24 Temmuz 2025 Perşembe

Canlılarda İnce Ayar

CANLILARDA İNCE AYAR

Celil ÇELİK

      Canlı organizmaların yapısal, kimyasal ve genetik düzeyde işleyişleri incelendiğinde, yaşamın sürdürülebilirliği için, çok sayıda koşulun eşzamanlı ve uyumlu bir şekilde karşılandığı görülür. Bu durum, biyolojik sistemlerde de ince ayarın geçerli olduğunu ve yaşamın rastlantılarla açıklanamayacak kadar karmaşık ve düzenli olduğunu gösterir.[1] Her canlı, bir mühendislik harikasıdır. Her canlı, bir sanat harikasıdır.

Biyolojide hayatın kökenini açıklamaya çalışan yaygın iki teori bulunmaktadır. Bunlardan biri “Yaratılış Teorisi” veya “Bilinçli Tasarım Teorisi” olarak bilinir.[2] Diğeri ise “Evrim Teorisi” veya “Darwinizm” olarak bilinir.[3]

Yaratılış teorisine göre canlıların yapısı tesadüfle açıklanamayacak oranda karmaşıktır. Bütün bilimsel veriler tesadüfü yalanlamaktadır. Canlılar, akıllı ve kudretli bir varlık tarafından yaratılmıştır. Bir tür diğer bir türden evrimleşmemiştir. Canlı türleri birbirlerinden ayrı olarak yaratılmıştır.

Yaratılışı savunan bilim adamları, bilimsel olarak tek açıklamanın yaratılış olduğunu gördüklerinden ve bu konuda vicdanen dürüst davrandıklarından dolayı yaratılışı savunmaktadırlar.

Evrim teorisine göre ise, canlılar, çevre koşullarına uyum sağlamak için zamanla özellikler kazanmıştır. Tüm türler, ortak ataya dayanan bir evrimsel süreçle zamanla farklılaşmıştır. Örneğin kuşlar, sürüngen atalarından; sürüngenler amfibilerden; amfibiler ise balık benzeri canlılardan evrimleşmiştir. İlk canlı organizma ise, hücrelerin suda tesadüfen birleşmesi ile oluşmuştur. İlk hücre ise, karmaşık organik moleküllerin suda kademeli olarak organize olması ve kendi kendini kopyalayabilen yapıya dönüşmesi ile ortaya çıkmıştır. Hücreyi oluşturan protein molekülleri ise, amino asit adı verilen daha küçük moleküllerin suda tesadüfen bir araya gelmesi ve bir zincir oluşturması ile meydana gelmiştir. Amino asitler ise, yıldırımlar sayesinde farklı atomların kimyasal reaksiyonla bir araya gelmesiyle oluşmuştur.

Basit canlıların karmaşık canlılara tedrici olarak evrimleştiğini iddia eden evrim teorisi, eğer bu iddiasında Yüce Allah’ın kudretine dayanmıyor ise ve salt tabiat şartlarına dayanıyor ise, entropi kanununa aykırıdır.[4] Tedrici düzen artışı, salt doğal süreçlere dayandırılamaz. Canlı sistemlerin entropisi, çevre sayesinde geçici olarak sabit kalır. Ancak çevre, canlı sistemlerde düzen artışı sağlamaz. Canlı sistemlerin indirgenemez karmaşıklığı, kademeli ve rastgele süreçlerle açıklanamaz.[5]

Darwin’e kadar da biyoloji bilimine Yüce Yaratıcı’nın yaratma sanatını gösteren bir bilim dalı olarak bakılmakta idi. Ancak derin devletler, ilerleyen bilimin sunduğu yaratılış kanıtlarından rahatsızlık duydular, biyolojiyi materyalizme uyarlamak için büyük çaba sarf ettiler. Evrim teorisi, Tanrı fikrinden rahatsızlık duyan ateistlerin din gibi inandıkları bir düşünce halini almıştır. Evrim teorisi, materyalizmin bilimdeki en büyük dayanağı olarak kabul edilmektedir. Bununla birlikte teistlerden de darwinizmi savunanlar bulunmaktadır. Buna “Teistik Evrim” denilir.[6]  Kimileri ise, bazı üniversiteler evrim savunması içermeyen akademik tezleri kabul etmediği için, evrimi zoraki savunmak zorunda kalmaktadır.

Evrim teorisi, bilimsel bir gerçek olduğu için değil, insanların bilimsel olduğunu zannetmesi için savunulmaktadır. Evrim teorisi, tahmin ve varsayım olmaktan öte ispatlanmış hiçbir veri içermez. Buna rağmen sanki 2*2=4 gibi ispatlanmış bir gerçekmiş gibi, basın, yayın ve okul kitapları aracılığı ile dünya üzerinde yoğun propagandası yapılır. Propagandalarda hayali çizilen yarı insan yarı maymun resimleri, uydurulmuş latince isimlerle evrimin gelişme aşamaları olarak gösterilir. Propagandalarda beyaz önlüklü ve kalın gözlüklü bilim adamı imajı da kullanılır. Bunu gören kimileri bilimsel bir gerçekle karşılaştığını zanneder. Aşırı yoğun telkin de inandırmada etkilidir. Yoğun telkinler kişinin bilinçaltını etkiler. Bilinçaltında biriken telkinler zamanla bilince taşar.

Yaratılış teorisi ise, bir teori değildir, gerçeğin ta kendisidir. Bütün bilimsel veriler, bilinçli bir tasarımı açıkça göstermektedir. Yüce Yaratıcı’nın varlığını kabul etmek, mantıksal ve vicdani bir zorunluluktur. Yaratılış teorisi gerçek bilimdir. Yaratılış teorisi, bir teori değildir, bilimsel bir kanundur. Ancak materyalistler, yaratılış teorisini sözde bilim olarak görürler ve savunucularını cehalet veya çarpıtmayla suçlarlar. Bu ithamı yapan materyalistler, kendilerinde görülen mantık ve vicdan eksikliklerini görmezden gelirler.

Evrim teorisi ile biyoloji bilimini aynı şey gibi göstermeye çalışmak ve evrimin biyolojinin temeli olduğunu iddia etmek, büyük bir aldatmacadır. Günümüzde modern bilimi evrime bağımlı kılacak hiçbir geçerli sebep bulunmamaktadır. Bilim, gözlem ve deneye dayanır. Evrim ise, gözlenemeyen geçmiş hakkında ortaya atılmış bir varsayımdan ibarettir. Darwinizme yapılan tüm göndermeler ortadan kaldırılsa biyoloji biliminde hiçbir değişiklik olmayacaktır.

Materyalistler, evrenin ve canlıların kusurlu olduğunu iddia ederek bunların tasarlanmış olamayacağını öne sürerler. Kusursuz olan sadece Yüce Yaratıcı’dır. Evren ve canlılar ise mahluktur. Mahlukattan kusursuzluk beklemek abestir. Mahlukat kusursuz olursa bazılarınca tanrılaştırılır. Evren ve canlılar, yaratılmışlık sıfatının üzerine çıkamazlar. Yüce Yaratıcı, doğa kanunları çerçevesinde işleyen bir evren yaratmıştır. Bu evrende fiziksel ve biyolojik sınırlar bulunmaktadır. Bir organizma hem kuş kadar hafif, hem de fil kadar güçlü olamaz. Sözde kusurlar, aslında zorunlu denge ve uyumların bir sonucudur. Bir sistemin kusursuz olmaması, onun rastgele oluştuğunu değil, sınırlı kaynaklar ve çevresel etkilere göre en iyi şekilde optimize edildiğini gösterir. Örneğin insanlar 120 derece açıyla görebilirler. Kuşlar ise daha geniş açıyla görürler. Materyalistler, insan gözündeki kör noktayı bir kusur olarak kabul ederler. Hâlbuki gözün genel tasarımı; ışık algısı, sinyal işleme ve enerji tasarrufu gibi birçok faktörü en uygun şekilde bir araya getirir. Ayrıca sınırlı bilgiyle bir sistemi hatalı olarak nitelendirmek bilimsel değildir. Örneğin apandis eskiden işe yaramaz zannedilirken, şimdi bağışıklık sisteminde rolü olduğu bilinmektedir. Ayrıca bir nesnede ya da sistemde hatalı/kusurlu görünen bir yön olması, onun tasarlanmadığını göstermez. Varsayılan bir kusur olsa bile, son derece karmaşık ve hassas dengelere dayalı bir sistemin varlığı yine tesadüfle açıklanamaz. Bir mühendis kusurlu bir makine üretebilir, ancak o makinenin yine de akıllı bir tasarımın ürünü olduğu açıktır. Mükemmel düzeni görmezden gelip canlılarda sözde kusur arayan materyalistler, ideolojik ve keyfi tutum sergilerler.

Canlı organizmaları oluşturan tek bir protein molekülünün bile, ilkel çorba ortamında ve ilkel atmosfer koşullarında tesadüfen oluşması mümkün değildir. Protein molekülü, amino asit adı verilen daha küçük moleküllerin diziliminden oluşan dev moleküldür.[7] Amino asit de farklı atomların birleşiminden oluşan daha küçük moleküldür.[8] 20 amino asit türü bulunmaktadır. Protein moleküllerinde amino asitler farklı sayıda bulunurlar. 50 amino asitten oluşan protein molekülleri olduğu gibi binlerce amino asitten oluşan dev protein molekülleri de vardır. İnsan vücudunda yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır.

