CANLILARDA İNCE
AYAR
Celil ÇELİK
Canlı organizmaların yapısal, kimyasal ve genetik düzeyde işleyişleri incelendiğinde, yaşamın sürdürülebilirliği için, çok sayıda koşulun eşzamanlı ve uyumlu bir şekilde karşılandığı görülür. Bu durum, biyolojik sistemlerde de ince ayarın geçerli olduğunu ve yaşamın rastlantılarla açıklanamayacak kadar karmaşık ve düzenli olduğunu gösterir.[1] Her canlı, bir mühendislik harikasıdır. Her canlı, bir sanat harikasıdır.
Biyolojide hayatın
kökenini açıklamaya çalışan yaygın iki teori bulunmaktadır. Bunlardan biri
“Yaratılış Teorisi” veya “Bilinçli Tasarım Teorisi” olarak bilinir.[2]
Diğeri ise “Evrim Teorisi” veya “Darwinizm” olarak bilinir.[3]
Yaratılış teorisine
göre canlıların yapısı tesadüfle açıklanamayacak oranda karmaşıktır. Bütün
bilimsel veriler tesadüfü yalanlamaktadır. Canlılar, akıllı ve kudretli bir
varlık tarafından yaratılmıştır. Bir tür diğer bir türden evrimleşmemiştir.
Canlı türleri birbirlerinden ayrı olarak yaratılmıştır.
Yaratılışı savunan bilim adamları, bilimsel olarak
tek açıklamanın yaratılış olduğunu gördüklerinden ve bu konuda vicdanen dürüst
davrandıklarından dolayı yaratılışı savunmaktadırlar.
Evrim
teorisine göre ise, canlılar, çevre koşullarına uyum sağlamak için zamanla
özellikler kazanmıştır. Tüm türler, ortak ataya dayanan bir evrimsel süreçle
zamanla farklılaşmıştır. Örneğin kuşlar, sürüngen atalarından; sürüngenler
amfibilerden; amfibiler ise balık benzeri canlılardan evrimleşmiştir. İlk canlı
organizma ise, hücrelerin suda tesadüfen birleşmesi ile oluşmuştur. İlk hücre
ise, karmaşık organik moleküllerin suda kademeli olarak organize olması ve
kendi kendini kopyalayabilen yapıya dönüşmesi ile ortaya çıkmıştır. Hücreyi
oluşturan protein molekülleri ise, amino asit adı verilen daha küçük
moleküllerin suda tesadüfen bir araya gelmesi ve bir zincir oluşturması ile
meydana gelmiştir. Amino asitler ise, yıldırımlar sayesinde farklı atomların kimyasal
reaksiyonla bir araya gelmesiyle oluşmuştur.
Basit canlıların
karmaşık canlılara tedrici olarak evrimleştiğini iddia eden evrim teorisi, eğer
bu iddiasında Yüce Allah’ın kudretine dayanmıyor ise ve salt tabiat şartlarına
dayanıyor ise, entropi kanununa aykırıdır.[4] Tedrici düzen artışı, salt doğal süreçlere dayandırılamaz.
Canlı sistemlerin entropisi, çevre sayesinde geçici olarak sabit kalır. Ancak
çevre, canlı sistemlerde düzen artışı sağlamaz. Canlı sistemlerin indirgenemez
karmaşıklığı, kademeli ve rastgele süreçlerle açıklanamaz.[5]
Darwin’e kadar da biyoloji bilimine Yüce Yaratıcı’nın
yaratma sanatını gösteren bir bilim dalı olarak bakılmakta idi. Ancak derin
devletler, ilerleyen bilimin sunduğu yaratılış kanıtlarından rahatsızlık
duydular, biyolojiyi materyalizme uyarlamak için büyük çaba sarf ettiler. Evrim
teorisi, Tanrı fikrinden rahatsızlık duyan ateistlerin din gibi inandıkları bir
düşünce halini almıştır. Evrim teorisi, materyalizmin bilimdeki en büyük
dayanağı olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte teistlerden de darwinizmi
savunanlar bulunmaktadır. Buna “Teistik Evrim” denilir.[6]
Kimileri ise, bazı üniversiteler evrim
savunması içermeyen akademik tezleri kabul etmediği için, evrimi zoraki
savunmak zorunda kalmaktadır.
Evrim teorisi, bilimsel bir gerçek olduğu için
değil, insanların bilimsel olduğunu zannetmesi için savunulmaktadır. Evrim
teorisi, tahmin ve varsayım olmaktan öte ispatlanmış hiçbir veri içermez. Buna
rağmen sanki 2*2=4 gibi ispatlanmış bir gerçekmiş gibi, basın, yayın ve okul
kitapları aracılığı ile dünya üzerinde yoğun propagandası yapılır.
Propagandalarda hayali çizilen yarı insan yarı maymun resimleri, uydurulmuş
latince isimlerle evrimin gelişme aşamaları olarak gösterilir. Propagandalarda
beyaz önlüklü ve kalın gözlüklü bilim adamı imajı da kullanılır. Bunu gören
kimileri bilimsel bir gerçekle karşılaştığını zanneder. Aşırı yoğun telkin de
inandırmada etkilidir. Yoğun telkinler kişinin bilinçaltını etkiler.
Bilinçaltında biriken telkinler zamanla bilince taşar.
Yaratılış
teorisi ise, bir teori değildir, gerçeğin ta kendisidir. Bütün bilimsel
veriler, bilinçli bir tasarımı açıkça göstermektedir. Yüce Yaratıcı’nın
varlığını kabul etmek, mantıksal ve vicdani bir zorunluluktur. Yaratılış
teorisi gerçek bilimdir. Yaratılış teorisi, bir teori değildir, bilimsel bir
kanundur. Ancak materyalistler, yaratılış teorisini sözde bilim olarak görürler
ve savunucularını cehalet veya çarpıtmayla suçlarlar. Bu ithamı yapan
materyalistler, kendilerinde görülen mantık ve vicdan eksikliklerini görmezden
gelirler.
Evrim teorisi ile biyoloji bilimini aynı şey gibi
göstermeye çalışmak ve evrimin biyolojinin temeli olduğunu iddia etmek, büyük
bir aldatmacadır. Günümüzde
modern bilimi evrime bağımlı kılacak hiçbir geçerli sebep bulunmamaktadır. Bilim, gözlem ve deneye dayanır. Evrim ise,
gözlenemeyen geçmiş hakkında ortaya atılmış bir varsayımdan ibarettir. Darwinizme yapılan tüm göndermeler ortadan
kaldırılsa biyoloji biliminde hiçbir değişiklik olmayacaktır.
Materyalistler,
evrenin ve canlıların kusurlu olduğunu iddia ederek bunların tasarlanmış
olamayacağını öne sürerler. Kusursuz olan sadece Yüce Yaratıcı’dır. Evren ve
canlılar ise mahluktur. Mahlukattan kusursuzluk beklemek abestir. Mahlukat
kusursuz olursa bazılarınca tanrılaştırılır. Evren ve canlılar, yaratılmışlık
sıfatının üzerine çıkamazlar. Yüce Yaratıcı, doğa
kanunları çerçevesinde işleyen bir evren yaratmıştır. Bu
evrende fiziksel ve biyolojik sınırlar bulunmaktadır. Bir organizma hem kuş
kadar hafif, hem de fil kadar güçlü olamaz. Sözde kusurlar, aslında zorunlu denge ve uyumların
bir sonucudur. Bir sistemin kusursuz olmaması, onun rastgele oluştuğunu değil,
sınırlı kaynaklar ve çevresel etkilere göre en iyi şekilde optimize edildiğini
gösterir. Örneğin insanlar 120 derece açıyla görebilirler. Kuşlar ise daha
geniş açıyla görürler. Materyalistler, insan gözündeki kör noktayı bir kusur
olarak kabul ederler. Hâlbuki gözün genel tasarımı; ışık algısı, sinyal işleme
ve enerji tasarrufu gibi birçok faktörü en uygun şekilde bir araya getirir.
Ayrıca sınırlı bilgiyle bir sistemi hatalı olarak nitelendirmek bilimsel
değildir. Örneğin apandis
eskiden işe yaramaz zannedilirken, şimdi bağışıklık sisteminde rolü olduğu
bilinmektedir. Ayrıca bir nesnede ya da sistemde hatalı/kusurlu görünen bir yön
olması, onun tasarlanmadığını göstermez. Varsayılan bir kusur olsa
bile, son derece karmaşık ve hassas dengelere dayalı bir sistemin varlığı yine
tesadüfle açıklanamaz. Bir mühendis kusurlu bir makine üretebilir, ancak o
makinenin yine de akıllı bir tasarımın
ürünü olduğu açıktır. Mükemmel düzeni görmezden gelip canlılarda sözde
kusur arayan materyalistler, ideolojik ve keyfi tutum sergilerler.
Canlı organizmaları oluşturan tek bir protein
molekülünün bile, ilkel çorba ortamında ve ilkel atmosfer koşullarında
tesadüfen oluşması mümkün değildir. Protein molekülü, amino asit adı verilen
daha küçük moleküllerin diziliminden oluşan dev moleküldür.[7]
Amino asit de farklı atomların birleşiminden oluşan daha küçük moleküldür.[8]
20 amino asit türü bulunmaktadır. Protein moleküllerinde amino asitler farklı
sayıda bulunurlar. 50 amino asitten oluşan protein molekülleri olduğu gibi
binlerce amino asitten oluşan dev protein molekülleri de vardır. İnsan
vücudunda yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır.
Bir amino asidin 20 çeşit içinden doğru seçilme
ihtimali, 20 ihtimalde 1’dir. Birleşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı
amino asit türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünde, amino
asitler, (12^288) 10^310 farklı biçimde dizilebilirler. Bu, 1 rakamının önüne
310 tane sıfır yazılmasıyla oluşan sayıyı ifade eder. Bu dizilimlerden sadece
bir tanesi protein molekülünü oluşturur. Geriye kalan tüm dizilimler, anlamsız,
hiçbir işe yaramayan ve hatta bazen zararlı zincirlerdir. Binlerce amino
asitten oluşan dev protein moleküllerinin doğru dizilme ihtimali ise bundan çok
daha küçüktür.
Amino asitlerin bazıları sağ ele benzerler, bazıları
ise sol ele benzerler. 20 çeşit amino asitten her biri sağ elli veya sol elli
olabilir. Sağ elli amino asitler ile sol elli amino asitler, kimyasal yapı
açısından aynıdırlar, ancak simetrik olarak karşılık gelen şekle sahiptirler.[9]
Tabiatta doğal şartlar altında sağ elli amino asitler ile sol elli amino
asitler birbirlerine bağlanabilirler. Canlıların proteinlerinde ise sadece sol
elli amino asitler kullanılır. Buna “Homokiralite” denilir.[10]
DNA ve RNA gibi nükleik aistlerde bulunan şekerler ise, sadece sağ ellidir. Bu da, nükleik asitlerde diğer bir homokiralite
örneğidir. İlkel çorba ortamında iki
sol elli amino asidin birbirine bağlanma ihtimali, 4 ihtimalde 1’dir. Bir
protein molekülünü oluşturacak sayıda amino asidin tümünün sol elli olma
ihtimali ise, hayal gücünün ötesinde büyük matematiksel sayıları karşımıza
çıkarır. Bu durum, milyarlarca kez
havaya atılan bir paranın hep tura gelmesine benzer. Bir para
milyarlarca kez havaya atıldığında hep tura geliyorsa, bunu tesadüfle açıklamak
mantıklı olmaz.
Amino asitler tabiatta farklı bağlarla birbirlerine
bağlanabilirler. Protein molekülünü oluşturan amino asitler ise, sadece “Peptid
Bağı” ile birbirlerine bağlanırlar.[11]
Tabiatta amino asitlerin genelde %50 oranında birbirleri ile peptid bağı
kurdukları tespit edilmiştir. Diğer bağlar ise proteinlerde bulunmayan
bağlardır. Bu durumda iki amino asidin arasında peptid bağı kurulma ihtimalinin
2 ihtimalde 1 olduğu söylenebilir. Ancak bu sefer de su içinde peptit bağının
oluşamayacağı gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Zira peptit bağı kurulurken bir su
molekülü açığa çıkar. Kimyada “Le Châtelier Prensibi” olarak bilinen kurala
göre, su açığa çıkaran bir reaksiyonun su içeren bir ortamda gerçekleşmesi
zordur.[12]
Böyle reaksiyonlar, kimyasal reaksiyonlar içerisinde oluşma ihtimali en düşük
olanı olarak nitelendirilir. Suyun
ortamda fazla bulunması, su molekülünü (ürünü) azaltmak için, reaksiyon
dengesini ters yöne kaydırır. Canlılığın
ilk defa suda başladığını iddia eden materyalistler bu konuda çıkmazdadır.
Beş yüz (500) amino asit içeren ortalama büyüklükte
bir protein molekülünün ilkel çorba ortamında tesadüfen oluşma ihtimali acaba
kaçta kaçtır?
Bir amino asidin 20 çeşit içinden doğru seçilme
ihtimali, 20 ihtimalde 1’dir. 500 amino asidin her birinin 20 çeşit içinden
doğru seçilme ihtimali ise, (20^500) 10^650 ihtimalde 1’dir. Bir amino asidin
sol elli olma ihtimali, 2 ihtimalde 1’dir. 500 amino asidin sol elli olma
ihtimali ise, (2^500) 10^150 ihtimalde 1’dir. İki amino asidin birbirleri ile
peptit bağı kurmaları ihtimali, 2 ihtimalde 1’dir. 500 amino asidin birbirleri
ile peptit bağı kurmaları ihtimali ise, (2^500) 10^150 ihtimalde 1’dir. Saydığımız
bu üç tür ihtimalin birlikte gerçekleşebilme ihtimali ise, (10^650 * 10^150 *
10^150) 10^950 ihtimalde 1’dir.
10^950 sayısını doğal sayılar şeklinde yazacak
olursak 1 rakamının yanına 950 tane sıfır koymamız gerekecektir. Bu, aklın
hayal sınırını aşan astronomik bir rakamdır. Bu olasılığın doğal koşullar
altında gerçekleşmesi imkansızdır.
Verdiğimiz olasılık hesaplamaları, zeki bir insanın
deneme yanılma yoluyla ne kadar çaba harcayacağını göstermek içindir. Tabiatta
ise deneme-yanılma mekanizması bulunmamaktadır.[13]
Tabiatta ve doğal şartlar altında bir protein molekülünün deneme-yanılma yolu
ile tesadüfen oluşabilme süreci dahi başlayamaz.
Saniyede
örneğin üç milyon denemenin varlığı farz edilse bile, örnekteki 500 amino
asitli protein molekülünün oluşması 10^936 yıl sürecektir. Bu, 1 rakamının önüne 936 tane sıfır
yazılmasıyla elde edilen yıllık süreyi ifade eder. Bu süre, dört buçuk
milyar yıl olduğu tahmin edilen Dünya’nın yaşından kat be kat uzundur.
Olasılık
hesapları ve doğal şartlar dikkate alındığında, bir protein molekülünün oluşma
ihtimalinden bahsetmek mümkün değildir. Burada teknik bir imkânsızlık söz
konusudur. Matematikte 10^150 ihtimalde
1’den küçük ihtimaller, sıfır ihtimal olarak kabul edilir.[14]
Ancak materyalistler, sırf yaratılışı inkâr etmek için, bilimsel mantığa
aykırı bir şekilde imkânsız olasılıkların gerçekleştiğini varsayarlar.
Evrim sürecinin ilk canlı öğesi olduğu var sayılan
ilk canlı hücrenin tesadüfen oluşma ihtimali ise, bundan çok daha düşüktür.[15]
Bir canlı hücre, karmaşık yapısı ve işlevleri ile modern bir şehir gibidir.[16]
Modern bir şehrin tesadüfen oluşması nasıl mümkün değil ise, bir hücrenin de
aynı şekilde tesadüfen oluşması mümkün değildir. Ünlü matematikçi ve astronom
Fred Hoyle, 1980'lerde yazdığı eserlerinde, bir hücrenin
enzim grubunun tesadüfen oluşma olasılığını 10^40.000’de 1 olarak
hesaplamıştır.[17] Fred
Hoyle’ye göre, canlı bir hücrenin tesadüfen oluşması ile, bir hurda yığınına
isabet eden kasırganın havaya savurduğu parçalardan tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması arasında fark
yoktur.[18]
Evrimcilerin hayatın kökenini tesadüfe dayalı
açıklamak için laboratuar ortamında yaptıkları deneyler her seferinde sonuçsuz
kalmıştır. Bu deneylerin en ünlüsü Stanley Miller tarafından yapılan deneydir.[19]
Gerçekleri yansıtmayan ve bilinçli müdahale ile gerçekleşen bu deney, uzun süre
evrimci propagandaya malzeme olmuştur.
Stanley Miller, ilkel dünya atmosferinde bulunduğunu
varsaydığı amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşan biz gaz karışımını
bir hafta boyunca 100 derece ısıda kaynattı. Bu gazlar, kendi kendine
birbirleri ile reaksiyona giremeyeceklerine göre dışarıdan enerji takviyesi
gerekecekti. Enerji olarak ilkel dünya atmosferindeki yıldırımlardan
kaynaklandığını varsaydığı elektriği kullandı. Bir hafta sonra kavanozun
dibindeki kimyasalları ölçtüğünde, proteinlerin yapı taşlarını oluşturan 20
çeşit amino asitten üçünün sentezlendiğini gördü.
Bu olay evrimciler üzerinde büyük bir sevinç etkisi
yapmış, hatta kimileri “Miller hayatı yarattı” şeklinde gazetelere manşet
atacak kadar kendinden geçmişti. Bu deneyi canlıların en küçük yapı taşları
olan amino asitlerin doğal şartlar altında tesadüfen oluşabileceğine ilişkin
delil olarak ileri sürdüler. Amino asitlerin oluşumundan sonraki aşamalar ise
hemen kurgulandı. Amino asitler tesadüfen birleşerek proteinleri oluşturdu.
Proteinler de tesadüfen birleşerek hücreleri oluşturdu. Hücreler de zamanla yan
yana gelerek ya da bölünerek, organizmaları oluşturdu. Halbuki bu senaryonun en
büyük dayanağı olan Miller deneyinin geçersizliği ispatlanmıştır.
Birden
fazla atomun kimyasal reaksiyonla bir molekül oluşturduğu bilinen bir durumdur.[20]
Örneğin hidrojen ve oksijen atomları kimyasal reaksiyonla su molekülüne
dönüşür.[21] Kimyada
buna ilişkin sayısız örnekler bulunmaktadır. Kimyasal reaksiyonla amino asit
üretme işi de aynen kimyasal reaksiyonla bir molekül elde etme işidir. Miller,
gerçekte bir canlılık oluşturmamış, kimyasal reaksiyonla amino asit adı verilen
küçük moleküller elde etmiş idi.
Miller’in ilkel atmosfer şartlarını oluşturmak için
kullandığı gazlar da gerçeği yansıtmamaktadır. Bilim adamları, 1980’li yıllarda
ilkel dünya atmosferinde metan ve amonyak yerine azot ve karbondioksit
bulunması gerektiği görüşünde birleştiler.[22]
Nitekim uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’ın kendisi de kullandığı
atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. Bazı bilim adamları,
karbondioksit, azot ve su buharından oluşan bir karışım ile aynı deneyi
tekrarladılar, ancak tek bir amino asit dahi elde edemediler.
Amino asitlerin oluştuğu iddia edilen dönemde
oksijen miktarı, evrimcilerin iddia ettiğinin çok üstünde, amino asitlerin
tümünü parçalayacak yoğunlukta idi. Bu durum, 3,5 milyar yıl olarak hesaplanan
taşlardaki okside olmuş demir ve uranyum birikintileriyle anlaşılmıştır.[23]
Amino asitlerin oluştuğu iddia edilen dönemde oksijenle birlikte metan ve
amonyak gazının var olduğu farz edildiğinde, amonyak oksijenle reaksiyona
girecekti. Reaksiyon sonrası sadece karbondioksit ve su oluşacaktı. Dolayısıyla
amino asitlerin sentezlenmesi mümkün olmazdı. Ayrıca o dönemlerde dünya
yüzeyine evrimcilerin tahmininden çok daha fazla ultraviyole ışınının ulaştığı
tespit edilmiştir.[24]
Bu yoğun ultraviyole, atmosferdeki su buharı ile karbon dioksiti ayrıştırarak
oksijen açığa çıkarır, dolayısıyla amino asitlerin tümünü parçalar. İlkel
atmosfer ortamında oksijenin var olmadığı varsayıldığında da dünyayı
ultraviyole ışınlarından koruyan ozon tabakası oluşmayacaktı. Bu durumda bu
ışınlara maruz kalan amino asitler yine parçalanacak idi. Neticede oksijenin
varlığı da yokluğu da amino asitlerin oluşumunu imkânsız kılmaktadır.
Ayrıca
canlıların yapısında (DNA hariç) sol elli amino asitler kullanılmakta iken,
Miller deneyinde sadece sağ-elli amino asitler ortaya çıkmış idi. Ayrıca Miller
deneyindeki ortam, canlı yaşamı için elverişli olmayan ve hatta amino asitleri
dahi imha eden bir ortam idi. Deneyde amino asitlerin oluştuğu anda hemen
ortamdan izole olmasını sağlayan “Soğuk Tuzak” isimli bir mekanizma kullanılmış
idi. Bu mekanizma kullanılmadığı takdirde, ortamın koşulları bu molekülleri
oluşmalarından hemen sonra imha edecek idi. Hâlbuki ilkel dünya koşullarında
elbette bu çeşit bilinçli düzenekler yoktu. Amino asitler oluşsa bile yine aynı
ortamda hemen parçalanacaklardı. Ayrıca ilkel dünya yüzeyinde bulunduğu bilinen
ve amino asitlerin oluşmasını engelleyecek olan diğer maden ve mineraller de
karışıma katılmamış idi. Miller, ayrıca bu deneyde canlıların yapı ve
işlevlerini bozabilecek pek çok organik asit de elde etmiş idi. Amino asitler
izole edilmeseydi bunlarla reaksiyona girip parçalanacak olması kaçınılmazdı.
Her canlı, doğum hücresinin çekirdeğinde bulunan DNA
molekülündeki şifreli bilgilere göre şekil alır.[25]
Her organın şekli ve bedendeki yeri DNA’da şifrelenmiştir. Hatta saç ve göz
rengi gibi teferruat sayılacak bilgiler bile DNA’da şifrelidir. Vücut yapısıyla
ilgili tüm bilgiler, vücut oluştuktan sonra da, vücuda ait her bir hücrenin
çekirdeğinde bulunan DNA’da aynen bulunur.[26]
Örneğin yetişkin bir insanda yaklaşık 37 trilyon hücre bulunur. Her hücrenin çekirdeğinde
o insana ait beden bilgileri bulunur. Yani her hücrede aynı bilgiler
kopyalanmıştır. Bir kedinin her hücresinde, o kediye ait beden bilgileri aynen
bulunur. Bir kiraz ağacının her hücresinde, o kiraz ağacına ait tüm bilgiler
aynen bulunur. DNA’daki bilgiler yazıya dökülecek olsa, her bireri 500 sayfadan
900 cilt kitap eder. DNA’da bulunan bu karmaşık bilgiler, ancak bilinçli bir
müdahale sonucu oluşabilecek bilgilerdir. Zira tesadüf bilgi oluşturamaz. Tesadüf
söz konusu olsaydı, her canlıda organların yerleri farklı olurdu. Sibernetiğin
en temel yasalarından birine göre, bir sistemi oluşturan kişi, her zaman için
sistemin kendisinden daha akıllıdır.[27]
Bir başka deyişle, programlayan kişi, programladığı sistemden her zaman için
daha akıllı olmalıdır. Sistemin “yapma aklının” çok karmaşık olması bu gerçeği
değiştirmez. DNA’da bulunan genler de bir programdır ve şu ana kadar insanlığın
çözemediği (ve ileride büyük bir bölümü çözülecek olsa da yoğun bir çalışmayı
gerektirecek) derecede çok karmaşık bir programdır. Kör ve şuursuz tesadüflerin
karmaşık programları meydana getirebilmesi mümkün değildir. DNA’daki
bilgiler, Yüce Yaratıcının bir tasarımıdır.
Hücre çekirdeğindeki DNA, yalnız protein yapısındaki
birtakım enzimlerin yardımı ile eşlenebilir.[28]
Fakat bu enzimlerin sentezi (üretilmesi) de ancak DNA’daki bilgiler
doğrultusunda gerçekleşebilir.[29]
Birbirlerine bağımlı olduklarından dolayı eşlemenin meydana gelebilmesi için
ikisinin de aynı anda var olması ya da ikisinden birinin daha önce yaratılmış
olması gerekir. Her ikisinin aynı anda tesadüfen var olduğunu iddia etmek
bilimsel düşünceye aykırıdır.
Materyalistler, bir canlı türün diğer bir canlı
türden oluştuğunu iddia ederken bu işin bir saniye gibi aniden olduğunu iddia
etmezler. Zira dönüşümün aniden olduğunu iddia etmek, bilinçli bir müdahaleyi
çağrıştırır. Materyalistler, yaratılış fikrine meydan vermemek için,
milyonlarca sene ile ifade edilecek bir süreç içerisinde tabiat şartları
içerisinde bir türün bir önceki türden tedrici olarak oluştuğunu iddia ederler.[30]
İnsanlar,
istenen özelliklere sahip canlıları seçerek üretimini yaparlar. Evcil
hayvanların veya tarım bitkilerinin ıslahı bu yönteme örnektir. Bu durumda
seçilen canlılar çoğalırken diğerleri elenir. Buna “Yapay Seçilim” denilir.[31]
Ancak evrimciler, aynı işi doğanın da yaptığını söylerler ve buna “Doğal
Seçilim” derler.[32] Onlara
göre doğal seçilim, canlıların dış yapılarındaki
farklılıklardan ötürü hayatta kalma şansının ve üreme başarısının değişkenlik
göstermesidir. Doğal seçilim, Darwin'den önceki biyologlar tarafından
"türlerin bozulmadan sabit kalmalarını sağlayan bir mekanizma" olarak
tanımlanıyordu. Doğal seçilim, güçlü
olanın doğal şartlarda tehlikelerden korunarak hayatta kalması, zayıf olanların
ise ortam şartlarına ve tehlikelere yenik düşerek elenmesi mantığıdır. Sakat,
hasta ve zayıf olanların elenmesi, türün sağlıklı kalmasına ve türün sağlıklı
nesiller doğurmasına sebep olur. Bu, Yüce Yaratıcının bir yaratılış
tasarımıdır. Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanların bazılarının beyaz tüylü ve
bazılarının kahverengi
tüylü olduğunu farz edelim. Eğer bu bölge toprak
renginde bir çevreye sahipse, kahverengi tavşanlar daha iyi
kamufle olur ve yırtıcılardan daha iyi korunurlar. Zamanla kahverengi tavşanlar
daha fazla yaşar ve ürer. Bu nedenle kahverengi tavşanlar çoğalmaya başlar. Bu
süreç, doğal seçilim
örneğidir. Ancak evrimciler, doğal seçilimi organlara ve yapılara indirirler, bu
sürecin evrimleştirici bir gücü olduğunu iddia ederler. Onlara göre, sık kullanılan
organlar gelişir, çevreye uyum sağlayanların özellikleri gelecek
nesillere aktarılır, yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi atalarından
tamamen farklı bir canlıya dönüştürür.
Doğal seçilimin
uygun olmayanı elemesindeki negatif rolü inkâr edilemez. Ancak evrimciler, ayrıca
uygun olanı yaratmasını da isterler. Amaçsız,
bilinçsiz ve şuursuz bir süreç, doğadaki mükemmel düzeni ve karmaşık yapıları açıklayamaz. Evrimsel
süreçte yeni organların veya karmaşık sistemlerin oluşumu için bilgi artışı
gerekir. Doğal seçilim, bilgi artışı sağlamaz, sadece zaten var olan
varyasyonlar (çeşitlilikler) arasında bir eleme yapar. Örneğin siyah ve beyaz
güvercinlerin yaşadığı bir ortamda siyah güvercinler daha iyi kamufle oluyorsa,
siyah güvercinler seçilir. Ancak bu süreç, güvercini başka bir türe
dönüştürmez. Göz, kanat, sinir sistemi gibi kompleks yapıların küçük adımlarla
evrimleşmesi mümkün değildir. Çünkü yarım
göz, yarım kanat işe yaramaz. Doğal seçilim ancak işlevsel olanı korur. İşlevsiz ara aşamaların
seçilerek korunması mümkün değildir. Şu ana kadar da doğal seçilimin canlıları
evrimleştirdiğine dair bir bulgu ortaya konamamıştır.
Evrimciler, dönüşüm sürecini açıklarken hayali
senaryolara yer verirler. Örneğin sürüngenlerin sinek avlamaya çalışırken kuşa
dönüştüğünü iddia ederler.[33]
Sürüngenler, sinek yakalamaya çalışırken ön ayaklarını kullanmışlar ve bu
sayede ön ayaklarını geliştirmeye başlamışlardır. Ön ayaklar geliştikçe bu
bilgiler üreme hücrelerine taşınmıştır.[34]
Her sürüngen anne, ön ayaklarındaki bu gelişmeyi doğurduğu yavrusuna
aktarmıştır. Yani doğan yavru, annesindeki bu organsal değişime sahip olarak
doğmuştur. Bu yavru sürüngen de hayatı boyunca sinek yakalamaya çalışırken ön
ayaklarını daha da geliştirmiştir. Bu yavru sürüngen de ön ayaklarındaki
gelişmeyi kendi nesline aktarmıştır. Bu süreç milyonlarca sene böyle devam
etmiştir. Sürecin sonunda sürüngen türünün ön ayakları kanat haline
dönüşmüştür. Evrimi bu şekil açıklayan teoriye “Lamarkizm” denilir.[35]
Gerçekte ise, sık kullanma sonucu bir organda meydana gelen gelişmişlik, yeni
nesle aktarılmaz.[36]
Sık kullanma sonucu bir organda meydana gelen gelişmişlik, üreme hücrelerini
değiştirmez. Böyle bir biyoloji kuralı yoktur. Örneğin bir sporcunun kaslarında
meydana gelen gelişmeyi doğan çocuğuna aktardığı görülmemiştir. Sporcunun
çocuğu, diğer bebekler gibi doğum hücresinde bulunan DNA’daki bilgiler
doğrultusunda, normal vücut yapısına sahip olarak doğar.[37]
Türleri belirleyen bilgiler, hücre çekirdeğinde bulunan DNA’daki genlerde bulunmaktadır.
Doğal şartlar, genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler üretemezler.
Bazı
evrimciler de genetik, moleküler biyoloji ve biyokimya gibi bilim dalları
gelişince, klasik teorinin yerinde olmadığını görmüşlerdir. Bu evrimciler,
darwinizmi rafa kaldırmak yerine, Darwin’in doğal seçilim teorisi ile Mendel’in
gen bilgisini birleştirerek, evrimi genetiğe uyarlamaya çalışmışlardır. Bu güncellenmiş
evrim teorisine “Modern Sentez Evrim Teorisi” veya “Neodarwinizm”
denilir.[38] Bu,
evrimin çağdaş yorumudur. Neodarwinistler, canlıları sözde geliştiren ve değiştiren yararlı değişikliklerin rastgele
mutasyonlar olduğunu iddia ederler.
Mutasyonlar, hücrelerin çekirdeğinde bulunan DNA’da gerçekleşen
değişikliklerdir.[39]
Bu değişiklikler, spontan olarak veya (radyasyon, kimyasal maddeler, virüsler gibi) mutajen
adı verilen dış faktörler aracılığıyla oluşabilir.[40]
Yavru canlı, anne canlının üreme
hücresinde bulunan DNA’daki bilgiler doğrultusunda şekil alır. DNA’da gerçekleşen
bir değişiklik, doğacak yavrunun vücut oluşumunu etkiler.
Neodarwinistlere göre, her nesilde tesadüfen mutasyonlar ortaya çıkar. Mutasyonla üreyen
nesiller ya çevreye uyum sağlarlar ya da çevreye uyum sağlayamazlar. Çevreye
uyum sağlamayan mutasyonlar, doğal
seçilim sayesinde elenir. Örneğin sakat doğan bireyler, çevreye uyum sağlayamazlar
ve genlerini sonraki nesillere aktaramazlar. Çevreye uyum sağlayan mutasyonlar
ise, doğal seçilim
sayesinde korunur. Faydalı mutasyonlar biriktikçe yeni türler ortaya çıkar.
Gerçekte mutasyonlar evrimi açıklamaktan uzaktırlar.
Spontane mutasyonlar (yani arızalar) zaten
tesadüfîdir. Rastgele bir değişim,
karmaşık bir yapıyı asla daha düzenli hale getirmez. Rastgele oluşan dış
etkiler de, aynı şekilde genlerde olumlu yönde değişim sağlamaz. Mutasyonlar daima DNA’daki bilgileri bozarlar.
Mutasyonlar daima bilgi kaybına yol açarlar. Mutasyonlar, bir canlıyı daha düzenli ve daha karmaşık hale getirmezler,
aksine daha da sakat olmasına sebep olurlar. Örneğin nükleer serpintiye maruz kalan
insanlar, genlerinin bozulmuş olmasından dolayı sakat çocuklar doğurmuşlardır.
Radyasyona maruz kalan sinekler, başlarından bacakları çıkan yavrular dünyaya
getirmişlerdir. Neodarwinistlerin “Çevreye uyum sağlamayan küçük
mutasyonlar doğal seçilim ile elenir. Çevreye uyum sağlayan faydalı mutasyonlar
ise zamanla birikir” iddiası da gerçek dışıdır. Bilinen mutasyonların %99’u zararlıdır, %1’i ise nötrdür. Bir canlının kendisinden daha gelişmiş bir
canlı doğurmasını sağlayabilecek mutasyon yoktur. Neodarwinistlerin faydalı
mutasyon keşfetmek için laboratuarlarda yapmış olduğu yüzlerce deney de
başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[41]
Neodarwinistler,
bir mutasyonun organizmaya geçici veya sınırlı bir avantaj sağlamasını
“faydalı” diye sunarlar. Sundukları örnekler nadirdir.[42]
Ayrıca bunlar türleşmeye neden olacak kadar büyük değildir. Evrimsel süreçte
yeni organların veya karmaşık sistemlerin oluşumu için bilgi artışı gerekir.
Evrimcilerin faydalı mutasyon dedikleri şeyler ise, yeni bir göz, yeni bir
kanat veya yeni bir beyin yapamaz. Bunlar, sadece mevcut sistemde oynamalar
yapar. Örneğin aktif olmayan genin önüne yeni bir başlatıcı (promoter) dizisi
gelirse, bu gen kendisini ifade etmeye başlar. Genin sessiz kalmasını sağlayan
DNA bölgesi bozulduğunda, bu gen kendisini ifade etmeye başlar. Ancak bu küçük
değişimler büyük farklar meydana getirmez. Karmaşık canlı türlerin ortaya çıkışı nadir örneklerle açıklanamaz.
“Faydalı mutasyonlar nadirdir, ancak evrimsel süreçteki etkileri büyüktür”
demek, bilimsel olarak kabul edilmez. Örneğin 1988 yılından bu yana
devam eden “E. coli” deneyinde, bakterilerin sitrat adlı maddeyi kullanabilir
hale geldiği gözlenmiştir.[43]
Normalde E. coli, oksijenli ortamda sitratı kullanamaz.
Deneyde oluşan mutasyon, sitrat taşıyıcı genin başına farklı bir promoter
getirmiştir. Bu sayede gen aktifleşmiş ve bakteri sitratı kullanabilir hale
gelmiştir. Ancak bu, yeni bilgi ile oluşan bir özellik değildir, mevcut genetik
potansiyelin kullanımıdır. Normalde bu genler oksijenli ortamda aktif değildir.
Mutasyon bu genlerin aktifleşmesini sağlamıştır. Ayrıca bu deneyde sıçramalı
(ani) veya tedrici (kademeli) evrim yoktur. Bakteriler farklı bir türe
dönüşmemiştir. E. Coli, yine E. Coli olarak kalmıştır. Bakterilerin antibiyotik
direnci de, benzer şekilde bakterilere hayatta kalma avantajı sağlar.[44]
Ancak bu, yeni bilgi eklenmek suretiyle değil, mevcut genetik potansiyelin
kullanımı yoluyla çalışır. Bu, Yüce Yaratıcı’nın bir tasarımıdır.
“Mutasyonlar
tesadüfen gerçekleşir, ancak doğal seçilim faydalı olanları seçer.” diyen
neodarwinistler, tesadüfçü ithamını reddederler. Bu bakış açısıyla doğaya
bilinç atfederler. Ancak tamamen tesadüfi olan genetik sürüklenmeyi de evrim
mekanizmaları arasına dahil ederler.
Genetik sürüklenmeyi bilmek için öncelikle gen, alel
ve alel frekansının bilinmesi gerekir. Gen, bir
organizmanın belirli bir özelliğini (örneğin göz rengi, kan grubu) belirleyen
DNA parçasıdır.[45] Alel ise, bu genlerin farklı
versiyonlarına denir.[46]
Örneğin göz rengi geninin "mavi göz aleli" veya "kahverengi göz
aleli" gibi farklı varyantları olabilir. Alel frekansı (veya gen frekansı) ise, bir popülasyondaki belirli
bir alelin, o gene ait tüm aleller arasındaki oranını ifade eder.[47]
Örneğin bir popülasyonda A ve a olmak üzere iki alel bulunuyorsa ve A aleli
%60, a aleli %40 oranındaysa, bu değerler alel frekanslarıdır. Ancak bu oranlar
zamanla değişebilir. Genetik
sürüklenme de, alel
frekanslarındaki bu değişimlerin, doğal seçilim gibi çevresel baskılar
olmaksızın, tamamen rastlantısal yollarla nesiller boyunca meydana gelmesidir.[48]
Örneğin 100 kurbağadan oluşan bir göl popülasyonunda, göz rengiyle ilgili G
(yeşil göz) ve g (kahverengi göz) alellerinin başlangıçta sırasıyla %60 ve %40
oranında bulunduğunu varsayalım. Bir sel felaketi sonucunda rastgele 20
kurbağanın hayatta kaldığını varsayalım. Bu durumda g alelinin oranı şansa
bağlı olarak azalabilir. Yeni popülasyonda G aleli %90'a çıkarken, g aleli
%10'a düşebilir. Bu durumda g
aleli, doğal seçilimle değil, tamamen tesadüfen azalmış olur. G aleli de doğal seçilimle değil,
tamamen tesadüfen artmış
olur.
Neodarwinistler, genetik sürüklenmenin her nesilde kalıtsal değişikliklere
neden olabileceğini ve zaman
içinde yeni türlerin ortaya çıkmasını sağlayabileceğini iddia
ederler.
Onlara göre, genetik sürüklenme, gen varyantlarının tamamen yok olmasına ve
böylece genetik çeşitliliğin azalmasına neden olur.[49] Ayrıca başlangıçta nadir
olan alellerin çok daha sık görülmesine ve hatta sabitlenmesine neden olabilir.
Genetik sürüklenme, özellikle küçük
popülasyonlarda, gen
frekanslarında kalıtsal
değişikliklere yol
açabilir. Zaman içinde bu değişiklikler, izole olmuş popülasyonlarda türleşmeye katkıda bulunabilir. Yeni oluşan popülasyonlar hem genetik hem
de fenotipik olarak belirgin bir biçimde türediği ebeveyn popülasyonlardan
farklı olabilir.
Gerçekte
genetik sürüklenme, popülasyon içindeki gen frekanslarında rastgele değişikliklere
neden olur. Bir alelin tamamen ortadan kalkması veya nadir bir alelin şansa
bağlı olarak yaygınlaşması, popülasyon içindeki bilginin yeniden dağılımı veya
kaybı anlamına gelir. Bu da ilerlemeyi değil, bozulmayı temsil eder. Genetik sürüklenme, canlılardaki genetik çeşitliliğin
rastgele bir şekilde azalmasına yol açan, yönsüz ve amaçsız bir süreçtir. Bu
süreç yeni bilgi üretmez. Bu süreç, canlılarda yeni organların, yapıların ya da
karmaşık sistemlerin oluşmasını açıklayamaz.
Bazı
evrimciler, genetiği değiştirmeyen bazı mekanizmaları evrime katarak modern
sentez teorisini genişletmişlerdir.[50]
Bu evrimciler, epigenetik mekanizmaları evrimsel süreçleri etkileyen faktörler
arasına dahil etmişlerdir. Epigenetik, DNA dizisinde bir değişiklik olmadan
genlerin aktif ya da pasif hâle gelmesini sağlayan mekanizmaları inceler.[51]
Genetik bilgi değişmeden çevresel etkilere bağlı olarak gen ifadesi
değişebilir.[52]
Epigenetik değişiklikler, çevresel faktörler (beslenme, stres, toksinler vb)
sonucu oluşur. Aynı genetik yapıya sahip hücrelerin farklı görevler
üstlenebilmesi, epigenetik düzenlemeler sayesinde gerçekleşir. Epigenetik,
kalıtsal bilginin nasıl kullanıldığını belirler, ancak kendi başına yeni
genetik bilgi üretmez. Epigenetik değişiklikler, genetik değişiklikler gibi
kalıcı değildir, ancak bazı durumlarda birkaç nesil aktarılabilir. Örneğin
hamile bir annenin yetersiz
beslenmesi,
karnındaki bebeğin genlerinde doğrudan bir mutasyona yol açmaz. Ancak bu durum, bebeğin
bazı genlerinin daha
az aktif olmasına neden olabilir. Bu etki, doğumdan sonra bile
devam edebilir. Epigenetik değişimler, kalıcı
evrimsel dönüşümler (yani türleşme) meydana getirmez. Çevresel etkilerle genlerin
açılıp kapanması, organizmanın çevreye hızlı uyum sağlamasını
açıklar. Bu, evrim değildir, adaptasyondur. Bu, Yüce Yaratıcının bir tasarımıdır.
Adaptasyon,
bir organizmanın çevresel koşullara uyum sağlayarak geliştirdiği özellikler ya
da davranışlardır. Doğal seçilim, epigenetik değişiklikler ve öğrenme gibi
mekanizmalar, adaptasyonların ortaya çıkmasında ve yayılmasında temel rol
oynar.
Evrimcilerin
Darwin’den bu yana sıkça başvurduğu endüstri
kelebeği örneği,
İngiltere'deki biberli
güve türünde gözlemlenen bir adaptasyon
vakasıdır.[53]
18. yüzyıl öncesi
İngiltere’de ağaçların
kabukları açık renkteydi.
Bu ortamda açık renkli güveler kamufle oluyor, kuşlar tarafından daha az fark
ediliyordu. Koyu renkli güveler daha kolay fark edilip avlanıyordu. Sanayi devrimi ile
kömür kullanımı arttı, çevre kirlendi, ağaçların
kabukları kurum ve is nedeniyle karardı. Bu defa koyu
renkli güveler avantaj kazandı, açık renkli olanlar avlandı. Sonuç olarak koyu
renkli varyantın oranı arttı. Bu, açık renkli güvelerin koyu renkli güvelere dönüşmesi gibi
görünmüştür. Evrimciler, bunu doğal
seçilim mekanizmasının işleyişine canlı bir örnek
olarak gösterirler. Onlara göre çevreye daha uygun olan varyant seçilmiştir ve
sayıca baskın hâle gelmiştir. Evrimciler için bu, küçük ölçekli de olsa evrimsel değişimin gözlenebilir
bir kanıtıdır. Gerçekte ise bu, türleşmeye örnek değildir, doğal
seçilim ile ortaya çıkan adaptasyona örnektir. Burada yeni bir tür ortaya çıkmamıştır.
Kelebek türünde gen havuzundan çevreye uygun olan tip yaygınlaşmıştır.
Canlılar,
DNA dizisi
değişmeden gen
ifadesinin çevreye bağlı değişmesi ile de çevreye
uyum sağlayabilirler.[54]
Bu şekil adaptasyon, genlerde var olan bilgilerin çevreye göre aktif hâle
gelmesidir. Canlı organizmalar için çevre faktörlerine (sıcaklık, nem, tuzluluk
vb.) karşı bir tolerans aralığı mevcuttur. Bu aralık, hayatta kalabilmek için
bir minimum ve maksimum değeri ile büyüme ve üreme
için en uygun koşulları sunan bir optimum
değeri içerir. Minimum ve maksimum değerlere yakın çevre koşullarında yaşayan
bireyler, optimum koşullarda yaşayanlara kıyasla, yapısal veya fizyolojik adaptasyonlar geliştirme eğilimindedir.
Ancak bu sınırsız değildir. Siyah bir güvercin nesiller sonra beyaz bir
güvercine dönüşebilir, ama bu güvercin hiçbir zaman şahin olmaz. Kutup
tilkilerinin beyaz kürkü, kışın karla kaplı çevrede kamuflaj sağlar. Aynı
türden çöl tilkileri ise, kısa tüyleri ve açık renkleri sayesinde sıcak
ortamlarda daha iyi hayatta kalır. Her iki tilki de aynı türün farklı
varyantlarıdır. Tür değişmemiş, sadece çevreye uyum sağlayan özellikler öne
çıkmıştır. Ancak evrimciler, adaptasyonun genleri değiştiren bir evrim mekanizması
olduğunu iddia ederler.[55]
Gerçekte adaptasyon, yeni genetik bilgi meydana getirmez ve asla bir türün
başka bir türe dönüşmesine yol açmaz, sadece mevcut tür içinde çeşitlenmeyi veya varyasyonları meydana getirir.[56]
İnsan türünde beyaz, sarı, siyah gibi
genetik çeşitlenme olduğu gibi, canlı türlerinde de genetik çeşitlenme
bulunmaktadır.[57]
Adaptasyon, genlerde
önceden var olan çeşitlilik içindeki belirli
özelliklerin farklı çevre koşullarında ortaya
çıkmasıdır. Adaptasyon,
bir türü diğer bir türe dönüştürmez, sadece bir türde farklı tiplerin ortaya
çıkmasına neden olur. Bu esneklik, bir yaratılış
planıdır, rastgele mutasyonların ürünü değildir. Bu, Yüce Yaratıcının
canlılara bahşettiği bir özellik olup, onların farklı ortamlarda hayatta
kalabilmesini sağlar.
İzolasyon, aynı türe ait bireylerin bir şekilde
birbirlerinden üreme
bakımından ayrılmasıdır. Popülasyon, (dağ, nehir, kıta gibi)
fiziksel bir engelle birden fazla guruplara bölünebilir. Aynı bölgede yaşayan
guruplar arasında çiftleşme davranışları (örneğin kuşların ötüş tarzı) farklı
olduğu için üreme gerçekleşmeyebilir. Aynı bölgede yaşayan guruplar farklı zamanlarda üreyebilirler. Aynı
bölgede yaşayan gurupların
sperm ve yumurta hücreleri biyokimyasal
olarak uyuşmayabilir. Sayılan nedenlerle artık birbiriyle
çiftleşemeyen gruplar, bağımsız
genetik yollar izlerler. Evrimcilere göre bu ayrım, uzun vadede
genetik farkların birikmesine yol açabilir.[58]
Bu süreç, doğal seçilim ve mutasyonlarla birleştiğinde türleşmeye neden
olabilir.
İzole
popülasyonlarda görülen küçük farklılıklar, zaten
genlerde önceden var olan bilgilerin farklı çevre koşullarında ortaya
çıkması ya da seçilip
yaygınlaşmasıdır. Evrimciler, bu sınırlı değişimleri abartarak,
canlıların zamanla başka türlere dönüşeceğini varsayarlar. Gerçekte izolasyon,
yeni genetik bilgi üretmez ve canlıya yeni bir özellik kazandırmaz. Doğada bu
sürecin gözlemlenmiş ve belgelenmiş bir örneği bulunmamaktadır. İzole
popülasyonlarda görülen farklılıklar, tür içi varyasyonlardır, yeni tür oluşumu
değildir. Ayrıca izolasyon, genetik çeşitliliği azaltır, zararlı mutasyonların
birikmesine neden olur ve çoğu zaman canlıyı zayıflatır. Bu durum, ilerleme
değil, biyolojik gerilemedir.
Bazı evrimciler, hayali senaryolarında evrim
sürecini açıklarken “önceki canlının kendisi ile ilgili evrime karar verdiği”
şeklinde ifadeler kullanırlar. Halbuki örneğin bir sivrisineğin insan kanından
bir örnek aldığı ve laboratuarda tahlil ettiği ve sonra içindeki maddelere göre
kanın pıhtılaşmasını önleyecek madde üretmeyi başardığı iddia edilemez.
Sivrisinek, pıhtılaşmayı önleyecek bir madde icat edebilecek kadar zeki ve
bilinçli değildir.
Evrimciler, canlılığın ilk önce suda başladığını ve
balıkların evrimleşerek kara hayvanı haline geldiğini iddia ederler. Halbuki
bir balık sudan çıkar çıkmaz bir dakika bile geçmeden hemen ölür. Balığın
solungaçları nasıl olurda milyonlarca sene ile ifade edilen uzun bir süre
içerisinde hava soluyabilecek karmaşık yapılı ciğerlere dönüşebilmiştir?
Yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları
incelendiğinde, yeryüzünde canlı yaşamın birdenbire ortaya çıktığı görülür.
Buna “Kambriyen Patlaması” denir.[59]
Karmaşık yapılı canlılara ait fosillerin bulunduğu en derin yeryüzü tabakası,
520-530 milyon yaşında olduğu hesaplanan kambriyen tabakadır. Bu fosiller,
salyangoz, solucan, denizanaları vb. omurgasız canlı türlerine ait fosillerdir.
Bu fosiller, günümüzdeki örnekleri ile aynıdırlar. Dünyanın her yerine dağılmış
geniş bir canlı mozaiği oluştururlar. Kambriyen devrine ait canlılar, hiçbir
ataları (evrim atası) olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Bu
canlılar, kendilerinden önce yeryüzündeki yegâne canlılar sayılan tek hücreli
organizmalarla aralarında hiçbir bağlantı ya da geçiş formu bulunmadan birdenbire
ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır. Bu olgu, evrimcilerin hiçbir zaman
açıklayamadığı bir soruyu temsil eder.
Fosil kayıtlarına bakıldığında milyonlarca sene önce
yaşamış olan bir canlının fosili ile günümüzdeki aynı canlının yaşayan
örneğinin vücut yapılarının aynı olduğu görülür. Bunlara “Yaşayan Fosil”
denilir.[60]
Eğer evrim süreci gerçekten var olsaydı, milyonlarca yıl önce yaşamış bir tür
çoktan başka bir türe dönüşmüş olurdu ve bugüne kadar varlığını sürdüremezdi.
Evrimcilere göre bir türün diğer bir türe dönüşüm
sürecinde, önceki ve sonraki türe ait özellikleri taşıyan ara geçiş formları
yaşamıştır.[61]
Ara geçiş formları, dönüşüm aşamasında olup bir önceki canlı ile bir sonraki
canlının özelliklerini taşıyan farazi ara canlılardır. İnsan türü de maymun
türünden milyonlarca sene ile ifade edilecek bir süreç içerisinde tabiat
şartları içerisinde tedrici olarak oluşmuştur.[62]
Dolayısıyla evrim sürecinde yarı maymun ve yarı insan özelliği taşıyan ara
geçiş formları tarihte yaşamıştır.
İnsanla
maymun arasındaki yüzeysel benzerlik çoğu kişilerde merak uyandırır. Bu merak,
bazılarını evrimin aldatmacalarına inanmaya kadar götürür. Hâlbuki bu benzerlik
hiçbir şey ifade etmez. Zira gergedan böceği ile gergedan da birbirlerine çok
benzer. Ancak bu benzerliğe dayanarak bu hayvanlar arasında herhangi bir
evrimsel ilişki kurulmaz. Yüzeysel benzerlikler hariç tutulduğunda, maymunlar,
diğer hayvanlardan daha fazla insanlara yakın değildir. Hatta zekâ açısından
kıyaslanırsa, bir geometri harikası olan peteği üreten arılar veya bir
mühendislik harikası olan ağı üreten örümcekler, insana maymundan çok daha
yakındır.
Hayvanlarda
insanlardaki gibi duygu vardır. Ancak insanlarda hayvanlardan farklı olarak
daha üstün akıl vardır. Hayvanlar istese de insan gibi davranamazlar. Aklı geri
plana iterek duygusal hareket eden insanlar, hayvanlara benzer davranış
sergileyebilirler. Hayvanların bencil davrandığını ve duygusal hareket eden
insanların da bencil davrandığını gören bazı kişiler, insanın hayvan soyundan
geldiği şeklindeki evrimci iddiaları duyduğunda hemen kanabilmektedirler.
Gerçekte ise hayvanlardan daha akıllı olarak yaratılmış olan insan, normal
şartlarda kendini hayvanlarla eşit görmemekte ve kendine ait daha üst
sorumluluklarının olduğunu bilmektedir.
İnsanın maymundan tedrici olarak evrimi tarihte
yaşanmış olsa idi, insanoğlu evrim aşamasındaki yarı maymun yarı insan canlılar
ile ilgili görmüş olduğu hatıralarını yeni nesle anlatırdı ve bu önemli bilgi
zamanımıza kadar gelir idi. Halbuki insanoğlu var olduğundan beri kendini insan
olarak bilmektedir. Ayrıca bilinen tarihte bazı insanların evrim geçirdiği ve
daha karmaşık ve daha zeki canlılara dönüştüğü tespit edilememiştir.
Uzun bir zaman dilimini gerektirecek şekilde, önceki
türden sonraki türe dönüşüm tarihte yaşanmış olsa idi, ara geçiş formlarına ait
fosillerin günümüzde kütlelerce bulunması gerekir idi. Günümüzde yüz
milyonlarca fosil bulunmuş olmasına rağmen ara geçiş formlarına ilişkin bir
tane dahi fosil bulunmuş değildir. Türler arası boşluk devam etmektedir. Ara
geçiş formlarına ilişkin fosillerin bulunamayışı, şu an elde olan fosillerin az
ve yetersiz olmasına dayandırılamaz. Aleyhe işleyen bilime rağmen, ileride bulunacağı
ümidiyle avunmak bilim sayılmaz.
Bazı evrimcilerin ara geçiş formu iddiasıyla öne
sürdükleri fosiller ya kendi ürettikleri uydurma fosillerdir ya da nesli
eskiden tükenmiş olan canlı türlerine aittir. Örneğin atın evrimi ile ilgili
delil olarak küçük cins atlardan büyük cins atlara doğru fosil örneklerini
sıralarlar.[63]
Evrimsel dönüşümünü tamamlayıp artık günümüzde olmadığı düşüncesiyle
sıraladıkları bu at cinslerinin gerçekte şu anda bile hala dünyanın farklı
yerlerinde yaşamakta olduğu görülür.[64]
Bazı evrimciler, evrime ilişkin delil bulamayınca
sahte delil üretme yoluna başvurmuştur.[65]
Bunlardan en meşhuru Piltdown Adamı’dır.[66]
Bu kafatasını evrimin en büyük delili olarak İngiltere’de British Museum’de tam
40 sene sergilediler. Kafatasının maymundan insana evrimsel geçişi ispatlayan
(yarı maymun yarı insan) bir canlıya ait olduğunu iddia ettiler. 1953 yılında
yapılan incelemede ise, kafatasının 500 yıllık modern bir insana ait olduğu,
çenenin yeni ölmüş bir orangutana ait olduğu, insan dişlerinin çeneye monte
edildiği, dişlerin eski görünmesi için özel olarak
yıpratıldığı ve kafatasının eski
görünmesi için potasyum dikromat ile lekelendirildiği ortaya çıkarıldı. Sahtekarlığın ortaya çıkması üzerine kafatası müzeden
atılmıştır. Halbuki bundan önce Piltdown adamı evrimin en kesin delili olarak
kabul ediliyor ve inanmayanlar bilim düşmanı olarak yaftalanıyor idi.
Ara geçiş formlarına ait fosiller bulunmuş olsa
bile, bunlar dahi canlılığın tesadüfen oluştuğuna delil olamazlar. Evrimciler,
canlı türlerinin basit canlılardan karmaşık canlılara doğru evrimleştiğini
iddia ederler. Entropi kanununa göre ise, doğal süreçler düzen oluşturamazlar
ve mevcut düzeni artıramazlar. Canlı türlerinin basit canlılardan karmaşık
canlılara doğru evrimleştiği iddia ediliyor ise, bunun da ancak bilinçli bir
müdahale ile yani yaratılış ile mümkün olabileceğini kabul etmek gerekir. Teist
olmakla birlikte evrim teorisini savunan kişiler, evrim sürecindeki düzen
artışının bilinçli müdahaleyi açıkça gösterdiğini ve Yüce Yaratıcı’nın madde ve
fizik yasaları arkasında yaratılışı kamufle ettiğini söylemektedirler. İslam
toplumunda da, tarihte ve günümüzde teistik evrim teorisini savnanlar
bulunmaktadır.[67]
Ancak materyalistler, canlı türlerinin basit canlılardan karmaşık canlılara
doğru evrimleştiğini iddia ederken, tuhaf bir şekilde evrimin bu fizik kanunu
sihirli bir güçle aştığına inanırlar.
Materyalistlere göre aynı türde erkek de dişi de
tesadüfen oluşmuştur. Böylece tür neslini devam ettirebilmiştir. Erkekliğin ve
dişiliğin bütün canlılarda var olduğu dikkate alındığında, pek çok tesadüfün
aynı anda var olması gerekmektedir. Canlılık bu denli abartılı tesadüf ile
açıklanamaz. Ayrıca aynı etten oluşmasına rağmen dişilerde cezbeden güzelliğin
varlığı da tesadüfle açıklanamaz.
Meyvelere baktığımızda da tam insanın
yararlanabileceği büyüklükte ve çeşitlikte yaratılmış olduğu görülür. Eğer
canlılık tesadüfen ortaya çıkmış olsaydı, insanın yararlanamayacağı oranda çok
büyük veya çok küçük meyveler de tesadüfen ortaya çıkabilirlerdi. İnsanın
yararlanabileceği büyüklük ve çeşitlikte ortaya çıkan meyveler, tasarımın
apaçık delilleridirler.
19. yüzyıldan itibaren yaşanan makineleşme ve
şehirleşme sürecinde insanoğlu pek çok sese maruz kalmaktadır. Bu sesler
hayatın bir parçası haline gelmiştir. Canlı organların aşırı kullanım sonucu
ortama uyum sağladığını iddia eden evrimciler, makineleşme ve şehirleşme
sürecinde kulağın daha gelişmiş bir yapıya dönüştüğünü iddia edemezler. Aksine
gürültünün kulağa zarar verdiği açıklanmakta ve buna yönelik çözümler
aranmaktadır.[68]
İlk önce sürüngenler daha sonra memeliler ortaya
çıkmıştır. Ancak bu durum, memelilerin sürüngenlerden tedrici olarak
evrimleştiğini tek başına göstermez. Çünkü geçiş formlarına ait hiçbir fosil
bulunamamıştır. Türler arası geçiş formları hiç yaşamamıştır. Geçiş formlarının
yokluğu nedeniyle “memeliler sürüngenlerden aniden türemiştir” demek,
tabiatüstü bir müdahaleyi kabul etmek sayılır.
Ara geçiş formlarına ait fosillerin bulunamayışı,
bazı evrimcileri başka açıdan evrimi açıklamaya götürmüştür. Bazı evrimciler, ani
ve büyük bir mutasyona maruz kalan canlının daha gelişmiş bir canlı
doğabileceğini iddia etmiştir.[69]
Onlara göre, evrimin temel itici gücü doğal seçilim değildir,
büyük etkili mutasyonlardır. Küçük ve yavaş değişimler (Darwinci
evrim) bu görüşte yeterli görülmez. Örneğin
büyük bir radyasyona maruz kalan canlının üreme hücresindeki genler değişir.
Radyasyona maruz kalan bu canlı, değişen gene göre gelişmiş bir canlı doğurur.
Doğan bu canlı, değişik bir türü oluşturur. Evrimciler bunu “Sıçramalı Evrim”
olarak tanımlarlar.[70]
Mutasyonlar, tedrici
(kademeli) evrimi açıklayamadığı gibi, sıçramalı
(ani) evrimi de açıklayamazlar. Spontane mutasyonlar (yani arızalar) zaten
küçüktür. Büyük dış etkiler ise,
genlerde olumlu yönde değişim sağlamazlar, aksine genleri tahrip ederler. Aksi
iddia tabiat kanunlarına aykırıdır. Örneğin deprem, bir şehri geliştirmez, aksine yıkar. Darbe alan bir araba, daha
gelişmiş bir arabaya dönüşmez, aksine hurdaya dönüşür. Ayrıca canlıların
genetik yapısı, büyük sıçramalara dayanacak kadar esnek değildir.
Bazı evrimciler ise, fosil
kayıtlarındaki ani ortaya çıkışları ve uzun süreli değişmezlikleri açıklamak
için, “Noktalanmış Denge” teorisini
ortaya atmışlardır.[71]
Bu kurama göre, türler uzun
zaman boyunca çoğunlukla durağan kalır.
Ancak bu durağanlık dönemlerinin arasına giren kısa dönemlerde, genellikle küçük ve izole popülasyonlarda, yeni
türler ortaya çıkar. Uzun dönemleri takip eden kısa dönemlerde hızlı değişimler
yaşanır. Kısa dönemler yaklaşık 50.000-100.000 sene kadardır. Görece kısa olan
bu dönemlerde, küçük
mutasyonların birikimi, doğal seçilim, genetik
sürüklenme ve izolasyon gibi klasik evrim mekanizmaları işler. Görece
kısa olan bu dönemlerde yine kademeli değişimler yaşanır. Ancak değişimin hızı
ve yoğunluğu, bu süreci fosil kayıtlarında ani gibi gösterir. Noktalanmış
denge, Darwin'in sürekli ve yavaş evrim görüşüne alternatif olarak, evrimin
ritmini farklı bir bakış açısıyla açıklar.
Noktalanmış denge teorisinde, geçmiş
gözlenemediği için hayali sürelerin uydurulduğu açıktır. "Fosil yok çünkü
süreç hızlıydı" demek, kanıt
yerine varsayım sunmak anlamına
gelir. Karmaşık
yapıların küçük mutasyonların birikimiyle kısa sürede oluştuğu iddiası, bilimsel ve mantıklı değildir. Bir türün kısa sürede başka bir
türe dönüşmesi,
biyolojik ve genetik olarak mümkün değildir. Bunu gören bazı evrimciler de, bu
teorideki kısa dönemleri biraz daha uzatarak “Noktalanmış Tedricilik” teorisini
ortaya atmışlardır.[72]
Bu durumda genel evrim teorisine yönelik tüm eleştiriler burada da geçerli
olacaktır.
Evrim
teorisi, Darwin’den bu yana birçok düzeltme geçirmiştir. Evrime dair görüşler
arasında birlik bulunmadığı gibi bu görüşleri destekleyen bilimsel kanıtlar da
bulunmamaktadır. Aleyhe işleyen bilime
rağmen, ileride çözüme kavuşacağı ümidiyle avunmak bilim sayılmaz.
Materyalistler,
her canlıyı tesadüfî elektrik işlevleriyle çalışan robot gibi görürler.[73]
Onlara göre zihin, kişinin kimyasal yapısından bağımsız olamaz. Maddesel
bedenden ayrı olarak ruh yoktur. Bütün düşünce ve hayaller, kişi özgürce
düşündüğünü zannetse bile, kişinin kimyasal yapısına ve fizik kanunlarına göre
gerçekleşir. Bir kişinin kendine göre hayalleri, duyguları ve amacı olsa bile,
bütün bunlar, elektriğin beyinde o şekil tesadüfen akmış olmasından
kaynaklıdır.
Bedenin
tesadüfen oluşması mümkün olmadığı gibi, bedendeki hayatın da tesadüfen
oluşması mümkün değildir. Organları hareket ettiren sinirsel faaliyetlerde,
elektriğin vasıta olma yönünden bir etkinliği söz konusudur.[74]
Ancak hayat, ruh, şuur, muhakeme ve duygular, bedenin kimyasal yapısından ve
elektriğin işlevlerinden öte, fiziksel olarak açıklanamayacak bir boyuttur. Her
canlı, duygu ve amaç taşır. Ayrıca her canlı, diğer canlılardan ayrı bir
şahsiyet taşır. Bilincin karmaşık işlevleri tesadüfî elektrik akımlarına
dayandırılamaz.[75]
Sinirsel faaliyetleri elektrik vasıtasıyla düzenleyen, ruhtur. Hayat sadece
Yüce Allah tarafından yaratılır. Laboratuar ortamında aminoasitler ve enzimler
düzenlenip bir hücre haline getirilse bile, hiçbir kişi bu hücrede canlılık
oluşturamaz.
Sebepleri kullanarak canlılığın oluşmasına vesile
olmak, yaratıcılık sayılmaz. Örneğin toprağa tohum ekerek bir ağacın
yetişmesine vesile olan kişi, ağacın yaratıcısı sayılamaz. Evlilik ile bir
bebeğin doğumuna vesile olan kişi, bebeğin yaratıcısı sayılamaz. Üreme hücresinin çekirdeğine aynı cinsten başka
bir canlıya ait kromozomu yerleştiren ve bu sayede kromozomun ait olduğu
canlının şeklen benzerinin üremesini sağlayan bilim adamı da kopyaladığı bu
canlının yaratıcısı sayılamaz. Bilimsel çalışmalar, ileride tanrılık iddia
etmek için yapılamaz. Bilim, Yüce Allah’ın yaratma sanatının bir incelemesi olarak görülmelidir.
Materyalist
bilim anlayışı, doğaüstü müdahalenin yani yaratılışın varlığını kabul etmeden
hayatı açıklamayı temel prensip edinmiştir. Bu ilke bir kez kabul edildiğinde,
en imkânsız olasılıklar bile kolayca kabul edilir hale gelir. Bu dogmatik
zihniyetin örneklerini hemen hemen her evrimci çalışmada bulmak mümkündür. Yaratılış teorisinin önde gelen isimlerinden,
Amerikalı biyokimyacı Prof. Michael J. Behe, canlılardaki tasarımı, yani
yaratılışı kabul etmekte direnen bilim adamlarını şöyle anlatır: “Modern biyokimya,
son kırk yılda hücrenin sırlarının önemli bir bölümünü ortaya çıkarmıştır.
Bunun için harcanan emek gerçekten muazzamdı. On binlerce insan, bu sırları
bulmak için laboratuvarlarda uzun çalışmalara hayatlarını adadılar… Hücreyi
araştırmak için yapılan tüm bu çabalar, açıkça tek bir sonuç verdi: “Tasarım!”
Bu sonuç o kadar açıktı ki, bilim tarihinin en önemli keşiflerinden biri olarak
değerlendirilmeliydi... Bu zafer, bu büyük keşfi kutlayan on binlerce insanın
sevinç çığlıklarına yol açmalıydı... Ama hiçbir kutlama, hiçbir sevinç ifadesi
yoktu. Aksine, hücrede keşfedilen karmaşık yapı karşısında utanç dolu bir
sessizlik hakimdi. Konu kamusal bir ortamda gündeme getirildiğinde, çoğu bilim
insanı bundan rahatsız oluyor. Kişisel diyaloglarda, biraz daha rahatlıyorlar.
Çoğu, keşfettikleri apaçık gerçeği kabul ediyor, ancak sonra aşağı bakıyor,
başlarını sallıyor ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyor. Öyleyse
neden? Bilim dünyası keşfettiği büyük gerçeği neden benimsemiyor? Çünkü
bilinçli tasarımı kabul etmek, kaçınılmaz olarak Tanrı'nın varlığını kabul
etmeyi gerektirir.”[76]
[1] Michael Denton, The Miracle of the Cell,
Seattle, Discovery Institute Pres, 2020; Douglas Axe, Undeniable: How Biology
Confirms Our Intuition That Life Is Designed, New York, HarperOne, 2016;
Michael Denton, Nature’s Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the
Universe, New York, Free Press (Simon & Schuster), 1998; Steinar
Thorvaldsen & Ola Hössjer, Using statistical methods to model the fine‑tuning
of molecular machines and systems, Journal of Theoretical Biology, Volume 501,
September 2020, Pages 110352, https://doi.org/10.1016/j.jtbi.2020.110352
[2] https://intelligentdesign.org;
https://www.discovery.org; https://www.icr.org; https://www.harunyahya.info;
https://www.c4id.org.uk; https://wernergitt.de; https://www.uip.edu
[3] Wikipedia, Evolution
[4] Wikipedia, Entropy, Second law of
thermodynamics
[5] Wikipedia, Irreducible complexity, Objections
to evolution
[6] Wikipedia, Theistic evolution
[7] Wikipedia, Protein
[8] Wikipedia, Amino acid
[9] Wikipedia, Chirality (chemistry)
[10] Wikipedia, Homochirality
[11] Wikipedia, Peptide bond
[12] Wikipedia, Le Chatelier's principle
[13] Wikipedia, Levinthal's paradox
[14] Wikipedia, Universal probability bound
[15] Wikipedia, Evolution of cells
[16] Wikipedia, Cell (biology)
[17] Fred Hoyle & Wickramasinghe, Evolution
from Space: A Theory of Cosmic Creationism, J.M. Dent & Sons, London, 1981,
Pages 130, 141, 144
[18] Hoyle on Evolution, Nature, Volume 294, No
5837, 1981, Page 105
[19] Wikipedia, Miller–Urey experiment
[20] Wikipedia, Chemical reaction, Chemical bond
[21] Wikipedia, Chemical bonding of water
[22] Wikipedia, Prebiotic atmosphere
[23] Wikipedia, Geological history of oxygen
[24] Ingrid Cnossen, Jorge Sanz-Forcada, Fabio
Favata, Olivier Witasse, Tanja Zegers, Neil F. Arnold, Journal of Geophysical
Research: Planets, Habitat of early life: Solar X-ray and UV radiation at
Earth's surface 4-3.5 billion years ago, Volume 112, Issue E2, Feb 2007,
https://arxiv.org/abs/astro-ph/0702529
[25] Wikipedia, DNA, Genetic code, Central dogma of
molecular biology
[26] Wikipedia, Genome
[27] Wikipedia, Cybernetics
[28] Wikipedia, DNA replication
[29] Wikipedia, Protein biosynthesis, Central dogma
of molecular biology
[30] Wikipedia, Phyletic gradualism
[31] Wikipedia, Selective breeding
[32] Wikipedia, Natural selection
[33] Wikipedia, Evolution of birds
[34] Wikipedia, Pangenesis
[35] Wikipedia, Lamarckism, Phyletic gradualism
[36] Wikipedia, Acquired characteristic
[37] Wikipedia, Human embryonic development
[38] Wikipedia, Modern synthesis (20th century)
[39] Wikipedia, Mutation
[40] Wikipedia, Mutagen
[41] Wikipedia, Laboratory experiments of
speciation, Experimental evolution
[42] Wikipedia, antimicrobial resistance, E.
coli long-term evolution experiment, Lactase persistence, Sickle cell
disease, EPAS1, CCR5-Δ32
[43] Wikipedia, E. coli long-term evolution
experiment
[44] Wikipedia, antimicrobial resistance
[45] Wikipedia, Gene
[46] Wikipedia, Allele
[47] Wikipedia, Allele frequency
[48] Wikipedia, Genetic drift
[49] Wikipedia, Founder effect, Population
bottleneck
[50] Wikipedia, Extended evolutionary synthesis
[51] Wikipedia, Epigenetics
[52] Wikipedia, Gene expression
[53] Wikipedia, Industrial melanism, Peppered moth
[54] Wikipedia, Gene expression, Epigenetics,
Phenotypic plasticity
[55] Wikipedia, Adaptation
[56] Wikipedia, Genetic diversity, Genetic
variability
[57] Wikipedia, Genetic variation
[58] Wikipedia, Reproductive isolation
[59] Wikipedia, Cambrian explosion
[60] Wikipedia, Living fosil
[61] Wikipedia, Transitional fossil
[62] Wikipedia, Human evolution
[63] Wikipedia, Evolution of the horse
[64] Wikipedia, Riwoche horse, Caspian horse,
Arenberg-Nordkirchen
[65] Wikipedia, Scientific misconduct, Chimera
(paleontology), Archaeoraptor, Beringer's Lying Stones, Calaveras Skull,
Cardiff Giant, Himalayan fosil hoax, Nebraska Man
[66] Wikipedia, Piltdown Man
[67] Wikipedia, Islamic views on evolution
[68] Wikipedia, Noise-induced hearing loss
[69] Wikipedia, Mutationism
[70] Wikipedia, Saltation (biology)
[71] Wikipedia, Punctuated equilibrium
[72] Wikipedia, Punctuated gradualism
[73] Wikipedia, Physicalism, Mind–body problem
[74] Wikipedia, Developmental bioelectricity
[75] Wikipedia, Mind–body dualism
[76] Michael J. Behe, Darwin’s Black Box, New York,
Free Press, 1996, pages 232-233
0 yorum:
Yorum Gönder