30 Eylül 2016 Cuma

Romantik Tarih Anlayışının Tutarsızlığı

Vak’a ya da vâkıaların ki ecnebîler eventus ve factus derler, üzerinden geçen zaman, söz konusu hadisâtın anlamlandırılma keyfiyeti kimi dönem tarihçileri için trajik bir son hazırlamış, tarihçi kimliğe sahip bahse konu müellif eserleriyle iftihâr etmek yerine bizzat kendi isteği ile görünmez olmayı belki de unutulmayı dilemek zorunda kalmıştır. [Herhangi bir ciddi tarihî üretimi olmamasına rağmen cezâî ehliyeti yoktur, raporu alan/ almak isteyen ve tarihçi olduğunu iddia edenler de bu sınıftandır.] Zira vak’a ya da vâkıaların sonraki dönemlerde yeniden inşâ edilmeye çalışılması her zaman büyük bir muvaffakiyetle gerçekleşememiştir. Zaten romantik tarih anlayışı mevzusunun mihenk noktası da budur.
Hadiseler hakkında bilgi veren, bir zamanlar var olduğunu bildiğimiz vesikaların şu veya bu şekilde kaybolması, eksilmesi hatta kaybettirilip, eksilttirilmesi de bahsi geçen sona zemin hazırlamıştır. [Bu konuda Emevîleri, Abbasîleri ve hatta Moğolları bir şekilde yâd etmekte fayda var.] Üzerine vazife olmamasına rağmen bir tarihçi, elde ettiği bilgilerle eksik kalan parçaları zihninin kapasitesi çerçevesinde yorumlamaya değil tamamlamaya çalışacaktır. Lâkin bunu bile yaparken ki yapmaması lazımdır, dönemin şartlarını da muhakkak göz önünde tutmak zorunda olduğunu unutmayacak, kendi görüşleriyle/ cümleleriyle tamamladığı parçaların zann ihtivâ ettiğini akıldan çıkarmayacak, mutlak doğru olmadığını peşinen kabullenecektir. [Tarihî olayları yorumlamaktan değil, vesikalarda eksik olan yerlerin gelişigüzel tamamlanma operasyonlarından bahsediyoruz.] Daha önce mihenk noktası olarak nitelendirdiğimiz trajik son da evvela bu hususun noksanlığından kaynaklanmaktadır. [Gerçi romantizmi trajik son olarak kabul etmeyenler de çıkacaktır. Belki de çıkmayacaktır.] Gerçek şu ki, hadiselerin gerçekleşmesinden birkaç asır sonra gelen ulemânın kendi yorumunu, sanki eksik olan bilgilerin ta kendisiymiş gibi aktarmalarının babadan oğula geçen yıkılamaz tevârüs fikirler olarak algılanması ve kutsanmaya çalışılması izah etmeye çalıştığımız düşüncelerimize herhalde tam bir açıklık kazandırmaktadır. [Okuyucuya önemli not: Eksikler yorumlanırken ‘muhtemelen, bize göre, kanaatimizce, eldeki bilgiler ışığında vb.’ gibi ibarelerin kullanılması, bize göre sağlıklı bir yaklaşımı ortaya koyar. Bunu da bilhassa belirtelim.]
Bir diğer mesele de mezkûr ulemânın, vesikalara dayanmayan sonraki dönem yorumlarının te’vile tâbi tutulamayacak derecede benimsenmesidir. Tarihin romantik bir hal alması, ikinci derecen de olsa bu meseleyle ilişkilendirilmelidir. Üstâdların dediklerini, biz kimiz ki hâşâ te’vile tâbi tutarak onlardan farklı yorumlayabilir yâhud eksik kabul veya reddedebiliriz! Antitez olarak buyurun; aynı seviyede bulunan bir kaç ulemânın belirli bir konuda farklı yorumlarda bulunmasını nasıl izah edeceksiniz o halde? Ya da bir müddet ezhânda muhafaza edilen tevârüs fikirlerin, sonraki dönemlerde ortaya çıkan, doğruluğu şüphesiz bazı vesikalarla tamamen geçerliliğini yitirmesi durumunda vaziyet ne olacaktır? Bu ve benzeri durumlarda ihtilâf-ı ulemâda rahmet vardır, diye münasip bir yol mu izlemek gerekmektedir? Yoksa reddiyeler yazarak bu kez de ulemânın tamamını veya birileri gibi düşünmeyen bir kısım ulemâyı zındıklıkla mı ithâm etmeliyiz? Belki de sahabeden Basralı Hasan (ra) gibi köşe bucak kaçmak zorunda bırakırız kimilerini, öyle değil mi? Hem i’tizâl etmek ve hâriçte kalmak istemeyenler için dâhilde çok daha muvâfık bir yol yok mudur? Aksi halde olan- bitene gözlerimizi kapatıp, o güne kadar ki söylemlerimize ters olan hususlar için içtihat hatasıdır diyerek, mum ışığında çay yudumlamak romantizmin zirvesi değilse nedir? Şunları bu paragrafın netice cümleleri olarak kayda alalım ki, ismet bir sıfat olarak peygamberlerden başkasına yakışmamaktadır efendiler! Zellât ise vicdanınıza kalmıştır. Aksi halde modern zamanların tuhaf tarihçileri olarak anılmaktan öte yol kalmayacaktır.
Dikkate şâyân bir diğer mesele de vesikaların muhteviyatından doğrudan çıkarılabilen hususlardan da şikâyetçi olmaktır ki esasında bu mesele diğerlerine göre açıkça tahdîd edilmiştir. Mesela hadisâtın gerçekleştiği yer ya da zaman bu cinstendir. Genel kabule göre hareket edilir ve farklı görüşü olanlar dahi böyle bir mesele yüzünden herhangi bir menfî sıfatla ithâm edilmez. Romantizmin can çekiştiği nokta da tam burasıdır. Oysa hemen her kaynakta aynı şekilde geçen, üzerinde mutlak surette ittifâk edilen bir tarihle ya da yer ismiyle bile münakaşa etmek yukarıdan beri izaha yeltendiğimiz anlayış için elzemdir. Tarihler öyle insicâmla bir araya getirilmelidir ki; yan yana, olmazsa alt alta toplayıp mutlaka gizemli şifreler elde edilmelidir. Gün olarak hadisâtı Cuma’ya denk getirmek de hep bu tasniftendir. Dense ki, Cuma’nın ismi mübârek Cuma namazından mütevellid değildir, Arube derlerdi Araplar, bi’setten en az iki asır önce Cuma’ya tahvîl ettiler; denir ki, zinhar zındıklıktır, etmeyesiniz. [Peki.] Yer konusu ise bambaşka bir hâl arz eder ki Ebrehe’nin ordusunu Bâbil’in Asma Bahçeleri’ne saldırtmak bunlardan sadece en bulunmazıdır. Neyse ki henüz tevessül edeni de çıkmamıştır.
Sözün özü, tehâfütü izhâr geleneği dünden bugüne oluşmuş modern bir gelenek değildir. Merhûm Gazali’ye yüce Mevlâ mağfiret eylesin, tehâfüt-ü müverrihîn de az su götürmezdi hani.
 

Yazarlar