Bir amino asidin 20 çeşit içinden doğru seçilme ihtimali, 20 ihtimalde 1’dir. Birleşiminde 288 amino asit bulunan ve 12 farklı amino asit türünden oluşan ortalama büyüklükteki bir protein molekülünde, amino asitler, (12^288) 10^310 farklı biçimde dizilebilirler. Bu, 1 rakamının önüne 310 tane sıfır yazılmasıyla oluşan sayıyı ifade eder. Bu dizilimlerden sadece bir tanesi protein molekülünü oluşturur. Geriye kalan tüm dizilimler, anlamsız, hiçbir işe yaramayan ve hatta bazen zararlı zincirlerdir. Binlerce amino asitten oluşan dev protein moleküllerinin doğru dizilme ihtimali ise bundan çok daha küçüktür.

Amino asitlerin bazıları sağ ele benzerler, bazıları ise sol ele benzerler. 20 çeşit amino asitten her biri sağ elli veya sol elli olabilir. Sağ elli amino asitler ile sol elli amino asitler, kimyasal yapı açısından aynıdırlar, ancak simetrik olarak karşılık gelen şekle sahiptirler.[9] Tabiatta doğal şartlar altında sağ elli amino asitler ile sol elli amino asitler birbirlerine bağlanabilirler. Canlıların proteinlerinde ise sadece sol elli amino asitler kullanılır. Buna “Homokiralite” denilir.[10] DNA ve RNA gibi nükleik aistlerde bulunan şekerler ise, sadece sağ ellidir. Bu da, nükleik asitlerde diğer bir homokiralite örneğidir. İlkel çorba ortamında iki sol elli amino asidin birbirine bağlanma ihtimali, 4 ihtimalde 1’dir. Bir protein molekülünü oluşturacak sayıda amino asidin tümünün sol elli olma ihtimali ise, hayal gücünün ötesinde büyük matematiksel sayıları karşımıza çıkarır. Bu durum, milyarlarca kez havaya atılan bir paranın hep tura gelmesine benzer. Bir para milyarlarca kez havaya atıldığında hep tura geliyorsa, bunu tesadüfle açıklamak mantıklı olmaz.

Amino asitler tabiatta farklı bağlarla birbirlerine bağlanabilirler. Protein molekülünü oluşturan amino asitler ise, sadece “Peptid Bağı” ile birbirlerine bağlanırlar.[11] Tabiatta amino asitlerin genelde %50 oranında birbirleri ile peptid bağı kurdukları tespit edilmiştir. Diğer bağlar ise proteinlerde bulunmayan bağlardır. Bu durumda iki amino asidin arasında peptid bağı kurulma ihtimalinin 2 ihtimalde 1 olduğu söylenebilir. Ancak bu sefer de su içinde peptit bağının oluşamayacağı gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Zira peptit bağı kurulurken bir su molekülü açığa çıkar. Kimyada “Le Châtelier Prensibi” olarak bilinen kurala göre, su açığa çıkaran bir reaksiyonun su içeren bir ortamda gerçekleşmesi zordur.[12] Böyle reaksiyonlar, kimyasal reaksiyonlar içerisinde oluşma ihtimali en düşük olanı olarak nitelendirilir. Suyun ortamda fazla bulunması, su molekülünü (ürünü) azaltmak için, reaksiyon dengesini ters yöne kaydırır. Canlılığın ilk defa suda başladığını iddia eden materyalistler bu konuda çıkmazdadır.

Beş yüz (500) amino asit içeren ortalama büyüklükte bir protein molekülünün ilkel çorba ortamında tesadüfen oluşma ihtimali acaba kaçta kaçtır?

Bir amino asidin 20 çeşit içinden doğru seçilme ihtimali, 20 ihtimalde 1’dir. 500 amino asidin her birinin 20 çeşit içinden doğru seçilme ihtimali ise, (20^500) 10^650 ihtimalde 1’dir. Bir amino asidin sol elli olma ihtimali, 2 ihtimalde 1’dir. 500 amino asidin sol elli olma ihtimali ise, (2^500) 10^150 ihtimalde 1’dir. İki amino asidin birbirleri ile peptit bağı kurmaları ihtimali, 2 ihtimalde 1’dir. 500 amino asidin birbirleri ile peptit bağı kurmaları ihtimali ise, (2^500) 10^150 ihtimalde 1’dir. Saydığımız bu üç tür ihtimalin birlikte gerçekleşebilme ihtimali ise, (10^650 * 10^150 * 10^150) 10^950 ihtimalde 1’dir.

10^950 sayısını doğal sayılar şeklinde yazacak olursak 1 rakamının yanına 950 tane sıfır koymamız gerekecektir. Bu, aklın hayal sınırını aşan astronomik bir rakamdır. Bu olasılığın doğal koşullar altında gerçekleşmesi imkansızdır.

Verdiğimiz olasılık hesaplamaları, zeki bir insanın deneme yanılma yoluyla ne kadar çaba harcayacağını göstermek içindir. Tabiatta ise deneme-yanılma mekanizması bulunmamaktadır.[13] Tabiatta ve doğal şartlar altında bir protein molekülünün deneme-yanılma yolu ile tesadüfen oluşabilme süreci dahi başlayamaz.

Saniyede örneğin üç milyon denemenin varlığı farz edilse bile, örnekteki 500 amino asitli protein molekülünün oluşması 10^936 yıl sürecektir. Bu, 1 rakamının önüne 936 tane sıfır yazılmasıyla elde edilen yıllık süreyi ifade eder. Bu süre, dört buçuk milyar yıl olduğu tahmin edilen Dünya’nın yaşından kat be kat uzundur.

Olasılık hesapları ve doğal şartlar dikkate alındığında, bir protein molekülünün oluşma ihtimalinden bahsetmek mümkün değildir. Burada teknik bir imkânsızlık söz konusudur. Matematikte 10^150 ihtimalde 1’den küçük ihtimaller, sıfır ihtimal olarak kabul edilir.[14] Ancak materyalistler, sırf yaratılışı inkâr etmek için, bilimsel mantığa aykırı bir şekilde imkânsız olasılıkların gerçekleştiğini varsayarlar.

Evrim sürecinin ilk canlı öğesi olduğu var sayılan ilk canlı hücrenin tesadüfen oluşma ihtimali ise, bundan çok daha düşüktür.[15] Bir canlı hücre, karmaşık yapısı ve işlevleri ile modern bir şehir gibidir.[16] Modern bir şehrin tesadüfen oluşması nasıl mümkün değil ise, bir hücrenin de aynı şekilde tesadüfen oluşması mümkün değildir. Ünlü matematikçi ve astronom Fred Hoyle, 1980'lerde yazdığı eserlerinde, bir hücrenin enzim grubunun tesadüfen oluşma olasılığını 10^40.000’de 1 olarak hesaplamıştır.[17] Fred Hoyle’ye göre, canlı bir hücrenin tesadüfen oluşması ile, bir hurda yığınına isabet eden kasırganın havaya savurduğu parçalardan tesadüfen bir Boeing 747 uçağının oluşması arasında fark yoktur.[18]

Evrimcilerin hayatın kökenini tesadüfe dayalı açıklamak için laboratuar ortamında yaptıkları deneyler her seferinde sonuçsuz kalmıştır. Bu deneylerin en ünlüsü Stanley Miller tarafından yapılan deneydir.[19] Gerçekleri yansıtmayan ve bilinçli müdahale ile gerçekleşen bu deney, uzun süre evrimci propagandaya malzeme olmuştur.

Stanley Miller, ilkel dünya atmosferinde bulunduğunu varsaydığı amonyak, metan, hidrojen ve su buharından oluşan biz gaz karışımını bir hafta boyunca 100 derece ısıda kaynattı. Bu gazlar, kendi kendine birbirleri ile reaksiyona giremeyeceklerine göre dışarıdan enerji takviyesi gerekecekti. Enerji olarak ilkel dünya atmosferindeki yıldırımlardan kaynaklandığını varsaydığı elektriği kullandı. Bir hafta sonra kavanozun dibindeki kimyasalları ölçtüğünde, proteinlerin yapı taşlarını oluşturan 20 çeşit amino asitten üçünün sentezlendiğini gördü.

Bu olay evrimciler üzerinde büyük bir sevinç etkisi yapmış, hatta kimileri “Miller hayatı yarattı” şeklinde gazetelere manşet atacak kadar kendinden geçmişti. Bu deneyi canlıların en küçük yapı taşları olan amino asitlerin doğal şartlar altında tesadüfen oluşabileceğine ilişkin delil olarak ileri sürdüler. Amino asitlerin oluşumundan sonraki aşamalar ise hemen kurgulandı. Amino asitler tesadüfen birleşerek proteinleri oluşturdu. Proteinler de tesadüfen birleşerek hücreleri oluşturdu. Hücreler de zamanla yan yana gelerek ya da bölünerek, organizmaları oluşturdu. Halbuki bu senaryonun en büyük dayanağı olan Miller deneyinin geçersizliği ispatlanmıştır.

