2 Mart 2025 Pazar

Niye Geldin Ey “Ramazan”?

 


NİYE GELDİN EY “RAMAZAN”?

Doç. Dr. Cuma KARAN

Rahmetli nenem okumamış ancak dini duyarlığı olan bir insandı. Ramazan ayı geldiğinde bize hep şunu anlatırdı; “Ramazan yakışıklı, genç bir yiğit olarak gelir, sonunda yaşlı biri olarak gider.” Niye diye sorduğumuzda ise; “insanlar oruç tutmayınca üzüntüsünde kahr olur, yaşlanır gider.” Ama soramamıştım; “Niye geliyor Ramazan?” Genç gelen ve yaşlı olarak giden bir “Ramazan” metaforu uzun süre zihnimde yerini korudu. Öyle ise biz soralım; “Niye Geldin Ey Ramazan”?

Ramazan ayı maddi, manevi birçok hikmetleri olan bir ibadet ayıdır. Bu ayı anlamlı kılan Kuran’ın bu ayda inmesiyle beraber Oruç dediğimiz ibadetin farz kılınmış olmasıdır. Orucun katkı sağladığı alanlardan biri de bilinç dünyamızdır. Bilincin bilgi ile doğrudan bağı vardır. Nitekim Orucun farziyetiyle ilgili ayette “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi” (Bakara, 2/183) orucun önceki ümmetlere farz kılındığı bilgisini paylaşır. Bu açıdan bilinç bilgiye odaklanırken, şuur ise duygu ağırlık bir etkiye sahiptir. Aynı ayetin devamında “Allah’tan sakınmaya” dikkat çekerek şuur dünyamıza odaklanmaktadır. Bilgi ve şuur birleşmesinden de “davranış” çıkar. Yani Bilgi+Şuur= Davranış. “Eğitim” kavramı tanımlanırken, “beklenen amaç doğrultusunda oluşan davranış değişikliği” şeklindeki tanımı kapsamında bakıldığında da Ramazan aynı zamanda “bir eğitim” ayıdır. Bir aylık eğitim süreci bizim yıllık ana eğitimimizi oluşturmaktadır. Hz. Peygamber’in; “Allah’ım!...bizi Ramazan’a ulaştır” derken de bu eğitim ve birazdan değineceğimiz af ve fırsat dönemini kast etmiş olmalıdır.  Hani eskiden insanlar yıllık bütün erzakını, ihtiyacını harman zamanında tedarik ederlerdi. İşte Ramazan da bu açıdan bir harman mevsimidir.

İnsan için ihtiyaç olan oruca  bu açıdan bakıldığında oruç ibadeti sadece bu ümmete değil, önceki ümmetlere de farz kılınmış ve Allah önceki toplumların da buna muhatap olduğunu bilgisiyle Psiko-sosyolojik açıdan bilinç dünyamıza bir hatırlatmada bulunur. Tarihsel açıdan hemen hemen diğer bütün dinlerde de farklılıklarla beraber oruç metaforunun mevcudiyeti bu emrin hem ibadet hem de evrensel bir insanlık pratiği olduğu hakikatine bizi götürür. Ramazan Orucunun felsefesine, bilinç dünyamız ile ilgili noktadan bakıldığında; Allah, Kainat ve İnsan olmak üzere üç temel unsur görülür.

1.   Allah: Kur’an’ın değişik ayetlerinde Allah insana “ruhunda üflediğine” (Secde, 32/9; Hicr, 15/29) dikkat çeker. İnsana Allah’ın ruhundan üflenmiş olması insana tabir yerinde ise bir ilahlaşma meyli vermiştir. Şeytan da bu meyli her daim kullanmak için tetikte bekler. Ayrıca Allah kainat içinde sadece insan ile kendisi arasında ortak sıfatlar kabul etmiştir. “Zatî” sıfatları kendine has kılmış iken  kudret işitme, görme gibi “Subuti” sıfatları ise müşterek kılmıştır.

İnsan ile Allah ilişkisine üstten bakıldığında ise bu sefer isimlerine ayna olması dikkat çeker. Zira kainatta bütün esma-ı ilâhiyeye bir ayne-i samed olarak var edilen tek varlık insandır. Allah ile insan arasındaki bu ilişki kesbi bir durum olmayıp vehbi bir durumdur. Allah’ın insanı kendi esmasına tecelligah şerefiyle taltif etmesi, onu halife-i ru-i zemin yapmış, eşref-i mahlukat yapmış ve “Ahsen-i takvim” denilen en güzel yaratma ayrıcalığıyla en üst seviyede ona değer vermiş, bir kral gibi  görünmez melekleriyle de korumaya almıştır. Bu ayrıcalıklarla insana değer veren Allah, insanın da “bu değere layık olmasını” bekliyor. Bütün kainatı emrine verdiği insanın da kendisine itaat etmesini, bütün nimetlerine karşı bir şükr-i külli bekliyor. Bu şükr-i külli ise oruçla mükmil hale getirilmiştir. Dolayısıyla bu emir Allah’ın insanlardan istediği doğal haktır. Aksi durum insanı nankör eder. Bu durum ise azaba, ikaba müncerdir. Ayrıca ibadet ve şükrü istemesi insanın yükseldiği yüceliği korumasına matuftur. Aksi halde derece olarak aşağıya düşer. Allah da yüce konumla şereflendirdiği insanı aşağı durumda olmasını istemiyor. Bu sebeple onu bu emirlerle ona verdiği o yüce konumda korumak istiyor.

2. Kainat: Allah mükemmel bir şekilde yarattığı insana mükemmel bir kainatı içindeki nimetlerle beraber vermiştir. İnsan ise nefsine uyarak bu nimetleri yerli yerinde kullanmak yerine bazen gafet ile hakkını vermeyerek, kontrolsuz bir şekilde sanki malıymış gibi kullanarak gaflete düşer. “Suyunuz çekiliverse size yerden kaynayan suyu kim getirebilir? (Mülk, 67/30), Yahut Allah’ın lütfetiği rızkı kesiverse kim size verebilir (Mülk, 67/21) şeklinde bir çok ayet buna dikkat çeker. Kainata üretim katkısı olamayan tek varlık insandır. İnsan dışında her canlının kainat fabrikasında bir işi ve sağladığı bir katkısı vardır. Gördüğümüz ve göremediğimiz nice varlıklar bu kainat fabrikasın muti ve daimi işçileri olarak çalışır. Bütün bu çalışmanın hasılatını yiyen ise insandır. Dolayısıyla hiç katkı sağlamadığı kainat fabrikasında sadece bir tüketici olarak yer alırken bazen de kendini onun sahibi zannetmeye başlar. Nitekim Kuran da sembolik olarak bundan bahseder; “Sizin en büyük Rabbiniz benim” (Naziat, 79/24) diyen Firavun ve “Bu serveti sahip olduğum bilgi ile elde ettim(Kassas, 28/78) diyen Karun gibi insan kontrolden çıkar. Bu azgınlık durumu her insan için geçerli olabilir. Zira insana verilen duyulara fıtri bir sınır konulmamıştır. Onun için Fatiha Suresinde beş vakti namazda günde 40 defa “İstikametimizi daim eyle,” ifadesini Allah bize öğretmiştir. İşte insanın bu kontrolsüz durumuna karşı Allah, “Mülkümde her şeyi, her zaman istediğin gibi yapamazsın” emir ve yasaklarıyla “dur” diyor. İftar ile “Rab benim, mülk benim, iznim olmadan bir lokmayı ağzına götüremezsin.” İmsak vaktiyle de “artık bu saatten sonra yeme içme, şehvet vs. yasak, kendini tut, kendine gel” zaten imsak kelime olarak kainattaki nimetlere karşı “kendini tutmak, bazı durumlardan alıkoymak, maddi-manevi zırha bürünme anlamındadır. Nitekim Hz. Peygamber orucu “kalkan” (Buhârî, Savm, 2) olarak tanımlamıştır. İmsak emir ve yasak, iftar ise müjde, serbestiyet ve mükafat anıdır. İşte imsak ile iftar arasındaki bu süreç insanın ancak ve ancak Allah’ın kulu olduğunun, onun emriyle hareket ettiğinin, nefsin, şehvetin, şeytanın ve alışkanlıkların kulu olmadığının fili bir eğitimidir. “Nefisini ilahlaştıranı gördün mü(Furkan 25/43) ayetinin de hatırlattığı gibi, “Allah'ı ilah kabul etmeyen nefisini ilah edinmiştir.”

3. İnsan: Üzerinde en baskın iki merkez vardır. Bunlardan birincisi mide, diğeri de şehvettir. Mide ve şehvet birleştiğinde insan, hayvani dürtülerine teslim olur. O zaman insan kendisi olmaktan çıkar “hayvan” konumuna düşer. Nitekim Kur’an’da "Bel hum Adal/hayvanlardan daha aşağı”  (A’raf, 39/179) ifadesiyle bu tehlikeye dikkat çekiliyor. İmsak, insanın şehvetini ve iştahını kontrol etmesinin başlangıcıdır. Nimetler ve ona musallat olan başta nefis olmak üzere şeytan ve diğer unsurlar karşısında aciz olan insana Allah mücadele yönetimini, içten ve dıştan gelen bu saldırılara karşı direnmeyi öğretiyor. “Ahsen'i takvim” şeklinde yaratılmış olan insanın bu güzellik ve yücelikte kalmasını oruçla ortaya koyuyor. Bu açıdan bakıldığında Oruç insan için bir kontrol, azgın duygularına bir frenleme işlevine dikkat çekicidir. Nitekim Hz. Davud’un bir gün oruç, bir gün iftar yaptığı "Davudi Oruç" örneği veriliyor. Hz. Davut sıradan bir temsil değildir. Zira hem kral bütün yetkiler elinde, hem peygamber, hem de demiri eliyle eritme mucizesine sahip. Böylesi bir durumun kontrolü beşeriyet örneği açısından çok da kolay olmayabilir. Onun için de bir gün iftar bir gün oruç olan “Davudî Oruçla” kendini kontrol altına alıyor. Hz. Peygamber de haftanın Pazartesi ve Perşembe günleri, her ayın başı, sonu ve “Eyyamı  Bîd” denilen her ayın parlak beyaz günleri olan 13. 14. 15. günlerinde oruçlu olmuştur. (Buhârî, Savm, 60; Nesâî, Sıyâm, 84) Bütün bu günleri topladığımızda aslında ayın yarısını oruçla geçirdiği görülüyor. Dolayısıyla maddi yönden bu açlık “mide ve şehvetten kişiyi içten korurken, dıştan da gelen saldırı durumuna karşı yukarda da değindiğimiz gibi Hz. Peygamber; “Oruç bir kalkandır. Oruçlu, saygısızlık yapmasın, kötü konuşmasın. Eğer biri kendisiyle dövüşür veya sataşırsa, iki defa, "Ben oruçluyum" desin” (Buhârî, Savm, 2) savunma tarzını insana öğretmiştir.

İnsana nefsinin terbiye edildiği en güçlü ceza açlıktır. Şu kıssa olayı güzel özetler: Allah nefse sormuş; “men ene, vema ente/ben kimim sen kimsin?” Nefis; ene ene, ente ente/ben benim, sen sensin” her türlü azabından sonra aynı cevap alınca Allah bu sefer açlıkla cezalandırmış ve sormuş; “men ene veme ente/Ben kimim sen kimsin?” aç kalmış olan nefis bu sefer; “ente Rabbi rahim, ene abduke’l-‘aciz/Sen Yüce rabbimsin ben ise aciz kulunum” demiş.

Kalp, Mide ve Şehvet Üçlüsü: Manevi anlamda insanın anlayış merkezi sistemlerinden biri olan kalbin, mide ve şehvet saldırısı karşısında oruç “bir zırh” işlevini görüyor. Mide ve şehvete teslim olmuş bir bedendeki kalp artık esirdir, kendini ifade edemiyor. Manevi işlevini yitirmiş sadece biyolojik olarak vardır. Vicdan dünyası kararmıştır, ne acıyabilir, ne hissedebilir. Halbuki insanı beşeriyetten ayıran husus acıyabilmesidir. Beşer yaşayan, insan ise yaşama ile beraber bunu bilinç ve şuur ile hissedebilendir. İşte Oruçla Allah, kalbi mide ve şehvetin imhasından, istilasından koruyor. Oruç, kalbe ve bedenin maddi manevi bütün parçalarına bir bakımdır. Bundan dolayıdır ki Allah Rasulü sık sık tekrarladığı duasında; “Allah'ım bizi Ramazana ulaştır” demiştir.

Beden, Ruh ve Toplum Denklemi: Ramazandaki oruç, fiziksel olarak insan bedenini disipline ederken manevi olarak da ruhu güçlendirir ve insanı süflî ortamdan uzaklaştırarak Allah’a yaklaştırır. İnsan ruhu tek başına yaşamanın aksine toplumsal bir yaşam arzusuyla mutlu olur. Toplumsal varlığımızın belirtisi ise etrafımızı hissetmektir. Hissetmiyorsak o zaman yok hükmündeyiz. Toplumun içinde yer aldığımız halde toplum ile değilsek “toplum ailesi” açısından yokuz. Varlığımız diğer varlıklarla olan iletişim ve duyarlılık oranındadır. “dışımdakilerle ne kadar ilgiliyim? Acılarını ihtiyaçlarını hissedebiliyor muyum?” Bu duyarlılıkla kişi yaşadığı toplumda dayanışmayı artırır, fakirlerin halini anlamayı sağlar. Varlığını ispatlamış olur.

İtikaf: Ramazan Orucunun önemli aşamalarından biri “itikaftır. Bunu kısaca; kendini aşma, özgürleştirme, prangaları koparma olarak da tanımlamak mümkündür. Bu ibadet İslam öncesinde de vardı. Hz. Peygamber’in İslam öncesi yaptığı ibadet “hanifilikten” bozulmuş kavram olan “tahannüs” ibadeti idi. Hz. İbrahim'den kalan “hanifilik” kalıntılarından biriydi. Bunu devam ettiren Hz. Peygamber, Ramazan ayı boyunca Cebel-i Nur’a çıkar ve orada tefekküre dalardı. Bu cahiliye toplumunda saygın başka insanların da katıldığı önemli bir ibadet idi. Hz. Peygamber, peygamberlik öncesinde beş yıl boyunca buna devam etmiştir. Bu da nübüvvet öncesi hazırlığın en önemli aşamalarından biri kabul edilir. Bugün Ramazanın en büyük kazanımı ve fırsatı olan bu itikafı nerde ise unuttuk veya birileri bize unutturdu. Hz. Peygamber için bu kadar önemli olan bir durum, bizlere niçin bu kadar sıradan ve ilgisiz bir durumdur? Birçok İslam ülkesinde mescitlerde yüzlerce, binlerce kişi itikafa girerken ülkemizde neden birkaç camide birkaç kişi ile bu büyük ibadet geçiştirilmektedir?

Cahiliye toplumunda bugünkü anlamda bir oruç olmasa da bir oruç metaforu vardı. Cahiliye Arap şairlerinden olan Ümeyye b. Ebi’s-Salt şiirlerinde oruç tutanların cennetteki mükâfatından bahseder. Hatta bu oruç başlama vakti olan imsak “siyah iplikten beyaz ipliğin ayrılması” şeklinde cahiliye şiirlerinde yer almış (Bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, (h-y-d, maddesi) ve bu tanımlamaya benzer şekilde Bakara 187. ayeti imsakın sınırını çizmiştir.

Ramazan’ın Sistemine Dahil Olmak: Ramazan ayı tek başına birçok açıdan nimetlerle dolu olsa da buna dahil olmayan bir kişiye fayda sağlamaz. Af, bereket, mağfiret, cehennemden halas olarak tanımlasa da onu değerlendirmeyen biri bu durumdan faydalanamaz. Tıpkı; devletin vatandaşları için bir, af, kredi veya bir yardım kampanyası için baş vurmayı ve ilgili evrakı teslim etmesini istemeye benzer. Eğer kişi belirlenen sürede bu sisteme baş vurmazsa, devletin tanımladığı suç veya vergi affından faydalanamaz, vermek istediği finans veya krediden de istifade edemez. Sistemin açık olması yetmez, ona başvurmak ve gerekli hayır ve ibadet belgelerini eklemek gerekir. Bu ayda sistemi en çok kullanan Hz. Peygamber olmuştur. Rutin ibadetlerini bu ayda arttırmış, hatta Ramazanın son on gününü de itikaf ile tamamen mescitte geçirmiştir. Ramazan isminin, yaz sonunda ve güz mevsiminin başlarında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur” anlamındaki “ramadî” kelimesinden türediği rivayetiyle cahiliye döneminde de Ramazan ayı günahları silip süpüren, bereket, bolluk ayı” olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla Ramazanın gelmesi yetmez, “Biz Ramazan’a nasıl giriyoruz” sorusunun cevabı burada önem kazanmaktadır. Dolayısıyla salt Ramazan’ın gelmiş olması kişi için tek başına bir şey ifade etmez. Hatta fırsat verildiği halde fırsata tenezzül etmeyip değerlendirmeme cezası çekmesi de muhtemeldir.

Ramazan ayında af, mağfiret ve bereket sisteminin bir ay boyunca açık olmasıyla kişiyi canlandırırken aslında o kişiden de başkalarına can olmasını ister. Olmak yetmez, oluşturmak, çoğalmak, vesile olmak da en az olmak kadar önemlidir. Sahabeler eğer İslam'ı sadece kendileriyle sınırlı tutup dünyaya yaymasalardı bugün biz Müslüman olabilir miydik.? Safvan b. Muattal Adıyaman’da metfun, Ebû Eyyûb el-Ensârî (Halid b. Zeyd) İstanbul’da, Vehb b. Kebşe Çin’de metfundur. Hiçbir Sahabi “Ya Rabbi ruhumu Mekke veya Medine’de al dememiştir. En uzak diyarlara tebliğe gitmiş ve tebliğde bulundukları yerde vefat etmişlerdir. Dolayısıyla Ramazan ayını da bu açıdan bir fırsata dönüştürmeliyiz. Varlığımız başaklarına can olmalıdır.

Olumsuz Bir Dünya'nın Olumlu Üyesi Olmak: Ramazan mektebinin bize kazandırması gerektiği önemli hususlardan biri de, “olumsuz bir dünyada ben ne kadar olumluyum.? Problemli bir dünyada ben bu problemin parçası mıyım yoksa çözeni miyim? Değişim ve dönüşüme açık mıyım? Unutmayalım, kendini düzeltmek istemeyene Peygamber dahi fayda veremez. Bu açıdan iç dünyamızla, gerçeklerimizle mertçe yüzleşmek Ramazan’ın bize sunduğu en büyük fırsattır. Makam, mevki, maddi, manevi sahip olduğumuz bütün bu imkanlarımızdan insanlar ne kadar istifade ediyor? Beğenmediğimiz, basit gördüğümüz şeylerle bunlara hasret olanların durumunu hiç düşünebiliyor muyuz? Elimizde olmayanlardan dolayı şikâyet eden ile buna ulaşmak isteyip ulaşamayan milyonlarca insanın durumunu bilinç ve şuur dünyamızda değerlendirebiliyor muyuz? Bize verilenlerin şükrünü yeterince yapıyor muyuz ki verilmeyenin şikayetini yapalım? Unutmayalım, Allah’ın kainatta koyduğu bir kanun vardır; nimet gelir şükür görmezse gider. Şu ilahi uyarı bizler için parola olmalı: “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım, eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir” (İbrahim, 14/7)

Ramazan kimileri için kendini aç bırakma ayı, kimileri için de binlerce fırsatın barındığı bir aydır. Bakış açımız bu açıdan önemli. “Yılan içtiği su ile zehir verirken arı da aynı su ile bal verir” hakikatiyle bünyemiz bala mı yoksa zehire mi odaklı? Aslında hayatımızda da bakış açısı bu kadar nettir. Aynı su ama bünye farklı olunca su birinde zehir diğerinde bala dönüşebiliyor. Etrafımız bal mı zehir mi veriyoruz?

Ramazan mektebinin en önemli başlıklarından biri de şu ayettir: “Dünya hayatında onların geçimliklerini biz paylaştırdık. Bir kısmı diğerini istihdam etsin diye kimini kiminden derecelerle üstün kıldık.” (Zuhruf, 43/32) Bu ayet ışığında biz hangi noktadan istihdam ediliyoruz? Zenginliğimiz bize cennete yoldaş mı yoksa cehenneme çeken bir ağırlık, cehennem ateşi mi? İman ile tanışmış, namaz niyaz nimetiyle şereflenmiş birinin bundan mahrum olan bir insanın yardımına koşmaması da bu ayetin kapsamında yer alır. Bilgi de mal da bu kategoridedir. Her sahip olmak bir sorumluluktur. Zira hepsini veren biri vardır ve bununla da “Bir kısmı diğerini istihdam etsin diye kimini kiminden derecelerle üstün kıldık,” hakikati içindir.

Ramazan mektebinin diğer önemli başlıklardan biri de “İbadetlerin kapitalisti” olmaktan kendini kurtarmaktır. Keyfiyet yerine kemiyete, anlam yerine sayıya yoğunlaşmak o bereketin kazancını azaltır. Mesela camide namaz kılmanın 27 kat sevabı” müjdesini salt bir sevap açıdan ele almak işin hakikatine gözünü kapamaktır. Hz. Peygamber'in bu teşvikinde amaç; Müslümanları günde beş kez bir arada toplamak, sosyalleşmelerini sağlamak ve bir mektep olan cami ile Müslümanların ilişkisini sürekli canlı tutmaktır. Bu niyet ile gelenlere ek olarak da Allah’tan 27 kat sevabı ödülü de önümüze konuluyor. Hani “ödül” işten, başarıdan sonra değil miydi? Ancak biz iş ve başarı olmadan direk ödüle yönelerek işin özünü kaçırıyoruz. “Kur’an ayı olan Ramazan’ı Kuran’ı anlama, yaşama hedefinden onu okuma ve harf sevabının yarışına girme” yarışımız, bahsettiğimiz bu “ibadet kapitalizmin” bir yansıması olsa gerek.

Alışkanlıklarımızı Gözden Geçirme Fırsatı: Seküler yaşamın bize vurduğu en büyük darbe bizlere dayattığı alışkanlıklarına mahkum etmesidir.  Ramazan eğitimi bu emperyalist saldırıya dur demenin, kendi cephesini buna karşı tahkim etmenin fırsatıdır. İslami veya insani olmayan ancak tuzağına düştüğümüz nice olumsuz alışkanlıkları daha güzeliyle değiştirme fırsatıdır. Öfkemizi kontrol etme, dilimizi gıybetten koruma, midemizi enkazın çöplüğünden kurtarma fırsatı, maddi ve manevi organlarımızın kendine gelme fırsatıdır.

Başlığımıza dönelim; “Niye Geldin Ramazan?

İyi ki geldin Ey Ramazan, Hoş geldin Ramazan.

Ehlen ve sehlen ya Şehr-i Ramazan

Ser ser u ser çavan, ey meha ğufran.


 

 


3 yorum:

  1. Kaleminize sağlık hocam.

    YanıtlaSil
  2. ALLÂH razı olsun

    YanıtlaSil
  3. Muhteşem bir değerlendirme. Ramazan ayını tüm yönleri ile ele almışsınız. Çok istifade ettim. Allah razı olsun.

    YanıtlaSil

Yazarlar