. Bu kurumu dini alanda yapılan düzenlemelerin takip ettiğini söyleyen yazar, taht kavgaları ve entrikalarla dolu evlilikler konusunu masaya yatırmaktadır.

        Altıncı bölüm” Antakya ve Kudüs” şehirleri bağlamında ortaya çıkan mücadeleleri konu edinmektedir. Artukoğlularından İlgazi ve Antakya hâkimi Roger arasında cereyan eden savaşları kaynaklar eşliğinde sunan yazar, tarihe Kanlı Meydan Savaşı olarak geçen savaşta Roger’in öldüğünü ve bunun Hristiyan dünyada şok etkisi yarattığını söylemektedir. Latin kaynaklardan alıntı yapan yazar, kronik yazarlarının Roger’in ölümünü izah etmek için çeşitli yorumlarda bulunduklarını ifade etmektedir. Her iki kronikçinin (Galterius ve Foucher) Roger’i dünyeviliğe Antakya’yı da materyalizme batmış bir şekilde göstererek Tanrı’yı kendi lehine geri çekildiğini iddia ettiklerini aktarmaktadır. Yazar, Galterius ve İbn Kalânisî’nin bu savaştan sonra Müslümanların savunmasız kalan Antakya’ya saldırmamalarının şaşkınlığının aktarırken, İlgazi’nin kişisel zaaflarından dolayı İslam dünyasının büyük hedeflerine karşı ilgisizliğini de ayrıca dile getirmektedir. Yazar bu bölümün ger kalan kısmında uzun uzadıya Nablus konseyinden ve bu konseyde alınan kararlardan bahsetmektedir

        Yedinci bölümde yazar “İkinci Nesil” konusunu masaya yatırmaktadır. Kral II. Baudouin’in ölüm hadisesini aktaran yazar, kişiliği ve dönemi hakkında çarpıcı detaylar vermektedir. Saltanatı boyunca ortaya çıkan iç karışıklıklar, Kudüs patriği ile yaşadığı sorunlar ve en önemlisi Antakya meselesi ile uğraşması sonucu soylular arasında ciddi bir hınç oluşturması gibi ayrıntılara yer veren yazar, ölümünden sonra yerine geçen adaylar arasında adalete ve yönetme kapasitesine sahip gelmediğini söyleyerek Baudouin’e sahip çıkmaktadır. Prenses Alice’nin iktidar hırsı ve Folgues ile yaşanan sorunlar, Melisende Mezmurları bu bölümde işlenen diğer konulardır. Yazar, Baudouin ile Folgues arasında bir kıyaslama yaparak Folgues’in Antakya ile ilgilenmemesini eleştirir ve Willermus’tan şöyle bir alıntı yapar.” Eğer komşunuzun evi yanıyorsa kendi mülkünüz de tehlike altındadır.”

        Sekizinci bölüm “Zengi Tehdidi” adlı konuyu işlemektedir. Melisende’nin III. Baudouin ile eş hükümdar olarak taç giydiğini söyleyen yazar, Melisende etrafında dönen zıt fikirleri ustalıkla işlemektedir.  Melisende’nin kilisenin önemli bağışçısı olduğu için Willermus tarafından kayırıldığını savunan yazar, diğer kronikçilerin ise Latinlerin kraliçe döneminde Urfa’nın düştüğünü ve II. Haçlı seferinin Dımaşk önünde başarısız olduğunu söylemektedir. Yazar, Melisende için düşmanlıkla yaklaşanları zikrettikten sonra manastır dünyasının kadın düşmanlığının kaçınılmaz olduğunu birçok kaynakta tezahür ettiğini vurgulamaktadır. Urfa’nın Zengiler tarafından fethi ve gelişen olayları aktaran yazar, Süryani Mikail’den naklen Türklerin Ermeniler ve Grekler dışında tüm Frankları öldürdüklerini söylemektedir. II. Haçlı seferini ayrıntılarıyla aktaran yazar, Latin kroniklerini ustalıkla kullanmaktadır. Kronikler, en tehlikeli savaş olarak yansıttıkları II. Haçlı seferi yenilgisini ahlaki yetersizliğe ve ilahi desteğin geri çekilmesine bağlamışlardır. Nureddin ve İlgazi arasında bir karşılaştırma yapan yazar, İlgazi’yi cihada karşı lakayt olmakla suçlarken Nureddin’i birleşik bir Suriye için kendini adayan biri olarak sunmaktadır.

