Vak’a
ya da vâkıaların ki ecnebîler eventus ve factus derler, üzerinden geçen
zaman, söz konusu hadisâtın anlamlandırılma keyfiyeti kimi dönem
tarihçileri için trajik bir son hazırlamış, tarihçi kimliğe sahip bahse
konu müellif eserleriyle iftihâr etmek yerine bizzat kendi isteği ile
görünmez olmayı belki de unutulmayı dilemek zorunda kalmıştır. [Herhangi
bir ciddi tarihî üretimi olmamasına rağmen cezâî ehliyeti yoktur,
raporu alan/ almak isteyen ve tarihçi olduğunu iddia edenler de bu
sınıftandır.] Zira vak’a ya da vâkıaların sonraki dönemlerde yeniden
inşâ edilmeye çalışılması her zaman büyük bir muvaffakiyetle
gerçekleşememiştir. Zaten romantik tarih anlayışı mevzusunun mihenk
noktası da budur.
Hadiseler
hakkında bilgi veren, bir zamanlar var olduğunu bildiğimiz vesikaların
şu veya bu şekilde kaybolması, eksilmesi hatta kaybettirilip,
eksilttirilmesi de bahsi geçen sona zemin hazırlamıştır. [Bu konuda
Emevîleri, Abbasîleri ve hatta Moğolları bir şekilde yâd etmekte fayda
var.] Üzerine vazife olmamasına rağmen bir tarihçi, elde ettiği
bilgilerle eksik kalan parçaları zihninin kapasitesi çerçevesinde
yorumlamaya değil tamamlamaya çalışacaktır. Lâkin bunu bile yaparken ki
yapmaması lazımdır, dönemin şartlarını da muhakkak göz önünde tutmak
zorunda olduğunu unutmayacak, kendi görüşleriyle/ cümleleriyle
tamamladığı parçaların zann ihtivâ ettiğini akıldan çıkarmayacak, mutlak
doğru olmadığını peşinen kabullenecektir. [Tarihî olayları
yorumlamaktan değil, vesikalarda eksik olan yerlerin gelişigüzel
tamamlanma operasyonlarından bahsediyoruz.] Daha önce mihenk noktası
olarak nitelendirdiğimiz trajik son da evvela bu hususun noksanlığından
kaynaklanmaktadır. [Gerçi romantizmi trajik son olarak kabul etmeyenler
de çıkacaktır. Belki de çıkmayacaktır.] Gerçek şu ki, hadiselerin
gerçekleşmesinden birkaç asır sonra gelen ulemânın kendi yorumunu, sanki eksik olan bilgilerin ta kendisiymiş gibi aktarmalarının babadan oğula geçen yıkılamaz tevârüs fikirler
olarak algılanması ve kutsanmaya çalışılması izah etmeye çalıştığımız
düşüncelerimize herhalde tam bir açıklık kazandırmaktadır. [Okuyucuya
önemli not: Eksikler yorumlanırken ‘muhtemelen, bize göre, kanaatimizce, eldeki bilgiler ışığında vb.’ gibi ibarelerin kullanılması, bize göre sağlıklı bir yaklaşımı ortaya koyar. Bunu da bilhassa belirtelim.]
Bir diğer mesele de mezkûr ulemânın,
vesikalara dayanmayan sonraki dönem yorumlarının te’vile tâbi
tutulamayacak derecede benimsenmesidir. Tarihin romantik bir hal alması,
ikinci derecen de olsa bu meseleyle ilişkilendirilmelidir. Üstâdların
dediklerini, biz kimiz ki hâşâ te’vile tâbi tutarak onlardan farklı
yorumlayabilir yâhud eksik kabul veya reddedebiliriz! Antitez olarak
buyurun; aynı seviyede bulunan bir kaç ulemânın belirli bir konuda farklı yorumlarda bulunmasını nasıl izah edeceksiniz o halde? Ya da bir müddet ezhânda muhafaza edilen tevârüs fikirlerin,
sonraki dönemlerde ortaya çıkan, doğruluğu şüphesiz bazı vesikalarla
tamamen geçerliliğini yitirmesi durumunda vaziyet ne olacaktır? Bu ve
benzeri durumlarda ihtilâf-ı ulemâda rahmet vardır, diye münasip bir yol mu izlemek gerekmektedir? Yoksa reddiyeler yazarak bu kez de ulemânın tamamını veya birileri gibi düşünmeyen bir kısım ulemâyı
zındıklıkla mı ithâm etmeliyiz? Belki de sahabeden Basralı Hasan (ra)
gibi köşe bucak kaçmak zorunda bırakırız kimilerini, öyle değil mi? Hem
i’tizâl etmek ve hâriçte kalmak istemeyenler için dâhilde çok daha
muvâfık bir yol yok mudur? Aksi halde olan- bitene gözlerimizi kapatıp, o
güne kadar ki söylemlerimize ters olan hususlar için içtihat hatasıdır
diyerek, mum ışığında çay yudumlamak romantizmin zirvesi değilse nedir?
Şunları bu paragrafın netice cümleleri olarak kayda alalım ki, ismet bir sıfat olarak peygamberlerden başkasına yakışmamaktadır efendiler! Zellât ise vicdanınıza kalmıştır. Aksi halde modern zamanların tuhaf tarihçileri olarak anılmaktan öte yol kalmayacaktır.
Dikkate
şâyân bir diğer mesele de vesikaların muhteviyatından doğrudan
çıkarılabilen hususlardan da şikâyetçi olmaktır ki esasında bu mesele
diğerlerine göre açıkça tahdîd edilmiştir. Mesela hadisâtın
gerçekleştiği yer ya da zaman bu cinstendir. Genel kabule göre hareket
edilir ve farklı görüşü olanlar dahi böyle bir mesele yüzünden herhangi
bir menfî sıfatla ithâm edilmez. Romantizmin can çekiştiği nokta da tam
burasıdır. Oysa hemen her kaynakta aynı şekilde geçen, üzerinde mutlak
surette ittifâk edilen bir tarihle ya da yer ismiyle bile münakaşa etmek
yukarıdan beri izaha yeltendiğimiz anlayış için elzemdir. Tarihler öyle
insicâmla bir araya getirilmelidir ki; yan yana, olmazsa alt alta
toplayıp mutlaka gizemli şifreler elde edilmelidir. Gün olarak hadisâtı
Cuma’ya denk getirmek de hep bu tasniftendir. Dense ki, Cuma’nın ismi
mübârek Cuma namazından mütevellid değildir, Arube derlerdi Araplar,
bi’setten en az iki asır önce Cuma’ya tahvîl ettiler; denir ki, zinhar
zındıklıktır, etmeyesiniz. [Peki.] Yer konusu ise bambaşka bir hâl arz
eder ki Ebrehe’nin ordusunu Bâbil’in Asma Bahçeleri’ne saldırtmak bunlardan sadece en bulunmazıdır. Neyse ki henüz tevessül edeni de çıkmamıştır.
Sözün
özü, tehâfütü izhâr geleneği dünden bugüne oluşmuş modern bir gelenek
değildir. Merhûm Gazali’ye yüce Mevlâ mağfiret eylesin, tehâfüt-ü müverrihîn de az su götürmezdi hani.