Birden fazla atomun kimyasal reaksiyonla bir molekül oluşturduğu bilinen bir durumdur.[20] Örneğin hidrojen ve oksijen atomları kimyasal reaksiyonla su molekülüne dönüşür.[21] Kimyada buna ilişkin sayısız örnekler bulunmaktadır. Kimyasal reaksiyonla amino asit üretme işi de aynen kimyasal reaksiyonla bir molekül elde etme işidir. Miller, gerçekte bir canlılık oluşturmamış, kimyasal reaksiyonla amino asit adı verilen küçük moleküller elde etmiş idi.

Miller’in ilkel atmosfer şartlarını oluşturmak için kullandığı gazlar da gerçeği yansıtmamaktadır. Bilim adamları, 1980’li yıllarda ilkel dünya atmosferinde metan ve amonyak yerine azot ve karbondioksit bulunması gerektiği görüşünde birleştiler.[22] Nitekim uzun süren bir sessizlikten sonra Miller’ın kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi olmadığını itiraf etti. Bazı bilim adamları, karbondioksit, azot ve su buharından oluşan bir karışım ile aynı deneyi tekrarladılar, ancak tek bir amino asit dahi elde edemediler.

Amino asitlerin oluştuğu iddia edilen dönemde oksijen miktarı, evrimcilerin iddia ettiğinin çok üstünde, amino asitlerin tümünü parçalayacak yoğunlukta idi. Bu durum, 3,5 milyar yıl olarak hesaplanan taşlardaki okside olmuş demir ve uranyum birikintileriyle anlaşılmıştır.[23] Amino asitlerin oluştuğu iddia edilen dönemde oksijenle birlikte metan ve amonyak gazının var olduğu farz edildiğinde, amonyak oksijenle reaksiyona girecekti. Reaksiyon sonrası sadece karbondioksit ve su oluşacaktı. Dolayısıyla amino asitlerin sentezlenmesi mümkün olmazdı. Ayrıca o dönemlerde dünya yüzeyine evrimcilerin tahmininden çok daha fazla ultraviyole ışınının ulaştığı tespit edilmiştir.[24] Bu yoğun ultraviyole, atmosferdeki su buharı ile karbon dioksiti ayrıştırarak oksijen açığa çıkarır, dolayısıyla amino asitlerin tümünü parçalar. İlkel atmosfer ortamında oksijenin var olmadığı varsayıldığında da dünyayı ultraviyole ışınlarından koruyan ozon tabakası oluşmayacaktı. Bu durumda bu ışınlara maruz kalan amino asitler yine parçalanacak idi. Neticede oksijenin varlığı da yokluğu da amino asitlerin oluşumunu imkânsız kılmaktadır.

Ayrıca canlıların yapısında (DNA hariç) sol elli amino asitler kullanılmakta iken, Miller deneyinde sadece sağ-elli amino asitler ortaya çıkmış idi. Ayrıca Miller deneyindeki ortam, canlı yaşamı için elverişli olmayan ve hatta amino asitleri dahi imha eden bir ortam idi. Deneyde amino asitlerin oluştuğu anda hemen ortamdan izole olmasını sağlayan “Soğuk Tuzak” isimli bir mekanizma kullanılmış idi. Bu mekanizma kullanılmadığı takdirde, ortamın koşulları bu molekülleri oluşmalarından hemen sonra imha edecek idi. Hâlbuki ilkel dünya koşullarında elbette bu çeşit bilinçli düzenekler yoktu. Amino asitler oluşsa bile yine aynı ortamda hemen parçalanacaklardı. Ayrıca ilkel dünya yüzeyinde bulunduğu bilinen ve amino asitlerin oluşmasını engelleyecek olan diğer maden ve mineraller de karışıma katılmamış idi. Miller, ayrıca bu deneyde canlıların yapı ve işlevlerini bozabilecek pek çok organik asit de elde etmiş idi. Amino asitler izole edilmeseydi bunlarla reaksiyona girip parçalanacak olması kaçınılmazdı.

Her canlı, doğum hücresinin çekirdeğinde bulunan DNA molekülündeki şifreli bilgilere göre şekil alır.[25] Her organın şekli ve bedendeki yeri DNA’da şifrelenmiştir. Hatta saç ve göz rengi gibi teferruat sayılacak bilgiler bile DNA’da şifrelidir. Vücut yapısıyla ilgili tüm bilgiler, vücut oluştuktan sonra da, vücuda ait her bir hücrenin çekirdeğinde bulunan DNA’da aynen bulunur.[26] Örneğin yetişkin bir insanda yaklaşık 37 trilyon hücre bulunur. Her hücrenin çekirdeğinde o insana ait beden bilgileri bulunur. Yani her hücrede aynı bilgiler kopyalanmıştır. Bir kedinin her hücresinde, o kediye ait beden bilgileri aynen bulunur. Bir kiraz ağacının her hücresinde, o kiraz ağacına ait tüm bilgiler aynen bulunur. DNA’daki bilgiler yazıya dökülecek olsa, her bireri 500 sayfadan 900 cilt kitap eder. DNA’da bulunan bu karmaşık bilgiler, ancak bilinçli bir müdahale sonucu oluşabilecek bilgilerdir. Zira tesadüf bilgi oluşturamaz. Tesadüf söz konusu olsaydı, her canlıda organların yerleri farklı olurdu. Sibernetiğin en temel yasalarından birine göre, bir sistemi oluşturan kişi, her zaman için sistemin kendisinden daha akıllıdır.[27] Bir başka deyişle, programlayan kişi, programladığı sistemden her zaman için daha akıllı olmalıdır. Sistemin “yapma aklının” çok karmaşık olması bu gerçeği değiştirmez. DNA’da bulunan genler de bir programdır ve şu ana kadar insanlığın çözemediği (ve ileride büyük bir bölümü çözülecek olsa da yoğun bir çalışmayı gerektirecek) derecede çok karmaşık bir programdır. Kör ve şuursuz tesadüflerin karmaşık programları meydana getirebilmesi mümkün değildir. DNA’daki bilgiler, Yüce Yaratıcının bir tasarımıdır.

Hücre çekirdeğindeki DNA, yalnız protein yapısındaki birtakım enzimlerin yardımı ile eşlenebilir.[28] Fakat bu enzimlerin sentezi (üretilmesi) de ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşebilir.[29] Birbirlerine bağımlı olduklarından dolayı eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olması ya da ikisinden birinin daha önce yaratılmış olması gerekir. Her ikisinin aynı anda tesadüfen var olduğunu iddia etmek bilimsel düşünceye aykırıdır.

Materyalistler, bir canlı türün diğer bir canlı türden oluştuğunu iddia ederken bu işin bir saniye gibi aniden olduğunu iddia etmezler. Zira dönüşümün aniden olduğunu iddia etmek, bilinçli bir müdahaleyi çağrıştırır. Materyalistler, yaratılış fikrine meydan vermemek için, milyonlarca sene ile ifade edilecek bir süreç içerisinde tabiat şartları içerisinde bir türün bir önceki türden tedrici olarak oluştuğunu iddia ederler.[30]

İnsanlar, istenen özelliklere sahip canlıları seçerek üretimini yaparlar. Evcil hayvanların veya tarım bitkilerinin ıslahı bu yönteme örnektir. Bu durumda seçilen canlılar çoğalırken diğerleri elenir. Buna “Yapay Seçilim” denilir.[31] Ancak evrimciler, aynı işi doğanın da yaptığını söylerler ve buna “Doğal Seçilim” derler.[32] Onlara göre doğal seçilim, canlıların dış yapılarındaki farklılıklardan ötürü hayatta kalma şansının ve üreme başarısının değişkenlik göstermesidir. Doğal seçilim, Darwin'den önceki biyologlar tarafından "türlerin bozulmadan sabit kalmalarını sağlayan bir mekanizma" olarak tanımlanıyordu. Doğal seçilim, güçlü olanın doğal şartlarda tehlikelerden korunarak hayatta kalması, zayıf olanların ise ortam şartlarına ve tehlikelere yenik düşerek elenmesi mantığıdır. Sakat, hasta ve zayıf olanların elenmesi, türün sağlıklı kalmasına ve türün sağlıklı nesiller doğurmasına sebep olur. Bu, Yüce Yaratıcının bir yaratılış tasarımıdır. Örneğin bir bölgede yaşayan tavşanların bazılarının beyaz tüylü ve bazılarının kahverengi tüylü olduğunu farz edelim. Eğer bu bölge toprak renginde bir çevreye sahipse, kahverengi tavşanlar daha iyi kamufle olur ve yırtıcılardan daha iyi korunurlar. Zamanla kahverengi tavşanlar daha fazla yaşar ve ürer. Bu nedenle kahverengi tavşanlar çoğalmaya başlar. Bu süreç, doğal seçilim örneğidir. Ancak evrimciler, doğal seçilimi organlara ve yapılara indirirler, bu sürecin evrimleştirici bir gücü olduğunu iddia ederler. Onlara göre, sık kullanılan organlar gelişir, çevreye uyum sağlayanların özellikleri gelecek nesillere aktarılır, yararlı değişimler zamanla birikerek bireyi atalarından tamamen farklı bir canlıya dönüştürür.