        Dokuzuncu bölüm “Frank Tesiri” konusuna ayrılmıştır. Askalan şehrinin Franklar için önemini aktaran yazar, Kudüs’e hâkim olan her idarecinin şehir için endişe duyduğunu belirtmektedir. Zira şehir Kudüs’ün savunmasında kilit rol oynamaktaydı. Askalan’ın tahkimat çalışmalarından sonra 1153 tarihine dönerek şehrin Franklarca ele geçirilişini ayrıntılarıyla vermektedir. Yazar, Askalan zaferinin Mısır’ın kapılarını Franklara açtığını ve Dımaşk yenilgisinin dengelendiğini Willermus Tyrensis’ten nakiller yaparak vermektedir. Nureddin Zengî’nin Banyas kuşatması ve sonrasında yaşananlar, Renaud de Châtillon’un esareti bu bölümün diğer konularıdır. Yazar, Kudüs’e ayrı bir başlık açar ve şehirdeki imar faaliyetleri ve sakinleri hakkında çarpıcı ayrıntılar vermektedir. Yazar şehrin yeniden iskân edilmesi için Müslümanların ve Yahudilerin teorik olarak burada yaşamasının yasaklanmasıyla gerçekleştiğini iddia etmektedir. Yazar, Kudüs’ün ele geçirilişinde münzevi bir keşişin Frankların şehre hücum etmeleri ve Rablerinin şehri onlara vereceğiyle ilgili kehanetin uydurma olduğunu söylemektedir. Ayrıca Papa’nın denizaşırı topraklara “bizim topraklarımız” diye demiş olmasının ciddiyetle okunması gerektiğini vurgulamaktadır.

        Onuncu bölüm “Kral Amaury”e ayrılmıştır.  Yazar, Amaury’nin krallığın baronları arasında şizmaya varacak derecede ciddi kavgaların arasından çıkarak halkın ve din adamlarının desteğini alarak seçildiğini aktarmaktadır.  Agnes ile evliliğinden dolayı ortaya çıkan sorunlar, Amaury’nin evli kadınlara olan zaafı bu bölümde yer alan konulardır. Amaury’nin hırslı bir kral olduğunu vurgulayan yazar, hırsının temelinde Mısır’ı ele geçirmek olduğunu aktarmaktadır. Mısır’da yaşanan vezirlik kavgaları, Şirkuh’un müdahaleleri sonucu yaşanan çatışmalara değinen yazar, jeopolitik konumundan dolayı Mısır’ın önemine değinmektedir. Amaury döneminde Bizans ile ilişkilerin düzeldiğini söyleyen yazar, samimi ortamın Doğuş Kilisesinin mozaiklerine bile yansıdığını iddia etmektedir. Krallığın Amaury döneminde Batı tarafından görmezden gelindiğini iddia eden yazar, Mısır seferi konusunda Amaury’nin yalnız bırakıldığını söylemektedir. Amaury döneminde yaşanan doğal afetlere değinen yazar, bölümün geri kalan kısmında Selahaddin aktörünün sahneye çıktığını ve İslam cihadına yeni bir boyut getirdiğini iddia etmektedir. Yazar, Latin ve İslam kaynakları üzerinden Amaury ve Nureddin karşılaştırmasını ustalıklı bir şekilde okuyucuya sunmaktadır.

        On birinci bölüm “Haçlı Devletlerinin Dağılması” konusunu ele almaktadır. Yazar Kudüs Krallığı ve İslam dünyasını yönetimsel bir karşılaştırmaya tabi tutmaktadır. İslam dünyasında Nureddin-Selahaddin gerginliğinin Nureddin’in ölümüyle Selahaddin lehine geliştiğini ifade eden yazar, benzer durumun Kudüs krallığında da yaşandığını söylemektedir. Amaury’in ölümü Dımaşk’takine benzer bir kriz oluşturduğunu söyleyen yazar, her iki hükümdardan sonra gelen haleflerin yetersiz ve küçük olduklarını ifade etmektedir. İslam dünyasındaki kriz Selahaddin’i ön plana çıkarırken karşı tarafta taht kavgalarına sebep oluyordu. Yaşanan savaşlar, yapılan antlaşmalardan kısaca bahseden yazar, tüm yaşananların krallığı sona doğru götürdüğünü söylemektedir. Hatta Willermus Tyrensis’n büyük bir buhranın içinde gördüğü krallığın tarihini kaydetmek istemediğini, ikna yoluyla tekrar eserini yazdığını aktaran yazar, son yazdıklarının depresif olduğunu söylemektedir.  Yazar ayrıca Willermus Tyrensis olmadan Haçlı devletleri tarihinin takip edilmesinin imkânsız olduğunu vurgulayarak, bir başka kronikçi Arnoul’u güvenilmez olarak sunmaktadır.

        On ikinci bölüm “Hıttîn Muharebesi ve Sonuçları” konusuna ayrılmıştır. Krallıktaki taht mücadelelerinden Guy de Lasignan Sbylla’nın eşi sıfatıyla kral olarak seçildiğini söyleyen yazar, endişe verici ve ihtilaflı yeni bir dönemin başladığını iddia etmektedir. Öte yandan Selahaddin cihad ruhunu yeniden uyandırmış ve büyük koalisyonu toplamayı başarmıştı. Yazar, Selahaddin’in İslam birliğini oluşturmak için Haçlılarla yaptığı antlaşmalara vurgu yapar ve Hıttîn’e giden süreci irdelemektedir. Hıttîn savaşını ve sonrasını ayrıntılarıyla aktaran yazar, Selahaddin’in önündeki diğer engellere yöneldiğini ve kolay hedeflerden başladığını iddia etmektedir. Bu arada Frank cephesinde Papa’ya yazılan mektuplardan bahsetmektedir. Selahaddin’in Kudüs kuşatmasına sözü getiren yazar, Selahaddin’in müzakere taleplerini reddettiğini aktarmaktadır. Bunun nedeni olarak da Selahaddin’in savaşı kazanacağına olan inancı ve din adamlarının 1099 katliamına karşı Selahaddin’den talep ettikleri intikam baskısını göstermektedir. Yazar son kısımda İbnü’l Esir’in Selahaddin’in yaptığı hatalarla ilgili görüşlerine yer vermektedir.

        “Üçüncü Haçlı Seferi” kitabın on üçüncü ve son bölümüdür. Kudüs’ün kaybı sonrası Batı’da yapılan hazırlıkları aktaran yazar, kilisenin yeni bir sefer için çabalarını çarpıcı bir dille aktarmaktadır. Bizans topraklarından geçerken karşılaşılan sorunları dile getiren yazar çarpıcı bir nakilde bulunur:” Bu pek de şaşılacak bir durum sayılmazdı, zira Grekler her zaman Roma Kilisesinden ve Latin Hristiyanlarından tiksinirdi.” Akka kuşatmasını detaylarıyla veren yazar, Frankların Batıdan gelen savaşçılarla desteklenirken, Selahaddin cihad çağrısıyla İslam dünyasından asker topluyordu. Uzun ve yıpratıcı çarpışmaların yaşandığını örneklerle açıklayan yazar, İslam tarihçilerinin savaş alanında kadın savaşçıların da olduğu iddialarını Hristiyan toplumu yozlaşmış değerlere sahip gösterme uğraşısı şeklinde yorumlamaktadır. (s. 468) Ancak aynı yazarın sayfa 471’de yenilginin sorumlusu olarak ahlaksızlığı, ordunun tavernalara, fahişelere ve kumara saplanma şeklinde sunması ayrıca incelenmelidir. Yaşananları Kilise ahlakçılığının abartısı olarak gören yazar, İmaduddin’den naklen 300 fahişeyi taşıyan bir geminin geldiğini de itiraf etmektedir. Akka savaşının önemine değinen yazar, bu savaşın fazlaca tartışıldığını, Franklar açısından taktiksel ve anlık bir başarıdan ibaret olduğu yorumlarına yer vermektedir. Müslümanlar açısından Akka kaybedilmişti ancak Kudüs hala ellerindeydi. Ayrıca karşı ordu da fazla zayiat vermişti.

        Sonuç bölümünde yazar, seferleri orta çağın olağanüstü başarısı olarak görmektedir. Haçlıların şehirler üzerinde kalıcı etkiler bıraktıklarını savunan yazar, ilk katılımcıları efsanevi niteliklere sahip olarak görmektedir. Kutsal mekânların Müslümanlarca istila edildiğinin inancının Latin Batı ve Haçlı Doğu için geçerli olduğunu söyleyen yazar, seferlerin sadece askerî olmadığını, kutsal mekânların yeniden inşasına da katkı sunduğunu iddia etmektedir. Yazar, Nâsıra’da Havarilerin misyonlarını resmeden ve 1908 yılına dek toprak altında kalan sütunları, Haçlı devletlerinin hem başarısı hem de onları yaratan toplumun dramatik yıkımının simgesi olarak görmektedir.

        Değerlendirme

        Kitap Papa’nın çağrısıyla başlayan ve iki yüz sene devam eden Haçlı seferleri sonucu bölgede kurulan devletlerin kuruluş süreci, ekonomik ve dini yapıları ile ilgili ilk elden bilgi içermektedir. Kronolojik bir tarih anlayışından ziyade yazarın önemli gördüğü ve on üç bölümde özetlediği konularla ilgili Latin ve Doğu kroniklerini ustalıkla kullanarak panoramik bir manzara sunmaktadır. Willermus’suz bir Haçlı tarihini imkânsız gören yazar, kitabın ana omurgasını bu kronik üzerine oturtmuştur. İlk kurulan Haçlı Devletlerini eşsiz vasıflara sahip olduklarını ve bölgede yeni bir medeniyet inşa ettiklerini ısrarla vurgulamaktadır. İlk dönem tarihçilerin kayıtlarından oluşturulan eser, Haçlılarla ilgili önemli tespitlere sahiptir. Harita ve diğer görsellerle oluşturulan eser, son bölümde verilen ana kaynaklar ve araştırma eserlerle konunun araştırmacıları için iyi bir kılavuz niteliğindedir.

 

 

 

 

 



[*] Mardin Artuklu Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi, hilalagalday@gmail.com

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar