NİYE GELDİN EY “RAMAZAN”?
Doç. Dr. Cuma
KARAN
Rahmetli nenem okumamış ancak dini duyarlığı olan bir insandı. Ramazan ayı geldiğinde bize hep şunu anlatırdı; “Ramazan yakışıklı, genç bir yiğit olarak gelir, sonunda yaşlı biri olarak gider.” Niye diye sorduğumuzda ise; “insanlar oruç tutmayınca üzüntüsünde kahr olur, yaşlanır gider.” Ama soramamıştım; “Niye geliyor Ramazan?” Genç gelen ve yaşlı olarak giden bir “Ramazan” metaforu uzun süre zihnimde yerini korudu. Öyle ise biz soralım; “Niye Geldin Ey Ramazan”?
Ramazan ayı
maddi, manevi birçok hikmetleri olan bir ibadet ayıdır. Bu ayı anlamlı kılan
Kuran’ın bu ayda inmesiyle beraber Oruç dediğimiz ibadetin farz kılınmış
olmasıdır. Orucun katkı sağladığı alanlardan biri de bilinç dünyamızdır.
Bilincin bilgi ile doğrudan bağı vardır. Nitekim Orucun farziyetiyle ilgili
ayette “Sizden öncekilere farz kılındığı gibi” (Bakara, 2/183) orucun
önceki ümmetlere farz kılındığı bilgisini paylaşır. Bu açıdan bilinç bilgiye
odaklanırken, şuur ise duygu ağırlık bir etkiye sahiptir. Aynı ayetin devamında
“Allah’tan sakınmaya” dikkat çekerek şuur dünyamıza odaklanmaktadır. Bilgi ve
şuur birleşmesinden de “davranış” çıkar. Yani Bilgi+Şuur= Davranış. “Eğitim”
kavramı tanımlanırken, “beklenen amaç doğrultusunda oluşan davranış
değişikliği” şeklindeki tanımı kapsamında bakıldığında da Ramazan aynı zamanda
“bir eğitim” ayıdır. Bir aylık eğitim süreci bizim yıllık ana eğitimimizi
oluşturmaktadır. Hz. Peygamber’in; “Allah’ım!...bizi Ramazan’a ulaştır” derken
de bu eğitim ve birazdan değineceğimiz af ve fırsat dönemini kast etmiş
olmalıdır. Hani eskiden insanlar yıllık bütün
erzakını, ihtiyacını harman zamanında tedarik ederlerdi. İşte Ramazan da bu
açıdan bir harman mevsimidir.
İnsan için
ihtiyaç olan oruca bu açıdan
bakıldığında oruç ibadeti sadece bu ümmete değil, önceki ümmetlere de farz
kılınmış ve Allah önceki toplumların da buna muhatap olduğunu bilgisiyle Psiko-sosyolojik
açıdan bilinç dünyamıza bir hatırlatmada bulunur. Tarihsel açıdan hemen hemen
diğer bütün dinlerde de farklılıklarla beraber oruç metaforunun mevcudiyeti bu
emrin hem ibadet hem de evrensel bir insanlık pratiği olduğu hakikatine bizi
götürür. Ramazan Orucunun felsefesine, bilinç dünyamız ile ilgili noktadan
bakıldığında; Allah, Kainat ve İnsan olmak üzere üç temel unsur görülür.
1.
Allah: Kur’an’ın değişik ayetlerinde Allah
insana “ruhunda üflediğine” (Secde, 32/9; Hicr, 15/29) dikkat çeker.
İnsana Allah’ın ruhundan üflenmiş olması insana tabir yerinde ise bir ilahlaşma
meyli vermiştir. Şeytan da bu meyli her daim kullanmak için tetikte bekler.
Ayrıca Allah kainat içinde sadece insan ile kendisi arasında ortak sıfatlar
kabul etmiştir. “Zatî” sıfatları kendine has kılmış iken kudret işitme, görme gibi “Subuti” sıfatları
ise müşterek kılmıştır.
İnsan ile Allah
ilişkisine üstten bakıldığında ise bu sefer isimlerine ayna olması dikkat çeker.
Zira kainatta bütün esma-ı ilâhiyeye bir ayne-i samed olarak var edilen tek
varlık insandır. Allah ile insan arasındaki bu ilişki kesbi bir durum olmayıp
vehbi bir durumdur. Allah’ın insanı kendi esmasına tecelligah şerefiyle taltif
etmesi, onu halife-i ru-i zemin yapmış, eşref-i mahlukat yapmış ve “Ahsen-i
takvim” denilen en güzel yaratma ayrıcalığıyla en üst seviyede ona değer
vermiş, bir kral gibi görünmez melekleriyle
de korumaya almıştır. Bu ayrıcalıklarla insana değer veren Allah, insanın da
“bu değere layık olmasını” bekliyor. Bütün kainatı emrine verdiği insanın da
kendisine itaat etmesini, bütün nimetlerine karşı bir şükr-i külli bekliyor. Bu
şükr-i külli ise oruçla mükmil hale getirilmiştir. Dolayısıyla bu emir Allah’ın
insanlardan istediği doğal haktır. Aksi durum insanı nankör eder. Bu durum ise
azaba, ikaba müncerdir. Ayrıca ibadet ve şükrü istemesi insanın yükseldiği
yüceliği korumasına matuftur. Aksi halde derece olarak aşağıya düşer. Allah da
yüce konumla şereflendirdiği insanı aşağı durumda olmasını istemiyor. Bu
sebeple onu bu emirlerle ona verdiği o yüce konumda korumak istiyor.
2. Kainat: Allah mükemmel bir şekilde yarattığı insana mükemmel bir kainatı
içindeki nimetlerle beraber vermiştir. İnsan ise nefsine uyarak bu nimetleri
yerli yerinde kullanmak yerine bazen gafet ile hakkını vermeyerek, kontrolsuz
bir şekilde sanki malıymış gibi kullanarak gaflete düşer. “Suyunuz
çekiliverse size yerden kaynayan suyu kim getirebilir? (Mülk, 67/30),
Yahut Allah’ın lütfetiği rızkı kesiverse kim size verebilir (Mülk, 67/21) şeklinde bir çok ayet buna dikkat
çeker. Kainata üretim katkısı olamayan tek varlık insandır. İnsan dışında her
canlının kainat fabrikasında bir işi ve sağladığı bir katkısı vardır.
Gördüğümüz ve göremediğimiz nice varlıklar bu kainat fabrikasın muti ve daimi
işçileri olarak çalışır. Bütün bu çalışmanın hasılatını yiyen ise insandır.
Dolayısıyla hiç katkı sağlamadığı kainat fabrikasında sadece bir tüketici olarak
yer alırken bazen de kendini onun sahibi zannetmeye başlar. Nitekim Kuran da
sembolik olarak bundan bahseder; “Sizin en büyük Rabbiniz benim” (Naziat, 79/24) diyen Firavun
ve “Bu serveti sahip olduğum bilgi ile elde ettim” (Kassas, 28/78) diyen Karun
gibi insan kontrolden çıkar. Bu azgınlık durumu her insan için geçerli
olabilir. Zira insana verilen duyulara fıtri bir sınır konulmamıştır. Onun için
Fatiha Suresinde beş vakti namazda günde 40 defa “İstikametimizi daim eyle,”
ifadesini Allah bize öğretmiştir. İşte insanın bu kontrolsüz durumuna karşı
Allah, “Mülkümde her şeyi, her zaman istediğin gibi yapamazsın” emir ve
yasaklarıyla “dur” diyor. İftar ile “Rab benim, mülk benim, iznim olmadan bir
lokmayı ağzına götüremezsin.” İmsak vaktiyle de “artık bu saatten sonra yeme
içme, şehvet vs. yasak, kendini tut, kendine gel” zaten imsak kelime olarak
kainattaki nimetlere karşı “kendini tutmak, bazı durumlardan alıkoymak,
maddi-manevi zırha bürünme anlamındadır. Nitekim Hz. Peygamber orucu “kalkan” (Buhârî, Savm, 2) olarak
tanımlamıştır. İmsak emir ve yasak, iftar ise müjde, serbestiyet
ve mükafat anıdır. İşte imsak ile iftar arasındaki bu süreç insanın ancak ve
ancak Allah’ın kulu olduğunun, onun emriyle hareket ettiğinin, nefsin,
şehvetin, şeytanın ve alışkanlıkların kulu olmadığının fili bir eğitimidir. “Nefisini
ilahlaştıranı gördün mü” (Furkan 25/43) ayetinin de hatırlattığı gibi, “Allah'ı ilah kabul etmeyen nefisini
ilah edinmiştir.”
3. İnsan: Üzerinde en baskın iki merkez vardır. Bunlardan birincisi mide,
diğeri de şehvettir. Mide ve şehvet birleştiğinde insan, hayvani dürtülerine
teslim olur. O zaman insan kendisi olmaktan çıkar “hayvan” konumuna düşer.
Nitekim Kur’an’da "Bel hum Adal/hayvanlardan daha aşağı” (A’raf, 39/179) ifadesiyle bu tehlikeye dikkat çekiliyor. İmsak, insanın şehvetini
ve iştahını kontrol etmesinin başlangıcıdır. Nimetler ve ona musallat olan
başta nefis olmak üzere şeytan ve diğer unsurlar karşısında aciz olan insana
Allah mücadele yönetimini, içten ve dıştan gelen bu saldırılara karşı direnmeyi
öğretiyor. “Ahsen'i takvim” şeklinde yaratılmış olan insanın bu güzellik ve
yücelikte kalmasını oruçla ortaya koyuyor. Bu açıdan bakıldığında Oruç insan
için bir kontrol, azgın duygularına bir frenleme işlevine dikkat çekicidir.
Nitekim Hz. Davud’un bir gün oruç, bir gün iftar yaptığı "Davudi
Oruç" örneği veriliyor. Hz. Davut sıradan bir temsil değildir. Zira hem
kral bütün yetkiler elinde, hem peygamber, hem de demiri eliyle eritme
mucizesine sahip. Böylesi bir durumun kontrolü beşeriyet örneği açısından çok
da kolay olmayabilir. Onun için de bir gün iftar bir gün oruç olan “Davudî
Oruçla” kendini kontrol altına alıyor. Hz. Peygamber de haftanın Pazartesi ve
Perşembe günleri, her ayın başı, sonu ve “Eyyamı Bîd” denilen her ayın parlak beyaz günleri
olan 13. 14. 15. günlerinde oruçlu olmuştur. (Buhârî,
Savm, 60; Nesâî, Sıyâm, 84) Bütün bu
günleri topladığımızda aslında ayın yarısını oruçla geçirdiği görülüyor.
Dolayısıyla maddi yönden bu açlık “mide ve şehvetten kişiyi içten korurken,
dıştan da gelen saldırı durumuna karşı yukarda da değindiğimiz gibi Hz.
Peygamber; “Oruç bir kalkandır. Oruçlu, saygısızlık yapmasın, kötü konuşmasın.
Eğer biri kendisiyle dövüşür veya sataşırsa, iki defa, "Ben oruçluyum"
desin” (Buhârî, Savm, 2) savunma tarzını
insana öğretmiştir.
İnsana nefsinin
terbiye edildiği en güçlü ceza açlıktır. Şu kıssa olayı güzel özetler: Allah
nefse sormuş; “men ene, vema ente/ben kimim sen kimsin?” Nefis; ene ene, ente
ente/ben benim, sen sensin” her türlü azabından sonra aynı cevap alınca Allah
bu sefer açlıkla cezalandırmış ve sormuş; “men ene veme ente/Ben kimim sen
kimsin?” aç kalmış olan nefis bu sefer; “ente Rabbi rahim, ene abduke’l-‘aciz/Sen
Yüce rabbimsin ben ise aciz kulunum” demiş.
Kalp, Mide ve
Şehvet Üçlüsü: Manevi anlamda insanın anlayış
merkezi sistemlerinden biri olan kalbin, mide ve şehvet saldırısı karşısında
oruç “bir zırh” işlevini görüyor. Mide ve şehvete teslim olmuş bir bedendeki
kalp artık esirdir, kendini ifade edemiyor. Manevi işlevini yitirmiş sadece
biyolojik olarak vardır. Vicdan dünyası kararmıştır, ne acıyabilir, ne
hissedebilir. Halbuki insanı beşeriyetten ayıran husus acıyabilmesidir. Beşer
yaşayan, insan ise yaşama ile beraber bunu bilinç ve şuur ile hissedebilendir.
İşte Oruçla Allah, kalbi mide ve şehvetin imhasından, istilasından koruyor.
Oruç, kalbe ve bedenin maddi manevi bütün parçalarına bir bakımdır. Bundan
dolayıdır ki Allah Rasulü sık sık tekrarladığı duasında; “Allah'ım bizi Ramazana
ulaştır” demiştir.
Beden, Ruh ve
Toplum Denklemi: Ramazandaki oruç, fiziksel olarak
insan bedenini disipline ederken manevi olarak da ruhu güçlendirir ve insanı
süflî ortamdan uzaklaştırarak Allah’a yaklaştırır. İnsan ruhu tek başına
yaşamanın aksine toplumsal bir yaşam arzusuyla mutlu olur. Toplumsal
varlığımızın belirtisi ise etrafımızı hissetmektir. Hissetmiyorsak o zaman yok
hükmündeyiz. Toplumun içinde yer aldığımız halde toplum ile değilsek “toplum
ailesi” açısından yokuz. Varlığımız diğer varlıklarla olan iletişim ve
duyarlılık oranındadır. “dışımdakilerle ne kadar ilgiliyim? Acılarını
ihtiyaçlarını hissedebiliyor muyum?” Bu duyarlılıkla kişi yaşadığı toplumda dayanışmayı
artırır, fakirlerin halini anlamayı sağlar. Varlığını ispatlamış olur.
İtikaf: Ramazan Orucunun önemli aşamalarından biri “itikaftır. Bunu
kısaca; kendini aşma, özgürleştirme, prangaları koparma olarak da tanımlamak
mümkündür. Bu ibadet İslam öncesinde de vardı. Hz. Peygamber’in İslam öncesi
yaptığı ibadet “hanifilikten” bozulmuş kavram olan “tahannüs” ibadeti idi. Hz.
İbrahim'den kalan “hanifilik” kalıntılarından biriydi. Bunu devam ettiren Hz.
Peygamber, Ramazan ayı boyunca Cebel-i Nur’a çıkar ve orada tefekküre dalardı.
Bu cahiliye toplumunda saygın başka insanların da katıldığı önemli bir ibadet
idi. Hz. Peygamber, peygamberlik öncesinde beş yıl boyunca buna devam etmiştir.
Bu da nübüvvet öncesi hazırlığın en önemli aşamalarından biri kabul edilir.
Bugün Ramazanın en büyük kazanımı ve fırsatı olan bu itikafı nerde ise unuttuk
veya birileri bize unutturdu. Hz. Peygamber için bu kadar önemli olan bir
durum, bizlere niçin bu kadar sıradan ve ilgisiz bir durumdur? Birçok İslam
ülkesinde mescitlerde yüzlerce, binlerce kişi itikafa girerken ülkemizde neden
birkaç camide birkaç kişi ile bu büyük ibadet geçiştirilmektedir?
Cahiliye
toplumunda bugünkü anlamda bir oruç olmasa da bir oruç metaforu vardı.
Cahiliye Arap şairlerinden olan Ümeyye b. Ebi’s-Salt şiirlerinde oruç
tutanların cennetteki mükâfatından bahseder. Hatta bu oruç başlama vakti olan imsak
“siyah iplikten beyaz ipliğin ayrılması” şeklinde cahiliye şiirlerinde yer
almış (Bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, (h-y-d, maddesi) ve bu tanımlamaya benzer şekilde Bakara 187. ayeti imsakın
sınırını çizmiştir.
Ramazan’ın
Sistemine Dahil Olmak: Ramazan ayı tek
başına birçok açıdan nimetlerle dolu olsa da buna dahil olmayan bir kişiye
fayda sağlamaz. Af, bereket, mağfiret, cehennemden halas olarak tanımlasa da
onu değerlendirmeyen biri bu durumdan faydalanamaz. Tıpkı; devletin
vatandaşları için bir, af, kredi veya bir yardım kampanyası için baş vurmayı ve
ilgili evrakı teslim etmesini istemeye benzer. Eğer kişi belirlenen sürede bu
sisteme baş vurmazsa, devletin tanımladığı suç veya vergi affından
faydalanamaz, vermek istediği finans veya krediden de istifade edemez. Sistemin
açık olması yetmez, ona başvurmak ve gerekli hayır ve ibadet belgelerini
eklemek gerekir. Bu ayda sistemi en çok kullanan Hz. Peygamber olmuştur. Rutin
ibadetlerini bu ayda arttırmış, hatta Ramazanın son on gününü de itikaf ile
tamamen mescitte geçirmiştir. Ramazan isminin, yaz sonunda ve güz mevsiminin
başlarında yağıp yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur” anlamındaki “ramadî”
kelimesinden türediği rivayetiyle cahiliye döneminde de Ramazan ayı günahları
silip süpüren, bereket, bolluk ayı” olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla
Ramazanın gelmesi yetmez, “Biz Ramazan’a nasıl giriyoruz” sorusunun cevabı
burada önem kazanmaktadır. Dolayısıyla salt Ramazan’ın gelmiş olması kişi için tek
başına bir şey ifade etmez. Hatta fırsat verildiği halde fırsata tenezzül
etmeyip değerlendirmeme cezası çekmesi de muhtemeldir.
Ramazan ayında
af, mağfiret ve bereket sisteminin bir ay boyunca açık olmasıyla kişiyi
canlandırırken aslında o kişiden de başkalarına can olmasını ister. Olmak
yetmez, oluşturmak, çoğalmak, vesile olmak da en az olmak kadar önemlidir.
Sahabeler eğer İslam'ı sadece kendileriyle sınırlı tutup dünyaya yaymasalardı
bugün biz Müslüman olabilir miydik.? Safvan b. Muattal Adıyaman’da metfun, Ebû
Eyyûb el-Ensârî (Halid b. Zeyd) İstanbul’da, Vehb b. Kebşe Çin’de metfundur.
Hiçbir Sahabi “Ya Rabbi ruhumu Mekke veya Medine’de al dememiştir. En uzak
diyarlara tebliğe gitmiş ve tebliğde bulundukları yerde vefat etmişlerdir.
Dolayısıyla Ramazan ayını da bu açıdan bir fırsata dönüştürmeliyiz. Varlığımız
başaklarına can olmalıdır.
Olumsuz Bir
Dünya'nın Olumlu Üyesi Olmak: Ramazan
mektebinin bize kazandırması gerektiği önemli hususlardan biri de, “olumsuz bir
dünyada ben ne kadar olumluyum.? Problemli bir dünyada ben bu problemin parçası
mıyım yoksa çözeni miyim? Değişim ve dönüşüme açık mıyım? Unutmayalım, kendini
düzeltmek istemeyene Peygamber dahi fayda veremez. Bu açıdan iç dünyamızla,
gerçeklerimizle mertçe yüzleşmek Ramazan’ın bize sunduğu en büyük
fırsattır. Makam, mevki, maddi, manevi sahip olduğumuz bütün bu imkanlarımızdan
insanlar ne kadar istifade ediyor? Beğenmediğimiz, basit gördüğümüz şeylerle
bunlara hasret olanların durumunu hiç düşünebiliyor muyuz? Elimizde
olmayanlardan dolayı şikâyet eden ile buna ulaşmak isteyip ulaşamayan
milyonlarca insanın durumunu bilinç ve şuur dünyamızda değerlendirebiliyor
muyuz? Bize verilenlerin şükrünü yeterince yapıyor muyuz ki verilmeyenin
şikayetini yapalım? Unutmayalım, Allah’ın kainatta koyduğu bir kanun vardır;
nimet gelir şükür görmezse gider. Şu ilahi uyarı bizler için parola olmalı: “Eğer
şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım, eğer nankörlük ederseniz hiç
şüphesiz azabım çok şiddetlidir” (İbrahim, 14/7)
Ramazan kimileri
için kendini aç bırakma ayı, kimileri için de binlerce fırsatın barındığı bir
aydır. Bakış açımız bu açıdan önemli. “Yılan içtiği su ile zehir verirken arı
da aynı su ile bal verir” hakikatiyle bünyemiz bala mı yoksa zehire mi odaklı?
Aslında hayatımızda da bakış açısı bu kadar nettir. Aynı su ama bünye farklı
olunca su birinde zehir diğerinde bala dönüşebiliyor. Etrafımız bal mı zehir mi
veriyoruz?
Ramazan
mektebinin en önemli başlıklarından biri de şu ayettir: “Dünya hayatında
onların geçimliklerini biz paylaştırdık. Bir kısmı diğerini istihdam etsin diye
kimini kiminden derecelerle üstün kıldık.” (Zuhruf,
43/32) Bu ayet ışığında biz hangi noktadan istihdam ediliyoruz?
Zenginliğimiz bize cennete yoldaş mı yoksa cehenneme çeken bir ağırlık,
cehennem ateşi mi? İman ile tanışmış, namaz niyaz nimetiyle şereflenmiş birinin
bundan mahrum olan bir insanın yardımına koşmaması da bu ayetin kapsamında yer
alır. Bilgi de mal da bu kategoridedir. Her sahip olmak bir sorumluluktur. Zira
hepsini veren biri vardır ve bununla da “Bir kısmı diğerini istihdam etsin
diye kimini kiminden derecelerle üstün kıldık,” hakikati içindir.
Ramazan
mektebinin diğer önemli başlıklardan biri de “İbadetlerin kapitalisti” olmaktan
kendini kurtarmaktır. Keyfiyet yerine kemiyete, anlam yerine sayıya yoğunlaşmak
o bereketin kazancını azaltır. Mesela camide namaz kılmanın 27 kat sevabı”
müjdesini salt bir sevap açıdan ele almak işin hakikatine gözünü kapamaktır.
Hz. Peygamber'in bu teşvikinde amaç; Müslümanları günde beş kez bir arada
toplamak, sosyalleşmelerini sağlamak ve bir mektep olan cami ile Müslümanların
ilişkisini sürekli canlı tutmaktır. Bu niyet ile gelenlere ek olarak da
Allah’tan 27 kat sevabı ödülü de önümüze konuluyor. Hani “ödül” işten,
başarıdan sonra değil miydi? Ancak biz iş ve başarı olmadan direk ödüle
yönelerek işin özünü kaçırıyoruz. “Kur’an ayı olan Ramazan’ı Kuran’ı anlama,
yaşama hedefinden onu okuma ve harf sevabının yarışına girme” yarışımız,
bahsettiğimiz bu “ibadet kapitalizmin” bir yansıması olsa gerek.
Alışkanlıklarımızı
Gözden Geçirme Fırsatı: Seküler yaşamın
bize vurduğu en büyük darbe bizlere dayattığı alışkanlıklarına mahkum
etmesidir. Ramazan eğitimi bu emperyalist
saldırıya dur demenin, kendi cephesini buna karşı tahkim etmenin fırsatıdır.
İslami veya insani olmayan ancak tuzağına düştüğümüz nice olumsuz alışkanlıkları
daha güzeliyle değiştirme fırsatıdır. Öfkemizi kontrol etme, dilimizi gıybetten
koruma, midemizi enkazın çöplüğünden kurtarma fırsatı, maddi ve manevi
organlarımızın kendine gelme fırsatıdır.
Başlığımıza
dönelim; “Niye Geldin Ramazan?
İyi
ki geldin Ey Ramazan, Hoş geldin Ramazan.
Ehlen
ve sehlen ya Şehr-i Ramazan
Ser
ser u ser çavan, ey meha ğufran.
Kaleminize sağlık hocam.
YanıtlaSilALLÂH razı olsun
YanıtlaSilMuhteşem bir değerlendirme. Ramazan ayını tüm yönleri ile ele almışsınız. Çok istifade ettim. Allah razı olsun.
YanıtlaSil