Doğal seçilimin uygun olmayanı elemesindeki negatif rolü inkâr edilemez. Ancak evrimciler, ayrıca uygun olanı yaratmasını da isterler. Amaçsız, bilinçsiz ve şuursuz bir süreç, doğadaki mükemmel düzeni ve karmaşık yapıları açıklayamaz. Evrimsel süreçte yeni organların veya karmaşık sistemlerin oluşumu için bilgi artışı gerekir. Doğal seçilim, bilgi artışı sağlamaz, sadece zaten var olan varyasyonlar (çeşitlilikler) arasında bir eleme yapar. Örneğin siyah ve beyaz güvercinlerin yaşadığı bir ortamda siyah güvercinler daha iyi kamufle oluyorsa, siyah güvercinler seçilir. Ancak bu süreç, güvercini başka bir türe dönüştürmez. Göz, kanat, sinir sistemi gibi kompleks yapıların küçük adımlarla evrimleşmesi mümkün değildir. Çünkü yarım göz, yarım kanat işe yaramaz. Doğal seçilim ancak işlevsel olanı korur. İşlevsiz ara aşamaların seçilerek korunması mümkün değildir. Şu ana kadar da doğal seçilimin canlıları evrimleştirdiğine dair bir bulgu ortaya konamamıştır.

Evrimciler, dönüşüm sürecini açıklarken hayali senaryolara yer verirler. Örneğin sürüngenlerin sinek avlamaya çalışırken kuşa dönüştüğünü iddia ederler.[33] Sürüngenler, sinek yakalamaya çalışırken ön ayaklarını kullanmışlar ve bu sayede ön ayaklarını geliştirmeye başlamışlardır. Ön ayaklar geliştikçe bu bilgiler üreme hücrelerine taşınmıştır.[34] Her sürüngen anne, ön ayaklarındaki bu gelişmeyi doğurduğu yavrusuna aktarmıştır. Yani doğan yavru, annesindeki bu organsal değişime sahip olarak doğmuştur. Bu yavru sürüngen de hayatı boyunca sinek yakalamaya çalışırken ön ayaklarını daha da geliştirmiştir. Bu yavru sürüngen de ön ayaklarındaki gelişmeyi kendi nesline aktarmıştır. Bu süreç milyonlarca sene böyle devam etmiştir. Sürecin sonunda sürüngen türünün ön ayakları kanat haline dönüşmüştür. Evrimi bu şekil açıklayan teoriye “Lamarkizm” denilir.[35] Gerçekte ise, sık kullanma sonucu bir organda meydana gelen gelişmişlik, yeni nesle aktarılmaz.[36] Sık kullanma sonucu bir organda meydana gelen gelişmişlik, üreme hücrelerini değiştirmez. Böyle bir biyoloji kuralı yoktur. Örneğin bir sporcunun kaslarında meydana gelen gelişmeyi doğan çocuğuna aktardığı görülmemiştir. Sporcunun çocuğu, diğer bebekler gibi doğum hücresinde bulunan DNA’daki bilgiler doğrultusunda, normal vücut yapısına sahip olarak doğar.[37] Türleri belirleyen bilgiler, hücre çekirdeğinde bulunan DNA’daki genlerde bulunmaktadır. Doğal şartlar, genlerde değişiklikler meydana getirerek yeni türler üretemezler.

Bazı evrimciler de genetik, moleküler biyoloji ve biyokimya gibi bilim dalları gelişince, klasik teorinin yerinde olmadığını görmüşlerdir. Bu evrimciler, darwinizmi rafa kaldırmak yerine, Darwin’in doğal seçilim teorisi ile Mendel’in gen bilgisini birleştirerek, evrimi genetiğe uyarlamaya çalışmışlardır. Bu güncellenmiş evrim teorisine “Modern Sentez Evrim Teorisi” veya “Neodarwinizm” denilir.[38] Bu, evrimin çağdaş yorumudur. Neodarwinistler, canlıları sözde geliştiren ve değiştiren yararlı değişikliklerin rastgele mutasyonlar olduğunu iddia ederler.

Mutasyonlar, hücrelerin çekirdeğinde bulunan DNA’da gerçekleşen değişikliklerdir.[39] Bu değişiklikler, spontan olarak veya (radyasyon, kimyasal maddeler, virüsler gibi) mutajen adı verilen dış faktörler aracılığıyla oluşabilir.[40] Yavru canlı, anne canlının üreme hücresinde bulunan DNA’daki bilgiler doğrultusunda şekil alır. DNA’da gerçekleşen bir değişiklik, doğacak yavrunun vücut oluşumunu etkiler.

Neodarwinistlere göre, her nesilde tesadüfen mutasyonlar ortaya çıkar. Mutasyonla üreyen nesiller ya çevreye uyum sağlarlar ya da çevreye uyum sağlayamazlar. Çevreye uyum sağlamayan mutasyonlar, doğal seçilim sayesinde elenir. Örneğin sakat doğan bireyler, çevreye uyum sağlayamazlar ve genlerini sonraki nesillere aktaramazlar. Çevreye uyum sağlayan mutasyonlar ise, doğal seçilim sayesinde korunur. Faydalı mutasyonlar biriktikçe yeni türler ortaya çıkar.

Gerçekte mutasyonlar evrimi açıklamaktan uzaktırlar. Spontane mutasyonlar (yani arızalar) zaten tesadüfîdir. Rastgele bir değişim, karmaşık bir yapıyı asla daha düzenli hale getirmez. Rastgele oluşan dış etkiler de, aynı şekilde genlerde olumlu yönde değişim sağlamaz. Mutasyonlar daima DNA’daki bilgileri bozarlar. Mutasyonlar daima bilgi kaybına yol açarlar. Mutasyonlar, bir canlıyı daha düzenli ve daha karmaşık hale getirmezler, aksine daha da sakat olmasına sebep olurlar. Örneğin nükleer serpintiye maruz kalan insanlar, genlerinin bozulmuş olmasından dolayı sakat çocuklar doğurmuşlardır. Radyasyona maruz kalan sinekler, başlarından bacakları çıkan yavrular dünyaya getirmişlerdir. Neodarwinistlerin “Çevreye uyum sağlamayan küçük mutasyonlar doğal seçilim ile elenir. Çevreye uyum sağlayan faydalı mutasyonlar ise zamanla birikir” iddiası da gerçek dışıdır. Bilinen mutasyonların %99’u zararlıdır, %1’i ise nötrdür. Bir canlının kendisinden daha gelişmiş bir canlı doğurmasını sağlayabilecek mutasyon yoktur. Neodarwinistlerin faydalı mutasyon keşfetmek için laboratuarlarda yapmış olduğu yüzlerce deney de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.[41]

Neodarwinistler, bir mutasyonun organizmaya geçici veya sınırlı bir avantaj sağlamasını “faydalı” diye sunarlar. Sundukları örnekler nadirdir.[42] Ayrıca bunlar türleşmeye neden olacak kadar büyük değildir. Evrimsel süreçte yeni organların veya karmaşık sistemlerin oluşumu için bilgi artışı gerekir. Evrimcilerin faydalı mutasyon dedikleri şeyler ise, yeni bir göz, yeni bir kanat veya yeni bir beyin yapamaz. Bunlar, sadece mevcut sistemde oynamalar yapar. Örneğin aktif olmayan genin önüne yeni bir başlatıcı (promoter) dizisi gelirse, bu gen kendisini ifade etmeye başlar. Genin sessiz kalmasını sağlayan DNA bölgesi bozulduğunda, bu gen kendisini ifade etmeye başlar. Ancak bu küçük değişimler büyük farklar meydana getirmez. Karmaşık canlı türlerin ortaya çıkışı nadir örneklerle açıklanamaz. “Faydalı mutasyonlar nadirdir, ancak evrimsel süreçteki etkileri büyüktür” demek, bilimsel olarak kabul edilmez. Örneğin 1988 yılından bu yana devam eden “E. coli” deneyinde, bakterilerin sitrat adlı maddeyi kullanabilir hale geldiği gözlenmiştir.[43] Normalde E. coli, oksijenli ortamda sitratı kullanamaz. Deneyde oluşan mutasyon, sitrat taşıyıcı genin başına farklı bir promoter getirmiştir. Bu sayede gen aktifleşmiş ve bakteri sitratı kullanabilir hale gelmiştir. Ancak bu, yeni bilgi ile oluşan bir özellik değildir, mevcut genetik potansiyelin kullanımıdır. Normalde bu genler oksijenli ortamda aktif değildir. Mutasyon bu genlerin aktifleşmesini sağlamıştır. Ayrıca bu deneyde sıçramalı (ani) veya tedrici (kademeli) evrim yoktur. Bakteriler farklı bir türe dönüşmemiştir. E. Coli, yine E. Coli olarak kalmıştır. Bakterilerin antibiyotik direnci de, benzer şekilde bakterilere hayatta kalma avantajı sağlar.[44] Ancak bu, yeni bilgi eklenmek suretiyle değil, mevcut genetik potansiyelin kullanımı yoluyla çalışır. Bu, Yüce Yaratıcı’nın bir tasarımıdır.

Mutasyonlar tesadüfen gerçekleşir, ancak doğal seçilim faydalı olanları seçer.” diyen neodarwinistler, tesadüfçü ithamını reddederler. Bu bakış açısıyla doğaya bilinç atfederler. Ancak tamamen tesadüfi olan genetik sürüklenmeyi de evrim mekanizmaları arasına dahil ederler.

Genetik sürüklenmeyi bilmek için öncelikle gen, alel ve alel frekansının bilinmesi gerekir. Gen, bir organizmanın belirli bir özelliğini (örneğin göz rengi, kan grubu) belirleyen DNA parçasıdır.[45] Alel ise, bu genlerin farklı versiyonlarına denir.[46] Örneğin göz rengi geninin "mavi göz aleli" veya "kahverengi göz aleli" gibi farklı varyantları olabilir. Alel frekansı (veya gen frekansı) ise, bir popülasyondaki belirli bir alelin, o gene ait tüm aleller arasındaki oranını ifade eder.[47] Örneğin bir popülasyonda A ve a olmak üzere iki alel bulunuyorsa ve A aleli %60, a aleli %40 oranındaysa, bu değerler alel frekanslarıdır. Ancak bu oranlar zamanla değişebilir. Genetik sürüklenme de, alel frekanslarındaki bu değişimlerin, doğal seçilim gibi çevresel baskılar olmaksızın, tamamen rastlantısal yollarla nesiller boyunca meydana gelmesidir.[48] Örneğin 100 kurbağadan oluşan bir göl popülasyonunda, göz rengiyle ilgili G (yeşil göz) ve g (kahverengi göz) alellerinin başlangıçta sırasıyla %60 ve %40 oranında bulunduğunu varsayalım. Bir sel felaketi sonucunda rastgele 20 kurbağanın hayatta kaldığını varsayalım. Bu durumda g alelinin oranı şansa bağlı olarak azalabilir. Yeni popülasyonda G aleli %90'a çıkarken, g aleli %10'a düşebilir. Bu durumda g aleli, doğal seçilimle değil, tamamen tesadüfen azalmış olur. G aleli de doğal seçilimle değil, tamamen tesadüfen artmış olur.

Neodarwinistler, genetik sürüklenmenin her nesilde kalıtsal değişikliklere neden olabileceğini ve zaman içinde yeni türlerin ortaya çıkmasını sağlayabileceğini iddia ederler. Onlara göre, genetik sürüklenme, gen varyantlarının tamamen yok olmasına ve böylece genetik çeşitliliğin azalmasına neden olur.[49] Ayrıca başlangıçta nadir olan alellerin çok daha sık görülmesine ve hatta sabitlenmesine neden olabilir. Genetik sürüklenme, özellikle küçük popülasyonlarda, gen frekanslarında kalıtsal değişikliklere yol açabilir. Zaman içinde bu değişiklikler, izole olmuş popülasyonlarda türleşmeye katkıda bulunabilir. Yeni oluşan popülasyonlar hem genetik hem de fenotipik olarak belirgin bir biçimde türediği ebeveyn popülasyonlardan farklı olabilir.

Gerçekte genetik sürüklenme, popülasyon içindeki gen frekanslarında rastgele değişikliklere neden olur. Bir alelin tamamen ortadan kalkması veya nadir bir alelin şansa bağlı olarak yaygınlaşması, popülasyon içindeki bilginin yeniden dağılımı veya kaybı anlamına gelir. Bu da ilerlemeyi değil, bozulmayı temsil eder. Genetik sürüklenme, canlılardaki genetik çeşitliliğin rastgele bir şekilde azalmasına yol açan, yönsüz ve amaçsız bir süreçtir. Bu süreç yeni bilgi üretmez. Bu süreç, canlılarda yeni organların, yapıların ya da karmaşık sistemlerin oluşmasını açıklayamaz.

Bazı evrimciler, genetiği değiştirmeyen bazı mekanizmaları evrime katarak modern sentez teorisini genişletmişlerdir.[50] Bu evrimciler, epigenetik mekanizmaları evrimsel süreçleri etkileyen faktörler arasına dahil etmişlerdir. Epigenetik, DNA dizisinde bir değişiklik olmadan genlerin aktif ya da pasif hâle gelmesini sağlayan mekanizmaları inceler.[51] Genetik bilgi değişmeden çevresel etkilere bağlı olarak gen ifadesi değişebilir.[52] Epigenetik değişiklikler, çevresel faktörler (beslenme, stres, toksinler vb) sonucu oluşur. Aynı genetik yapıya sahip hücrelerin farklı görevler üstlenebilmesi, epigenetik düzenlemeler sayesinde gerçekleşir. Epigenetik, kalıtsal bilginin nasıl kullanıldığını belirler, ancak kendi başına yeni genetik bilgi üretmez. Epigenetik değişiklikler, genetik değişiklikler gibi kalıcı değildir, ancak bazı durumlarda birkaç nesil aktarılabilir. Örneğin hamile bir annenin yetersiz beslenmesi, karnındaki bebeğin genlerinde doğrudan bir mutasyona yol açmaz. Ancak bu durum, bebeğin bazı genlerinin daha az aktif olmasına neden olabilir. Bu etki, doğumdan sonra bile devam edebilir. Epigenetik değişimler, kalıcı evrimsel dönüşümler (yani türleşme) meydana getirmez. Çevresel etkilerle genlerin açılıp kapanması, organizmanın çevreye hızlı uyum sağlamasını açıklar. Bu, evrim değildir, adaptasyondur. Bu, Yüce Yaratıcının bir tasarımıdır.

Adaptasyon, bir organizmanın çevresel koşullara uyum sağlayarak geliştirdiği özellikler ya da davranışlardır. Doğal seçilim, epigenetik değişiklikler ve öğrenme gibi mekanizmalar, adaptasyonların ortaya çıkmasında ve yayılmasında temel rol oynar.

Evrimcilerin Darwin’den bu yana sıkça başvurduğu endüstri kelebeği örneği, İngiltere'deki biberli güve türünde gözlemlenen bir adaptasyon vakasıdır.[53] 18. yüzyıl öncesi İngiltere’de ağaçların kabukları açık renkteydi. Bu ortamda açık renkli güveler kamufle oluyor, kuşlar tarafından daha az fark ediliyordu. Koyu renkli güveler daha kolay fark edilip avlanıyordu. Sanayi devrimi ile kömür kullanımı arttı, çevre kirlendi, ağaçların kabukları kurum ve is nedeniyle karardı. Bu defa koyu renkli güveler avantaj kazandı, açık renkli olanlar avlandı. Sonuç olarak koyu renkli varyantın oranı arttı. Bu, açık renkli güvelerin koyu renkli güvelere dönüşmesi gibi görünmüştür. Evrimciler, bunu doğal seçilim mekanizmasının işleyişine canlı bir örnek olarak gösterirler. Onlara göre çevreye daha uygun olan varyant seçilmiştir ve sayıca baskın hâle gelmiştir. Evrimciler için bu, küçük ölçekli de olsa evrimsel değişimin gözlenebilir bir kanıtıdır. Gerçekte ise bu, türleşmeye örnek değildir, doğal seçilim ile ortaya çıkan adaptasyona örnektir. Burada yeni bir tür ortaya çıkmamıştır. Kelebek türünde gen havuzundan çevreye uygun olan tip yaygınlaşmıştır.

Canlılar, DNA dizisi değişmeden gen ifadesinin çevreye bağlı değişmesi ile de çevreye uyum sağlayabilirler.[54] Bu şekil adaptasyon, genlerde var olan bilgilerin çevreye göre aktif hâle gelmesidir. Canlı organizmalar için çevre faktörlerine (sıcaklık, nem, tuzluluk vb.) karşı bir tolerans aralığı mevcuttur. Bu aralık, hayatta kalabilmek için bir minimum ve maksimum değeri ile büyüme ve üreme için en uygun koşulları sunan bir optimum değeri içerir. Minimum ve maksimum değerlere yakın çevre koşullarında yaşayan bireyler, optimum koşullarda yaşayanlara kıyasla, yapısal veya fizyolojik adaptasyonlar geliştirme eğilimindedir. Ancak bu sınırsız değildir. Siyah bir güvercin nesiller sonra beyaz bir güvercine dönüşebilir, ama bu güvercin hiçbir zaman şahin olmaz. Kutup tilkilerinin beyaz kürkü, kışın karla kaplı çevrede kamuflaj sağlar. Aynı türden çöl tilkileri ise, kısa tüyleri ve açık renkleri sayesinde sıcak ortamlarda daha iyi hayatta kalır. Her iki tilki de aynı türün farklı varyantlarıdır. Tür değişmemiş, sadece çevreye uyum sağlayan özellikler öne çıkmıştır. Ancak evrimciler, adaptasyonun genleri değiştiren bir evrim mekanizması olduğunu iddia ederler.[55] Gerçekte adaptasyon, yeni genetik bilgi meydana getirmez ve asla bir türün başka bir türe dönüşmesine yol açmaz, sadece mevcut tür içinde çeşitlenmeyi veya varyasyonları meydana getirir.[56] İnsan türünde beyaz, sarı, siyah gibi genetik çeşitlenme olduğu gibi, canlı türlerinde de genetik çeşitlenme bulunmaktadır.[57] Adaptasyon, genlerde önceden var olan çeşitlilik içindeki belirli özelliklerin farklı çevre koşullarında ortaya çıkmasıdır. Adaptasyon, bir türü diğer bir türe dönüştürmez, sadece bir türde farklı tiplerin ortaya çıkmasına neden olur. Bu esneklik, bir yaratılış planıdır, rastgele mutasyonların ürünü değildir. Bu, Yüce Yaratıcının canlılara bahşettiği bir özellik olup, onların farklı ortamlarda hayatta kalabilmesini sağlar.

