9 Ekim 2025 Perşembe

Bir “Vefâ-Nâme” Denemesi


BİR “VEFÂ-NÂME” DENEMESİ

Doç. Dr. Cuma Karan

        Günümüzün hızla tüketilen ilişkilerinde, vefa denilen temel ahlakî kavram da neredeyse nostaljik bir kelimeye dönüşmüştür. İnsanlar birbirlerine karşı güzel meziyetleri dile getirmekten çekinir, dile getirdiklerinde de çoğu kez riyakârlıkla itham edilirler. Oysaki hakkı teslim adına bir hakikati, bir güzelliği dile getirmek gayet makul olmalı. Hatta “Vefâ-nâme” adıyla belki de yeni bir kavram ve dolu bir içerikle bu güzellikler sürekli güzel bir adet olarak dile getirilmeli. Bizim bu yazı ilk olsun diyelim. Zira vefâ-nâme hayatta olan bir insana teşekkür olduğu gibi diğer insanlar için de örnek olur. Nasrettin Hoca’nın meşhur fıkrası bu noktada manidardır:

Bir gün Hoca: “Ey cemaat! Ben öldüğümde size soracaklar: ‘Hocayı nasıl bilirdiniz? O zaman ne diyeceksiniz?” diye sorunca, Cemaat:

“Hocam, iyi bilirdik,” der. Bunun üzerine hoca;

“Eee, onu şimdi söyleyin ki ben de duyayım!” der.

Bu yazı, tam da bu hikmetli anekdottaki gerçeği ifade etmek için kaleme alınmıştır: Hayattayken kişinin değerini bilmek, onun emeklerini minnetle anmaktır. Amacım burada Hocamızın biyografisinden, tarihsel kimliğinden veya tarihçiliğinden bahsetmek değildir. Zira bu durum beni aşar ve bu konuda benden daha öncelikli hocalarım vardır. Haddimi aşmak istemem. Ancak burada hocamın geçen hafta emekliğe ayrılmasıyla his dünyamda yer edinen, kendi çapımda dikkatimi çeken birkaç hususu, vefa adına kayıtlara geçmesi ve genç bilim insanlarının “akademik kimliklerini” inşa edecek “usta-çırak” ilişkisine katkı olması noktasında birkaç hususu paylaşmak istiyorum. Eminim ki https://www.islamtarihi.net/ okurlarının birçoğu söyleyeceklerime aşinadır. Zira bugün Türkiye’nin farklı üniversitelerinde doktor, doçent ve profesör olmuş birçok hocamızın bu seviyeye gelmesinde Nahide Hocamızın şefkati, merhameti, disiplini, tecrübesi, güler yüzü ve tatlı dilli danışmanlığının büyük payı vardır. Kısa bir araştırma yapsak, bu konuda yüzlerce kişiye rehberlik ettiğini görebiliriz.

Disiplinli akademik tavrı, ince nezaketi, tevazuu ve öğrencilerine gösterdiği şefkat, onu sadece bir “danışman” değil, aynı zamanda bir “rehber” kılmıştır.

Sevilen sayılan birçok ilim insanı gibi Nahide Bozkurt hocamın da kısa süre önce emekliliğe ayrılması öğrenciler için büyük bir kayıptır. Ancak ilim ehli için “emeklilik” aslında daha özgür bir üretim döneminin de adıdır. Zira “hocanın emeklisi olmaz, olsa olsa rahmetlisi olur” derler ya hocamız da bu yeni döneme, özgün çalışmalarına daha çok vakit ayıracağı bir bereket mevsimi olarak girmiştir. Rabbim bu süreci kendilerine ve ilim dünyasına bereketli kılsın.

2014–2019 yılları arasında Nahide Hocamın danışmanlığında doktora öğrencisi olma bahtiyarlığını yaşadım. Onun ilme, öğrenciye ve hayata dair bakışındaki zarafet, bende silinmez izler bıraktı. Zira taşrada okumuş bir öğrenci olarak “Ankara Üniversitesi” denildiğinde birçok öğrenci gibi benim de zihnimde belirli önyargılar vardı doğrusu. Ya da öyle bize tanıtılmış veyahut belki de bazı hocalarımız da böyle bir izlenime sebep olmuştu. Fakat hocam, bu önyargıları davranışlarıyla, güler yüzüyle ve insanî yaklaşımıyla yerle bir etti. Gerçekten tevazu, samimiyet ve zarafeti onun şahsında müşahhas hâle gelmişti.

Doktora ders dönemi boyunca Ankara dışından gelip gidiyordum. Odasına her girişimde “selam hâl hatırdan sonra” ilk sorusu hiç değişmezdi:

“Cuma, yemek yedin mi?”

Ardından telefona sarılıp kantinden yemek ısmarlamak isterdi. Her seferinde aynı içtenlik, Karadeniz’in cömertliği, Anadolu insanın sıcaklığı idi.

Nahide Hocamızın odasının kapısı hiçbir zaman kapalı olmazdı. Her geleni “Hoş geldin!” diyerek karşılar,

“Cuma Urfa’dan gelmiş, ders yapıyoruz; buyurun,” derdi. Bu kısa cümle hem “dersim var” demenin hem de “kapım açık, buyur” söyleminin en zarif ifadesiydi.

Tez izleme komitelerinde de aynı paylaşımcı tavrı sürdürürdü. İslam tarihi alanında o anda İslam tarihi alanında kimi görse davet eder, tez konusunda fikirlerinden istifade ederdi. Kendi görüşünde ısrarcı olmaz daha iyi bir fikir gördüğünde hiç çekinmeden o görüşü tercih ederdi.  Bu, gerçek bir ilim ahlâkıdır: “Doğru kimden gelirse gelsin, hakikate teslim olmaktır aslında.”

Hazırladığım tez bölümlerini kendisine gönderdiğimde, en kısa zamanda bana dönerdi. Hatta bir seferinde kış mevsimi, salgının yaygın olduğu bir dönemde hasta olmasına rağmen birkaç gün içinde yazdıklarımı okuyup bana kısa sürede geri göndermişti. Oysaki çevremdeki arkadaşlarımın kimilerinden zaman zaman danışmanlarından aylarca dönüş beklediklerini duyardım. Hocamın bu titizliğini kendim için kabul olunmuş bir dua olarak görürdüm.  Bu anlamda bir danışmandan fazlası, insan yetiştirme ustasıydı. Bu, bir hocanın öğrencisine ve ilme duyduğu saygının somut göstergesiydi.

Tez dönemleri genelde sıkıntılı, yorucu hatta biraz da sıkıcı olur. Özellikle bu süreçte hocalık görevi de varsa ayrı bir yoğunluk ve bunun doğurduğu sıkıntılı dönem olur. Bir ara ben de böyle zor ve yorucu bir dönemden geçiyordum. Bir tarafta kendi fakültemde hafta içi full derslere giriyor, hafta sonu da cumartesi günü gün boyu Bayburt İlahiyat Fakültesinde “Siyer” derslerine giriyordum. Kar kış demeden bir dönem boyunca böyle geçti. Yine böyle yoğun ve yorgun bir günde moralim çok bozulmuş, tezi yazmada tıkanma yaşamıştım. “Okuyorum okuyorum ama tez yazmada bir paragraf bile ilerleyemiyorum.” O anda ilk aklıma gelen Hocamı aramak oldu ve hemen arayarak:

“Hocam, galiba bu işi yapamayacağım,” dedim.

Ancak hocam sakin bir ses tonuyla, “Olur mu Cuma, hepimiz yaşadık bu dönemleri. Bu da geçer, gayet normaldir” deyip beni bu konuda motive etti. O anda hocamın sesi bir dua gibi geldi bana. Moralimi, umudumu, yazma heyecanımı yeniden kazandım. Bu yoğunlukla beraber bir süre sonra artık kendime göre tezimi bitirdim, iki kapak arasında toplayıp hocama gönderdim. Hemen beni aradı; “Maşallah, bitirmişsin, iki kapak arasında toplamışsın,” dedi. Ardından birkaç gün sonra beni tekrar arayıp:

“Bu kadar emeğe kıyamam. Ufak tefek hatalarla savunmaya girmene gönlüm razı değil ama istiyorsan, engel de olmam” dedi. Bu hem ilmî titizliğin hem de danışman sorumluluğunun zirvesiydi bence.

Hocamız, öğrencisinin en küçük başarısını bile fark eder, onu arayıp tebrik ederdi.

Malum; bir öğrencisi için, anne-baba övgüsünden sonra en anlamlı iltifat, hocasının takdiridir. Nahide Hocamız bu takdirini hiçbir zaman esirgemezdi. Yeni bir kitabım yayınlandığında haberi olur olmaz ilk tebrik telefonunu hocamdan alırdım. O zamanlar hayatımın en mutlu anlarıdır.

Emekliliğine yakın bir dönemde kendisini ziyaret ettiğimde, kitaplarını gösterip “Ne yapayım bunları?” diye sordu.

“Hocam, istersen ben alayım. Bana lazım olanları hatıra olarak alayım, fazlalıkları da Üniversitemizin kütüphanesine adınıza bağışlarım,” deyince bir an bile düşünmeden,

“Tamam, ama İlahiyat Fakültesine gitsin, ilahiyat öğrencilerimiz faydalansın,” dedi. Zorlu ancak heyecan ve mutlu bir uğraş ile hocamın odasında geri kalan kitaplarını İlahiyat Fakültemize getirdim. O kitaplar bugün Gaziantep İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kütüphanesi’nde “Nahide Bozkurt Kitaplığı” kısmında yerini aldı elhamdülillah. Hocamın bu davranışı hem bir vefa nişanı hem de ilmin sürekliliğine bir armağandır.

Hocamla ilk tanışmamız (Mayıs 2004) Diyarbakır Sempozyumu’nda olmuştu.

Almanya’da görev yaptığım dönemde, sempozyum sonrası Diyarbakır’dan Mardin’e düzenlenen geziye katılmıştım. Otobüste birçok değerli İslam tarihçisi vardı.

Cesaret mi, gençlik heyecanı mı veya cehalet mi bilemedim, mikrofonu elime alıp Diyarbakır’ın tarihini anlatmaya başlamıştım. Yüksek Lisans tezim “Diyâr-ı Bekr ve Müslümanlarca Fethi” idi.

O gün Hocamın dikkatini çekmişim ki daha sonra doktora başvurumda, “Cuma gayretlidir, bu işi yapar,” diyerek hakkımda güzel bir kanaat belirtmişti. Hocamın o cümlesi, benim akademik yolculuğumun dönüm noktalarından biri oldu.

Tez konumu belirlerken de özgür bıraktı:

“Ne istiyorsan çalış, yeter ki özgün ve faydalı olsun,” demişti.

Olumlu geçen bir doktora savunması sonrasında hoca ve katılımcılara “bir yemek” ikramı genelde âdettendir. Ben de Ankara’da araştırdım hocalarıma uygun bir mekân düşündüm. Ancak hocama da danışmadan kesinleştirmek istemedim. Kendilerine düşündüğüm yeri söyleyince “Hayır orası olmaz, pahalı bir yerdir, gerek yok. Üniversitenin yakınında olsun. Ben çoluk çocuğunun rızkını böyle bir günde harcatmam, fazla masrafa girme,” dedi. Sonra belki de beni rahatlatmak için; “Üniversitenin yakındaki lokantanın yemekleri daha güzel” diyerek hem iktisat hem de alternatif çözümle beni ikna etmiş oldu.

Geçen hafta emekliğe ayrılan muhterem hocama tekrar bu vesile ile sağlık, sıhhat ve afiyetler diliyorum. Emeklilik döneminin kendileri ve ilim çevreleri için bereketli, feyizli olmasını Yüce Rabbimden niyaz ediyorum.


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar