BİR
“VEFÂ-NÂME” DENEMESİ
Doç. Dr. Cuma Karan
Günümüzün hızla tüketilen ilişkilerinde, vefa denilen temel ahlakî kavram da neredeyse nostaljik bir kelimeye dönüşmüştür. İnsanlar birbirlerine karşı güzel meziyetleri dile getirmekten çekinir, dile getirdiklerinde de çoğu kez riyakârlıkla itham edilirler. Oysaki hakkı teslim adına bir hakikati, bir güzelliği dile getirmek gayet makul olmalı. Hatta “Vefâ-nâme” adıyla belki de yeni bir kavram ve dolu bir içerikle bu güzellikler sürekli güzel bir adet olarak dile getirilmeli. Bizim bu yazı ilk olsun diyelim. Zira vefâ-nâme hayatta olan bir insana teşekkür olduğu gibi diğer insanlar için de örnek olur. Nasrettin Hoca’nın meşhur fıkrası bu noktada manidardır:
Bir gün Hoca: “Ey cemaat! Ben öldüğümde
size soracaklar: ‘Hocayı nasıl bilirdiniz? O zaman ne diyeceksiniz?” diye
sorunca, Cemaat:
“Hocam, iyi bilirdik,” der. Bunun üzerine
hoca;
“Eee, onu şimdi söyleyin ki ben de
duyayım!” der.
Bu yazı, tam da bu hikmetli anekdottaki gerçeği ifade
etmek için kaleme alınmıştır: Hayattayken kişinin değerini bilmek, onun
emeklerini minnetle anmaktır. Amacım burada Hocamızın biyografisinden, tarihsel
kimliğinden veya tarihçiliğinden bahsetmek değildir. Zira bu durum beni aşar ve
bu konuda benden daha öncelikli hocalarım vardır. Haddimi aşmak istemem. Ancak
burada hocamın geçen hafta emekliğe ayrılmasıyla his dünyamda yer edinen, kendi
çapımda dikkatimi çeken birkaç hususu, vefa adına kayıtlara geçmesi ve genç
bilim insanlarının “akademik kimliklerini” inşa edecek “usta-çırak” ilişkisine
katkı olması noktasında birkaç hususu paylaşmak istiyorum. Eminim ki
https://www.islamtarihi.net/ okurlarının birçoğu söyleyeceklerime aşinadır.
Zira bugün Türkiye’nin farklı üniversitelerinde doktor, doçent ve profesör
olmuş birçok hocamızın bu seviyeye gelmesinde Nahide Hocamızın şefkati,
merhameti, disiplini, tecrübesi, güler yüzü ve tatlı dilli danışmanlığının
büyük payı vardır. Kısa bir araştırma yapsak, bu konuda yüzlerce kişiye
rehberlik ettiğini görebiliriz.
Disiplinli akademik tavrı, ince nezaketi, tevazuu ve
öğrencilerine gösterdiği şefkat, onu sadece bir “danışman” değil, aynı zamanda
bir “rehber” kılmıştır.
Sevilen sayılan birçok ilim insanı gibi Nahide Bozkurt
hocamın da kısa süre önce emekliliğe ayrılması öğrenciler için büyük bir
kayıptır. Ancak ilim ehli için “emeklilik” aslında daha özgür bir üretim
döneminin de adıdır. Zira “hocanın emeklisi olmaz, olsa olsa rahmetlisi olur”
derler ya hocamız da bu yeni döneme, özgün çalışmalarına daha çok vakit
ayıracağı bir bereket mevsimi olarak girmiştir. Rabbim bu süreci kendilerine ve
ilim dünyasına bereketli kılsın.
2014–2019 yılları arasında Nahide Hocamın
danışmanlığında doktora öğrencisi olma bahtiyarlığını yaşadım. Onun ilme,
öğrenciye ve hayata dair bakışındaki zarafet, bende silinmez izler bıraktı.
Zira taşrada okumuş bir öğrenci olarak “Ankara Üniversitesi” denildiğinde
birçok öğrenci gibi benim de zihnimde belirli önyargılar vardı doğrusu. Ya da
öyle bize tanıtılmış veyahut belki de bazı hocalarımız da böyle bir izlenime
sebep olmuştu. Fakat hocam, bu önyargıları davranışlarıyla, güler yüzüyle ve
insanî yaklaşımıyla yerle bir etti. Gerçekten tevazu, samimiyet ve zarafeti
onun şahsında müşahhas hâle gelmişti.
Doktora ders dönemi boyunca Ankara dışından gelip
gidiyordum. Odasına her girişimde “selam hâl hatırdan sonra” ilk sorusu hiç
değişmezdi:
“Cuma, yemek yedin mi?”
Ardından telefona sarılıp kantinden yemek ısmarlamak
isterdi. Her seferinde aynı içtenlik, Karadeniz’in cömertliği, Anadolu insanın
sıcaklığı idi.
Nahide Hocamızın odasının kapısı hiçbir zaman kapalı
olmazdı. Her geleni “Hoş geldin!” diyerek karşılar,
“Cuma Urfa’dan gelmiş, ders yapıyoruz; buyurun,”
derdi. Bu kısa cümle hem “dersim var” demenin hem de “kapım açık, buyur”
söyleminin en zarif ifadesiydi.
Tez izleme komitelerinde de aynı paylaşımcı tavrı
sürdürürdü. İslam tarihi alanında o anda İslam tarihi alanında kimi görse davet
eder, tez konusunda fikirlerinden istifade ederdi. Kendi görüşünde ısrarcı
olmaz daha iyi bir fikir gördüğünde hiç çekinmeden o görüşü tercih ederdi. Bu, gerçek bir ilim ahlâkıdır: “Doğru kimden
gelirse gelsin, hakikate teslim olmaktır aslında.”
Hazırladığım tez bölümlerini kendisine gönderdiğimde,
en kısa zamanda bana dönerdi. Hatta bir seferinde kış mevsimi, salgının yaygın
olduğu bir dönemde hasta olmasına rağmen birkaç gün içinde yazdıklarımı okuyup
bana kısa sürede geri göndermişti. Oysaki çevremdeki arkadaşlarımın
kimilerinden zaman zaman danışmanlarından aylarca dönüş beklediklerini
duyardım. Hocamın bu titizliğini kendim için kabul olunmuş bir dua olarak
görürdüm. Bu anlamda bir danışmandan
fazlası, insan yetiştirme ustasıydı. Bu, bir hocanın öğrencisine ve ilme
duyduğu saygının somut göstergesiydi.
Tez dönemleri genelde sıkıntılı, yorucu hatta biraz da
sıkıcı olur. Özellikle bu süreçte hocalık görevi de varsa ayrı bir yoğunluk ve
bunun doğurduğu sıkıntılı dönem olur. Bir ara ben de böyle zor ve yorucu bir
dönemden geçiyordum. Bir tarafta kendi fakültemde hafta içi full derslere
giriyor, hafta sonu da cumartesi günü gün boyu Bayburt İlahiyat Fakültesinde
“Siyer” derslerine giriyordum. Kar kış demeden bir dönem boyunca böyle geçti.
Yine böyle yoğun ve yorgun bir günde moralim çok bozulmuş, tezi yazmada tıkanma
yaşamıştım. “Okuyorum okuyorum ama tez yazmada bir paragraf bile
ilerleyemiyorum.” O anda ilk aklıma gelen Hocamı aramak oldu ve hemen arayarak:
“Hocam, galiba bu işi yapamayacağım,” dedim.
Ancak hocam sakin bir ses tonuyla, “Olur mu Cuma,
hepimiz yaşadık bu dönemleri. Bu da geçer, gayet normaldir” deyip beni bu
konuda motive etti. O anda hocamın sesi bir dua gibi geldi bana. Moralimi,
umudumu, yazma heyecanımı yeniden kazandım. Bu yoğunlukla beraber bir süre
sonra artık kendime göre tezimi bitirdim, iki kapak arasında toplayıp hocama
gönderdim. Hemen beni aradı; “Maşallah, bitirmişsin, iki kapak arasında
toplamışsın,” dedi. Ardından birkaç gün sonra beni tekrar arayıp:
“Bu kadar emeğe kıyamam. Ufak tefek hatalarla
savunmaya girmene gönlüm razı değil ama istiyorsan, engel de olmam” dedi. Bu
hem ilmî titizliğin hem de danışman sorumluluğunun zirvesiydi bence.
Hocamız, öğrencisinin en küçük başarısını bile fark
eder, onu arayıp tebrik ederdi.
Malum; bir öğrencisi için, anne-baba övgüsünden sonra
en anlamlı iltifat, hocasının takdiridir. Nahide Hocamız bu takdirini hiçbir
zaman esirgemezdi. Yeni bir kitabım yayınlandığında haberi olur olmaz ilk
tebrik telefonunu hocamdan alırdım. O zamanlar hayatımın en mutlu anlarıdır.
Emekliliğine yakın bir dönemde kendisini ziyaret
ettiğimde, kitaplarını gösterip “Ne yapayım bunları?” diye sordu.
“Hocam, istersen ben alayım. Bana lazım olanları
hatıra olarak alayım, fazlalıkları da Üniversitemizin kütüphanesine adınıza
bağışlarım,” deyince bir an bile düşünmeden,
“Tamam, ama İlahiyat Fakültesine gitsin, ilahiyat
öğrencilerimiz faydalansın,” dedi. Zorlu ancak heyecan ve mutlu bir uğraş ile
hocamın odasında geri kalan kitaplarını İlahiyat Fakültemize getirdim. O
kitaplar bugün Gaziantep İslam Bilim ve Teknoloji Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Kütüphanesi’nde “Nahide Bozkurt Kitaplığı” kısmında yerini aldı
elhamdülillah. Hocamın bu davranışı hem bir vefa nişanı hem de ilmin
sürekliliğine bir armağandır.
Hocamla ilk tanışmamız (Mayıs 2004) Diyarbakır
Sempozyumu’nda olmuştu.
Almanya’da görev yaptığım dönemde, sempozyum sonrası
Diyarbakır’dan Mardin’e düzenlenen geziye katılmıştım. Otobüste birçok değerli
İslam tarihçisi vardı.
Cesaret mi, gençlik heyecanı mı veya cehalet mi
bilemedim, mikrofonu elime alıp Diyarbakır’ın tarihini anlatmaya başlamıştım.
Yüksek Lisans tezim “Diyâr-ı Bekr ve Müslümanlarca Fethi” idi.
O gün Hocamın dikkatini çekmişim ki daha sonra doktora
başvurumda, “Cuma gayretlidir, bu işi yapar,” diyerek hakkımda güzel bir kanaat
belirtmişti. Hocamın o cümlesi, benim akademik yolculuğumun dönüm noktalarından
biri oldu.
Tez konumu belirlerken de özgür bıraktı:
“Ne istiyorsan çalış, yeter ki özgün ve faydalı
olsun,” demişti.
Olumlu geçen bir doktora savunması sonrasında hoca ve
katılımcılara “bir yemek” ikramı genelde âdettendir. Ben de Ankara’da
araştırdım hocalarıma uygun bir mekân düşündüm. Ancak hocama da danışmadan
kesinleştirmek istemedim. Kendilerine düşündüğüm yeri söyleyince “Hayır orası
olmaz, pahalı bir yerdir, gerek yok. Üniversitenin yakınında olsun. Ben çoluk
çocuğunun rızkını böyle bir günde harcatmam, fazla masrafa girme,” dedi. Sonra
belki de beni rahatlatmak için; “Üniversitenin yakındaki lokantanın yemekleri daha
güzel” diyerek hem iktisat hem de alternatif çözümle beni ikna etmiş oldu.
Geçen hafta emekliğe ayrılan muhterem hocama tekrar bu
vesile ile sağlık, sıhhat ve afiyetler diliyorum. Emeklilik döneminin kendileri
ve ilim çevreleri için bereketli, feyizli olmasını Yüce Rabbimden niyaz
ediyorum.
0 yorum:
Yorum Gönder