İzolasyon, aynı türe ait bireylerin bir şekilde birbirlerinden üreme bakımından ayrılmasıdır. Popülasyon, (dağ, nehir, kıta gibi) fiziksel bir engelle birden fazla guruplara bölünebilir. Aynı bölgede yaşayan guruplar arasında çiftleşme davranışları (örneğin kuşların ötüş tarzı) farklı olduğu için üreme gerçekleşmeyebilir. Aynı bölgede yaşayan guruplar farklı zamanlarda üreyebilirler. Aynı bölgede yaşayan gurupların sperm ve yumurta hücreleri biyokimyasal olarak uyuşmayabilir. Sayılan nedenlerle artık birbiriyle çiftleşemeyen gruplar, bağımsız genetik yollar izlerler. Evrimcilere göre bu ayrım, uzun vadede genetik farkların birikmesine yol açabilir.[58] Bu süreç, doğal seçilim ve mutasyonlarla birleştiğinde türleşmeye neden olabilir.

İzole popülasyonlarda görülen küçük farklılıklar, zaten genlerde önceden var olan bilgilerin farklı çevre koşullarında ortaya çıkması ya da seçilip yaygınlaşmasıdır. Evrimciler, bu sınırlı değişimleri abartarak, canlıların zamanla başka türlere dönüşeceğini varsayarlar. Gerçekte izolasyon, yeni genetik bilgi üretmez ve canlıya yeni bir özellik kazandırmaz. Doğada bu sürecin gözlemlenmiş ve belgelenmiş bir örneği bulunmamaktadır. İzole popülasyonlarda görülen farklılıklar, tür içi varyasyonlardır, yeni tür oluşumu değildir. Ayrıca izolasyon, genetik çeşitliliği azaltır, zararlı mutasyonların birikmesine neden olur ve çoğu zaman canlıyı zayıflatır. Bu durum, ilerleme değil, biyolojik gerilemedir.

Bazı evrimciler, hayali senaryolarında evrim sürecini açıklarken “önceki canlının kendisi ile ilgili evrime karar verdiği” şeklinde ifadeler kullanırlar. Halbuki örneğin bir sivrisineğin insan kanından bir örnek aldığı ve laboratuarda tahlil ettiği ve sonra içindeki maddelere göre kanın pıhtılaşmasını önleyecek madde üretmeyi başardığı iddia edilemez. Sivrisinek, pıhtılaşmayı önleyecek bir madde icat edebilecek kadar zeki ve bilinçli değildir.

Evrimciler, canlılığın ilk önce suda başladığını ve balıkların evrimleşerek kara hayvanı haline geldiğini iddia ederler. Halbuki bir balık sudan çıkar çıkmaz bir dakika bile geçmeden hemen ölür. Balığın solungaçları nasıl olurda milyonlarca sene ile ifade edilen uzun bir süre içerisinde hava soluyabilecek karmaşık yapılı ciğerlere dönüşebilmiştir?

Yeryüzü tabakaları ve fosil kayıtları incelendiğinde, yeryüzünde canlı yaşamın birdenbire ortaya çıktığı görülür. Buna “Kambriyen Patlaması” denir.[59] Karmaşık yapılı canlılara ait fosillerin bulunduğu en derin yeryüzü tabakası, 520-530 milyon yaşında olduğu hesaplanan kambriyen tabakadır. Bu fosiller, salyangoz, solucan, denizanaları vb. omurgasız canlı türlerine ait fosillerdir. Bu fosiller, günümüzdeki örnekleri ile aynıdırlar. Dünyanın her yerine dağılmış geniş bir canlı mozaiği oluştururlar. Kambriyen devrine ait canlılar, hiçbir ataları (evrim atası) olmaksızın birdenbire fosil kayıtlarında belirirler. Bu canlılar, kendilerinden önce yeryüzündeki yegâne canlılar sayılan tek hücreli organizmalarla aralarında hiçbir bağlantı ya da geçiş formu bulunmadan birdenbire ve eksiksiz bir biçimde ortaya çıkmışlardır. Bu olgu, evrimcilerin hiçbir zaman açıklayamadığı bir soruyu temsil eder.

Fosil kayıtlarına bakıldığında milyonlarca sene önce yaşamış olan bir canlının fosili ile günümüzdeki aynı canlının yaşayan örneğinin vücut yapılarının aynı olduğu görülür. Bunlara “Yaşayan Fosil” denilir.[60] Eğer evrim süreci gerçekten var olsaydı, milyonlarca yıl önce yaşamış bir tür çoktan başka bir türe dönüşmüş olurdu ve bugüne kadar varlığını sürdüremezdi.

Evrimcilere göre bir türün diğer bir türe dönüşüm sürecinde, önceki ve sonraki türe ait özellikleri taşıyan ara geçiş formları yaşamıştır.[61] Ara geçiş formları, dönüşüm aşamasında olup bir önceki canlı ile bir sonraki canlının özelliklerini taşıyan farazi ara canlılardır. İnsan türü de maymun türünden milyonlarca sene ile ifade edilecek bir süreç içerisinde tabiat şartları içerisinde tedrici olarak oluşmuştur.[62] Dolayısıyla evrim sürecinde yarı maymun ve yarı insan özelliği taşıyan ara geçiş formları tarihte yaşamıştır.

İnsanla maymun arasındaki yüzeysel benzerlik çoğu kişilerde merak uyandırır. Bu merak, bazılarını evrimin aldatmacalarına inanmaya kadar götürür. Hâlbuki bu benzerlik hiçbir şey ifade etmez. Zira gergedan böceği ile gergedan da birbirlerine çok benzer. Ancak bu benzerliğe dayanarak bu hayvanlar arasında herhangi bir evrimsel ilişki kurulmaz. Yüzeysel benzerlikler hariç tutulduğunda, maymunlar, diğer hayvanlardan daha fazla insanlara yakın değildir. Hatta zekâ açısından kıyaslanırsa, bir geometri harikası olan peteği üreten arılar veya bir mühendislik harikası olan ağı üreten örümcekler, insana maymundan çok daha yakındır.

Hayvanlarda insanlardaki gibi duygu vardır. Ancak insanlarda hayvanlardan farklı olarak daha üstün akıl vardır. Hayvanlar istese de insan gibi davranamazlar. Aklı geri plana iterek duygusal hareket eden insanlar, hayvanlara benzer davranış sergileyebilirler. Hayvanların bencil davrandığını ve duygusal hareket eden insanların da bencil davrandığını gören bazı kişiler, insanın hayvan soyundan geldiği şeklindeki evrimci iddiaları duyduğunda hemen kanabilmektedirler. Gerçekte ise hayvanlardan daha akıllı olarak yaratılmış olan insan, normal şartlarda kendini hayvanlarla eşit görmemekte ve kendine ait daha üst sorumluluklarının olduğunu bilmektedir.

İnsanın maymundan tedrici olarak evrimi tarihte yaşanmış olsa idi, insanoğlu evrim aşamasındaki yarı maymun yarı insan canlılar ile ilgili görmüş olduğu hatıralarını yeni nesle anlatırdı ve bu önemli bilgi zamanımıza kadar gelir idi. Halbuki insanoğlu var olduğundan beri kendini insan olarak bilmektedir. Ayrıca bilinen tarihte bazı insanların evrim geçirdiği ve daha karmaşık ve daha zeki canlılara dönüştüğü tespit edilememiştir.

Uzun bir zaman dilimini gerektirecek şekilde, önceki türden sonraki türe dönüşüm tarihte yaşanmış olsa idi, ara geçiş formlarına ait fosillerin günümüzde kütlelerce bulunması gerekir idi. Günümüzde yüz milyonlarca fosil bulunmuş olmasına rağmen ara geçiş formlarına ilişkin bir tane dahi fosil bulunmuş değildir. Türler arası boşluk devam etmektedir. Ara geçiş formlarına ilişkin fosillerin bulunamayışı, şu an elde olan fosillerin az ve yetersiz olmasına dayandırılamaz. Aleyhe işleyen bilime rağmen, ileride bulunacağı ümidiyle avunmak bilim sayılmaz.

Bazı evrimcilerin ara geçiş formu iddiasıyla öne sürdükleri fosiller ya kendi ürettikleri uydurma fosillerdir ya da nesli eskiden tükenmiş olan canlı türlerine aittir. Örneğin atın evrimi ile ilgili delil olarak küçük cins atlardan büyük cins atlara doğru fosil örneklerini sıralarlar.[63] Evrimsel dönüşümünü tamamlayıp artık günümüzde olmadığı düşüncesiyle sıraladıkları bu at cinslerinin gerçekte şu anda bile hala dünyanın farklı yerlerinde yaşamakta olduğu görülür.[64]

Bazı evrimciler, evrime ilişkin delil bulamayınca sahte delil üretme yoluna başvurmuştur.[65] Bunlardan en meşhuru Piltdown Adamı’dır.[66] Bu kafatasını evrimin en büyük delili olarak İngiltere’de British Museum’de tam 40 sene sergilediler. Kafatasının maymundan insana evrimsel geçişi ispatlayan (yarı maymun yarı insan) bir canlıya ait olduğunu iddia ettiler. 1953 yılında yapılan incelemede ise, kafatasının 500 yıllık modern bir insana ait olduğu, çenenin yeni ölmüş bir orangutana ait olduğu, insan dişlerinin çeneye monte edildiği, dişlerin eski görünmesi için özel olarak yıpratıldığı ve kafatasının eski görünmesi için potasyum dikromat ile lekelendirildiği ortaya çıkarıldı. Sahtekarlığın ortaya çıkması üzerine kafatası müzeden atılmıştır. Halbuki bundan önce Piltdown adamı evrimin en kesin delili olarak kabul ediliyor ve inanmayanlar bilim düşmanı olarak yaftalanıyor idi.

Ara geçiş formlarına ait fosiller bulunmuş olsa bile, bunlar dahi canlılığın tesadüfen oluştuğuna delil olamazlar. Evrimciler, canlı türlerinin basit canlılardan karmaşık canlılara doğru evrimleştiğini iddia ederler. Entropi kanununa göre ise, doğal süreçler düzen oluşturamazlar ve mevcut düzeni artıramazlar. Canlı türlerinin basit canlılardan karmaşık canlılara doğru evrimleştiği iddia ediliyor ise, bunun da ancak bilinçli bir müdahale ile yani yaratılış ile mümkün olabileceğini kabul etmek gerekir. Teist olmakla birlikte evrim teorisini savunan kişiler, evrim sürecindeki düzen artışının bilinçli müdahaleyi açıkça gösterdiğini ve Yüce Yaratıcı’nın madde ve fizik yasaları arkasında yaratılışı kamufle ettiğini söylemektedirler. İslam toplumunda da, tarihte ve günümüzde teistik evrim teorisini savnanlar bulunmaktadır.[67] Ancak materyalistler, canlı türlerinin basit canlılardan karmaşık canlılara doğru evrimleştiğini iddia ederken, tuhaf bir şekilde evrimin bu fizik kanunu sihirli bir güçle aştığına inanırlar.

Materyalistlere göre aynı türde erkek de dişi de tesadüfen oluşmuştur. Böylece tür neslini devam ettirebilmiştir. Erkekliğin ve dişiliğin bütün canlılarda var olduğu dikkate alındığında, pek çok tesadüfün aynı anda var olması gerekmektedir. Canlılık bu denli abartılı tesadüf ile açıklanamaz. Ayrıca aynı etten oluşmasına rağmen dişilerde cezbeden güzelliğin varlığı da tesadüfle açıklanamaz.

Meyvelere baktığımızda da tam insanın yararlanabileceği büyüklükte ve çeşitlikte yaratılmış olduğu görülür. Eğer canlılık tesadüfen ortaya çıkmış olsaydı, insanın yararlanamayacağı oranda çok büyük veya çok küçük meyveler de tesadüfen ortaya çıkabilirlerdi. İnsanın yararlanabileceği büyüklük ve çeşitlikte ortaya çıkan meyveler, tasarımın apaçık delilleridirler.

19. yüzyıldan itibaren yaşanan makineleşme ve şehirleşme sürecinde insanoğlu pek çok sese maruz kalmaktadır. Bu sesler hayatın bir parçası haline gelmiştir. Canlı organların aşırı kullanım sonucu ortama uyum sağladığını iddia eden evrimciler, makineleşme ve şehirleşme sürecinde kulağın daha gelişmiş bir yapıya dönüştüğünü iddia edemezler. Aksine gürültünün kulağa zarar verdiği açıklanmakta ve buna yönelik çözümler aranmaktadır.[68]

İlk önce sürüngenler daha sonra memeliler ortaya çıkmıştır. Ancak bu durum, memelilerin sürüngenlerden tedrici olarak evrimleştiğini tek başına göstermez. Çünkü geçiş formlarına ait hiçbir fosil bulunamamıştır. Türler arası geçiş formları hiç yaşamamıştır. Geçiş formlarının yokluğu nedeniyle “memeliler sürüngenlerden aniden türemiştir” demek, tabiatüstü bir müdahaleyi kabul etmek sayılır.

Ara geçiş formlarına ait fosillerin bulunamayışı, bazı evrimcileri başka açıdan evrimi açıklamaya götürmüştür. Bazı evrimciler, ani ve büyük bir mutasyona maruz kalan canlının daha gelişmiş bir canlı doğabileceğini iddia etmiştir.[69] Onlara göre, evrimin temel itici gücü doğal seçilim değildir, büyük etkili mutasyonlardır. Küçük ve yavaş değişimler (Darwinci evrim) bu görüşte yeterli görülmez. Örneğin büyük bir radyasyona maruz kalan canlının üreme hücresindeki genler değişir. Radyasyona maruz kalan bu canlı, değişen gene göre gelişmiş bir canlı doğurur. Doğan bu canlı, değişik bir türü oluşturur. Evrimciler bunu “Sıçramalı Evrim” olarak tanımlarlar.[70]

Mutasyonlar, tedrici (kademeli) evrimi açıklayamadığı gibi, sıçramalı (ani) evrimi de açıklayamazlar. Spontane mutasyonlar (yani arızalar) zaten küçüktür. Büyük dış etkiler ise, genlerde olumlu yönde değişim sağlamazlar, aksine genleri tahrip ederler. Aksi iddia tabiat kanunlarına aykırıdır. Örneğin deprem, bir şehri geliştirmez, aksine yıkar. Darbe alan bir araba, daha gelişmiş bir arabaya dönüşmez, aksine hurdaya dönüşür. Ayrıca canlıların genetik yapısı, büyük sıçramalara dayanacak kadar esnek değildir.

Bazı evrimciler ise, fosil kayıtlarındaki ani ortaya çıkışları ve uzun süreli değişmezlikleri açıklamak için, “Noktalanmış Denge” teorisini ortaya atmışlardır.[71] Bu kurama göre, türler uzun zaman boyunca çoğunlukla durağan kalır. Ancak bu durağanlık dönemlerinin arasına giren kısa dönemlerde, genellikle küçük ve izole popülasyonlarda, yeni türler ortaya çıkar. Uzun dönemleri takip eden kısa dönemlerde hızlı değişimler yaşanır. Kısa dönemler yaklaşık 50.000-100.000 sene kadardır. Görece kısa olan bu dönemlerde, küçük mutasyonların birikimi, doğal seçilim, genetik sürüklenme ve izolasyon gibi klasik evrim mekanizmaları işler. Görece kısa olan bu dönemlerde yine kademeli değişimler yaşanır. Ancak değişimin hızı ve yoğunluğu, bu süreci fosil kayıtlarında ani gibi gösterir. Noktalanmış denge, Darwin'in sürekli ve yavaş evrim görüşüne alternatif olarak, evrimin ritmini farklı bir bakış açısıyla açıklar.

 Noktalanmış denge teorisinde, geçmiş gözlenemediği için hayali sürelerin uydurulduğu açıktır. "Fosil yok çünkü süreç hızlıydı" demek, kanıt yerine varsayım sunmak anlamına gelir. Karmaşık yapıların küçük mutasyonların birikimiyle kısa sürede oluştuğu iddiası, bilimsel ve mantıklı değildir. Bir türün kısa sürede başka bir türe dönüşmesi, biyolojik ve genetik olarak mümkün değildir. Bunu gören bazı evrimciler de, bu teorideki kısa dönemleri biraz daha uzatarak “Noktalanmış Tedricilik” teorisini ortaya atmışlardır.[72] Bu durumda genel evrim teorisine yönelik tüm eleştiriler burada da geçerli olacaktır.

Evrim teorisi, Darwin’den bu yana birçok düzeltme geçirmiştir. Evrime dair görüşler arasında birlik bulunmadığı gibi bu görüşleri destekleyen bilimsel kanıtlar da bulunmamaktadır. Aleyhe işleyen bilime rağmen, ileride çözüme kavuşacağı ümidiyle avunmak bilim sayılmaz.

 Materyalistler, her canlıyı tesadüfî elektrik işlevleriyle çalışan robot gibi görürler.[73] Onlara göre zihin, kişinin kimyasal yapısından bağımsız olamaz. Maddesel bedenden ayrı olarak ruh yoktur. Bütün düşünce ve hayaller, kişi özgürce düşündüğünü zannetse bile, kişinin kimyasal yapısına ve fizik kanunlarına göre gerçekleşir. Bir kişinin kendine göre hayalleri, duyguları ve amacı olsa bile, bütün bunlar, elektriğin beyinde o şekil tesadüfen akmış olmasından kaynaklıdır.

Bedenin tesadüfen oluşması mümkün olmadığı gibi, bedendeki hayatın da tesadüfen oluşması mümkün değildir. Organları hareket ettiren sinirsel faaliyetlerde, elektriğin vasıta olma yönünden bir etkinliği söz konusudur.[74] Ancak hayat, ruh, şuur, muhakeme ve duygular, bedenin kimyasal yapısından ve elektriğin işlevlerinden öte, fiziksel olarak açıklanamayacak bir boyuttur. Her canlı, duygu ve amaç taşır. Ayrıca her canlı, diğer canlılardan ayrı bir şahsiyet taşır. Bilincin karmaşık işlevleri tesadüfî elektrik akımlarına dayandırılamaz.[75] Sinirsel faaliyetleri elektrik vasıtasıyla düzenleyen, ruhtur. Hayat sadece Yüce Allah tarafından yaratılır. Laboratuar ortamında aminoasitler ve enzimler düzenlenip bir hücre haline getirilse bile, hiçbir kişi bu hücrede canlılık oluşturamaz.

Sebepleri kullanarak canlılığın oluşmasına vesile olmak, yaratıcılık sayılmaz. Örneğin toprağa tohum ekerek bir ağacın yetişmesine vesile olan kişi, ağacın yaratıcısı sayılamaz. Evlilik ile bir bebeğin doğumuna vesile olan kişi, bebeğin yaratıcısı sayılamaz. Üreme hücresinin çekirdeğine aynı cinsten başka bir canlıya ait kromozomu yerleştiren ve bu sayede kromozomun ait olduğu canlının şeklen benzerinin üremesini sağlayan bilim adamı da kopyaladığı bu canlının yaratıcısı sayılamaz. Bilimsel çalışmalar, ileride tanrılık iddia etmek için yapılamaz. Bilim, Yüce Allah’ın yaratma sanatının bir incelemesi olarak görülmelidir.

Materyalist bilim anlayışı, doğaüstü müdahalenin yani yaratılışın varlığını kabul etmeden hayatı açıklamayı temel prensip edinmiştir. Bu ilke bir kez kabul edildiğinde, en imkânsız olasılıklar bile kolayca kabul edilir hale gelir. Bu dogmatik zihniyetin örneklerini hemen hemen her evrimci çalışmada bulmak mümkündür. Yaratılış teorisinin önde gelen isimlerinden, Amerikalı biyokimyacı Prof. Michael J. Behe, canlılardaki tasarımı, yani yaratılışı kabul etmekte direnen bilim adamlarını şöyle anlatır: “Modern biyokimya, son kırk yılda hücrenin sırlarının önemli bir bölümünü ortaya çıkarmıştır. Bunun için harcanan emek gerçekten muazzamdı. On binlerce insan, bu sırları bulmak için laboratuvarlarda uzun çalışmalara hayatlarını adadılar… Hücreyi araştırmak için yapılan tüm bu çabalar, açıkça tek bir sonuç verdi: “Tasarım!” Bu sonuç o kadar açıktı ki, bilim tarihinin en önemli keşiflerinden biri olarak değerlendirilmeliydi... Bu zafer, bu büyük keşfi kutlayan on binlerce insanın sevinç çığlıklarına yol açmalıydı... Ama hiçbir kutlama, hiçbir sevinç ifadesi yoktu. Aksine, hücrede keşfedilen karmaşık yapı karşısında utanç dolu bir sessizlik hakimdi. Konu kamusal bir ortamda gündeme getirildiğinde, çoğu bilim insanı bundan rahatsız oluyor. Kişisel diyaloglarda, biraz daha rahatlıyorlar. Çoğu, keşfettikleri apaçık gerçeği kabul ediyor, ancak sonra aşağı bakıyor, başlarını sallıyor ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyor. Öyleyse neden? Bilim dünyası keşfettiği büyük gerçeği neden benimsemiyor? Çünkü bilinçli tasarımı kabul etmek, kaçınılmaz olarak Tanrı'nın varlığını kabul etmeyi gerektirir.”[76]



[1] Michael Denton, The Miracle of the Cell, Seattle, Discovery Institute Pres, 2020; Douglas Axe, Undeniable: How Biology Confirms Our Intuition That Life Is Designed, New York, HarperOne, 2016; Michael Denton, Nature’s Destiny: How the Laws of Biology Reveal Purpose in the Universe, New York, Free Press (Simon & Schuster), 1998; Steinar Thorvaldsen & Ola Hössjer, Using statistical methods to model the fine‑tuning of molecular machines and systems, Journal of Theoretical Biology, Volume 501, September  2020, Pages 110352, https://doi.org/10.1016/j.jtbi.2020.110352

[2] https://intelligentdesign.org; https://www.discovery.org; https://www.icr.org; https://www.harunyahya.info; https://www.c4id.org.uk; https://wernergitt.de; https://www.uip.edu

[3] Wikipedia, Evolution

[4] Wikipedia, Entropy, Second law of thermodynamics

[5] Wikipedia, Irreducible complexity, Objections to evolution

[6] Wikipedia, Theistic evolution

[7] Wikipedia, Protein

[8] Wikipedia, Amino acid

[9] Wikipedia, Chirality (chemistry)

[10] Wikipedia, Homochirality

[11] Wikipedia, Peptide bond

[12] Wikipedia, Le Chatelier's principle

[13] Wikipedia, Levinthal's paradox

[14] Wikipedia, Universal probability bound

[15] Wikipedia, Evolution of cells

[16] Wikipedia, Cell (biology)

[17] Fred Hoyle & Wickramasinghe, Evolution from Space: A Theory of Cosmic Creationism, J.M. Dent & Sons, London, 1981, Pages 130, 141, 144

[18] Hoyle on Evolution, Nature, Volume 294, No 5837, 1981, Page 105

[19] Wikipedia, Miller–Urey experiment

[20] Wikipedia, Chemical reaction, Chemical bond

[21] Wikipedia, Chemical bonding of water

[22] Wikipedia, Prebiotic atmosphere

[23] Wikipedia, Geological history of oxygen

[24] Ingrid Cnossen, Jorge Sanz-Forcada, Fabio Favata, Olivier Witasse, Tanja Zegers, Neil F. Arnold, Journal of Geophysical Research: Planets, Habitat of early life: Solar X-ray and UV radiation at Earth's surface 4-3.5 billion years ago, Volume 112, Issue E2, Feb 2007, https://arxiv.org/abs/astro-ph/0702529

[25] Wikipedia, DNA, Genetic code, Central dogma of molecular biology

[26] Wikipedia, Genome

[27] Wikipedia, Cybernetics

[28] Wikipedia, DNA replication

[29] Wikipedia, Protein biosynthesis, Central dogma of molecular biology

[30] Wikipedia, Phyletic gradualism

[31] Wikipedia, Selective breeding

[32] Wikipedia, Natural selection

[33] Wikipedia, Evolution of birds

[34] Wikipedia, Pangenesis

[35] Wikipedia, Lamarckism, Phyletic gradualism

[36] Wikipedia, Acquired characteristic

[37] Wikipedia, Human embryonic development

[38] Wikipedia, Modern synthesis (20th century)

[39] Wikipedia, Mutation

[40] Wikipedia, Mutagen

[41] Wikipedia, Laboratory experiments of speciation, Experimental evolution

[42] Wikipedia, antimicrobial resistance, E. coli long-term evolution experiment, Lactase persistence, Sickle cell disease, EPAS1, CCR5-Δ32

[43] Wikipedia, E. coli long-term evolution experiment

[44] Wikipedia, antimicrobial resistance

[45] Wikipedia, Gene

[46] Wikipedia, Allele

[47] Wikipedia, Allele frequency

[48] Wikipedia, Genetic drift

[49] Wikipedia, Founder effect, Population bottleneck

[50] Wikipedia, Extended evolutionary synthesis

[51] Wikipedia, Epigenetics

[52] Wikipedia, Gene expression

[53] Wikipedia, Industrial melanism, Peppered moth

[54] Wikipedia, Gene expression, Epigenetics, Phenotypic plasticity

[55] Wikipedia, Adaptation

[56] Wikipedia, Genetic diversity, Genetic variability

[57] Wikipedia, Genetic variation

[58] Wikipedia, Reproductive isolation

[59] Wikipedia, Cambrian explosion

[60] Wikipedia, Living fosil

[61] Wikipedia, Transitional fossil

[62] Wikipedia, Human evolution

[63] Wikipedia, Evolution of the horse

[64] Wikipedia, Riwoche horse, Caspian horse, Arenberg-Nordkirchen

[65] Wikipedia, Scientific misconduct, Chimera (paleontology), Archaeoraptor, Beringer's Lying Stones, Calaveras Skull, Cardiff Giant, Himalayan fosil hoax, Nebraska Man

[66] Wikipedia, Piltdown Man

[67] Wikipedia, Islamic views on evolution

[68] Wikipedia, Noise-induced hearing loss

[69] Wikipedia, Mutationism

[70] Wikipedia, Saltation (biology)

[71] Wikipedia, Punctuated equilibrium

[72] Wikipedia, Punctuated gradualism

[73] Wikipedia, Physicalism, Mind–body problem

[74] Wikipedia, Developmental bioelectricity

[75] Wikipedia, Mind–body dualism

[76] Michael J. Behe, Darwin’s Black Box, New York, Free Press, 1996, pages 232-233

 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar