Hicrî
10 Muharrem 61 (miladî 10 Ekim 680) tarihinde meydana gelen elim
Kerbela hadisesi, asırlar geçmiş olmasına rağmen hala güncelliğini
koruyan ve etkileri görülebilen olaylardan biridir. Hz. Hüseyin ve
yanındaki bir avuç yakını ve arkadaşının Emevî Halifesi Yezîd’in Kûfe
valisi Ubeydullah b. Ziyâd’ın görevlendirdiği ordu tarafından
katledilmesi, İslâm ümmetinin hafızasında büyük bir nefret duygusu
oluşturmuştur. Bu duygu, Yezid’i kötülükle özdeşleştirdiği gibi bugün
Ehl-i Beyt sevgisinin güçlü olduğu ülkemiz gibi yerlerde hem Yezîd’in
hem de babası Muâviye’nin adlarının çocuklara isim olarak verilmemesi
bunun yansımalarındandır. İşin duygusal boyutu baskın olduğu için
olanları tarih perspektifinden ele almak oldukça zordur.
İhtilafları
bir yana bırakarak belli başlı tarihî gelişmeleri dikkate alarak
Kerbela olayıyla ilgili bir çerçeve çizmek istersek gelişmelerin
Muâviye’nin oğlunu veliaht tayini süreciyle ilişkilendirilmesi gerekir.
Ancak Muâviye’nin oğlunu veliaht tayin etmek suretiyle bir sistem
kurmayı hedeflemekten çok yönetimi ailesinin elinde tutmak istediği
anlaşılmaktadır. Doğal olarak bu yolu açması sebebiyle kararından dolayı
sorumluluğu vardır.
Kerbela
faciası Müslümanları birleştiren hüzün verici bir olay olduğu halde ne
yazık ki günümüzde bazıları tarafından ayrılık konusu yapılmaktadır.
Veliahtlık,
öteden Arapların yabancısı olmadığı, kabile lideri seçiminde genellikle
aynı aileden kişilerin seçilmesi sebebiyle örnekleri olan bir
sistemdir. Öte yandan Arapların çoğunluğunu oluşturan Yemen kökenli
kabileler, Güney Arabistan’da kurdukları devletler sebebiyle bu
sistemden haberdarlardı. Kaldı ki Muâviye’den önce Hz. Ali’nin bir
suikast sonucu vefatından sonra Kûfeliler onun yerine oğlu Hz. Hasan’ı
seçmişlerdi. Bu gelişme, veliahtlık olarak değerlendirilemese de
iktidarın bir ailenin elinde kalmasını sağlayabilecek bir adımdır.
Muâviye,
oğlu Yezîd’i veliaht tayin ettiğinde, -kendilerince haklı
gerçekçilerle- iktidar beklentisi olan bazı Kureyşliler dışında ona pek
muhalefet eden olmadı.Kuşkusuz bunda Muâviye’nin insanları ikna etmek için yıllarca devam eden bir çalışma yapmasının etkisi vardır.
Muâviye’ye
karşı çıkan Abdullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebî Bekir, Abdullah b.
ez-Zübeyr ve Hüseyin b. Ali’nin babaları daha önce halifelik yapmış ya
da halifeliğe namzet olmuş kişilerdir. Ancak dört kişi de hem
birikimleri hem de yaşları itibarıyla halife olmayı Yezîd’ten çok daha
fazla hak ediyorlardı.
Yezîd’in
veliaht tayin edilmesi, o dönemde yaşayan Ashab arasında açık bir dinî
sapma olarak görülmemiştir. Bu durum, muhalifler için de söylenebilir.
Buradan hareketle Hz. Hüseyin’in, günümüzde birçok insanın sandığı gibi
dinî ve ideolojik bir kaygıyla Yezîd’e isyan ettiği iddiası sorunludur. Veliaht
tayin etmenin İslâm’dan sapma olduğu anlayışı, zamanla şekillenmiştir.
Bunu sağlayan etkenlerden biri icraatların sonucunu gördükten sonra
geriye doğru bir tarih okuması yapmaktır. Ayrıca siyasî ve mezhebî tercihlerin de bu ve benzeri görüşlerin şekillenmesinde önemli etkileri vardır.
Müslim’in idamı ve sonrası...
Hz.
Hüseyin, kendisiyle aynı görüşü benimseyen ve yukarıda önemli
simalarının adını zikrettiğimiz diğer Kureyşliler gibi Yezîd’in veliaht
ilanını bir yetki aşımı ve hak gaspı olarak görüyordu. Yezîd,
yaş, birikim, yetenek gibi Arapların lider seçiminde dikkate aldıkları
özellikler bakımından lider olma şansı olmayacak biriydi. Bu
bakımdan liyakat eleştirileri haklı gerekçelere dayanıyordu. Ancak
Yezîd’le ilgili ifade edilen “kötülük timsali” olduğu algısı oluşturan
özellikler zamanla tarihî süreçte inşa edilmiştir.
Hz.
Hüseyin, Muâviye’nin vefat ettiği ve Yezîd’in tahta çıktığı bildirilip
insanlardan biat alınması talimatının ulaşması üzerine biata davet
edildi. Ancak vali tarafından çağırılarak biat istenen Hz. Hüseyin ve
Abdullah b. ez-Zübeyr Medine’yi terk ederek Mekke’ye gittiler. Bu sırada
tutumlarına dayanak oluşturacak Yezîd’in herhangi bir icraatını
bilmiyorlardı.
Hz.
Hüseyin Mekke’deyken başlarına geçmesi için Kûfeliler tarafından davet
edildi. Kûfe, daha önce babası Hz. Ali’nin ve ağabeyi Hz. Hasan’ın
halife olarak ikamet ettikleri, taraftarlarının yoğun olduğu bir yerdi.
Çok sayıda davet mektubu gönderilmesi üzerine durumu tahkik etmesi için
amcaoğlu Müslim b. Akîl’i Kûfe’ye gönderdi. Müslim, burada binlerce
insandan Hz. Hüseyin adına biat aldı. Ortamın Hz. Hüseyin’in Kûfeye
gitmesi için uygun olduğun düşünerek onu Kûfe’ye çağırdı. Hz. Hüseyin,
bazı istişarelerden sonra hicrî 60 yılının Zilhicce ayında hac
günlerinde Mekke’den ayrılarak Kûfe’ye gitti.
Yezîd,
Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye ulaşmasını engellemek amacıyla -kendisine pasif
olduğu istihbaratı ulaşan- Kûfe valisi Nuʻmân b. Beşîr’i görevden alarak
onun yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyâd’ı -Basra valiliği de
uhdesinde kalmak üzere- görevlendirdi. Ubeydullah, gerek tehditlerle
gerekse elindeki maddî imkânları kullanarak Müslim’in desteksiz
kalmasını sağladı. Bir süre kaçtıysa da yeri belirlenince Muhammed b.
Eşʻas’ın kendisine verdiği emana rağmen idam edildi.
Müslim
idam edildiğinde Hz. Hüseyin, olanlardan habersiz yoluna devam
ediyordu. Yoldayken Müslim’in katledildiğini öğrenince geri dönüp
dönmeme hususunda beraberindekilerle istişarede bulundu. Üzgün
olan Müslim’in yakınları Kûfe’ye gidip intikamını almak gerektiğini
savununca yola devam kararı aldı. Hz. Hüseyin’e yolda katılan birkaç yüz
kişi, işin ciddiye bindiğini görünce ondan ayrıldılar.
Ubeydullah
b. Ziyâd, görevlendirdiği Hur b. Yezid komutasındaki askerî bir
birlikte Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye girişini engelledi. Bir avuç yakınıyla
et-Taf (Kerbela) denilen yerde, -Ashab’ın ileri gelenlerinden Saʻd b.
Ebî Vakkâs’ın oğlu- Ömer’in komutasındaki 5000 kişilik ordu tarafından
kuşatılarak teslim olmaları istendi.
Hz.
Hüseyin, Mekke’ye geri dönmesi, Yezîd’in yanına giderek sorunu
aralarında konuşmaları ya da uç bölgesine gidip kâfirlerle savaşmasına
izin verilmesi seçeneklerini sundu; ancak teklifin iletildiği Ubeydullah
b. Ziyâd koşulsuz teslim dışında herhangi bir seçeneğin kabul
edilmeyeceğini bildirdi. Daha önce Hz. Hüseyin’i Kerbela’da
durduran ordunun komutanı Hur b. Yezîd, Hz. Hüseyin’in makul
önerilerinin kabul edilmemesini art niyetli bir tutum olarak görüp bazı
arkadaşlarıyla Hz. Hüseyin’in tarafına geçti.
Kısa bir bekleyişten sonra çatışmalar başladı. Hz. Hüseyin 72 yakını ve arkadaşıyla birlikte katledildiler.
Hur b. Yezîd de hayatını kaybedenler arasındaydı. Kûfe ordusundan ise
88 kişi öldü. İki güç arasında denge yoktu. Kaldı ki Hz. Hüseyin buraya
savaş hesabını yaparak gelmiş değildi.
Muhalefetin sembolü haline geldi
Hz.
Hüseyin’in yoldayken Müslim b. Akîl’in öldürüldüğünü öğrendiği halde
yola devam etmesi, Kûfelilerin sözlerinde duracaklarına dair az da olsa
ümidinin devam ettiğinin söylenmesine imkân vermektedir. Bununla
birlikte Hz. Hüseyin’in karşılaştığı sonu tahmin edememesi de mümkündür.
Zira böyle bir hâdise İslâm dünyasında ilk defa meydana gelmektedir.
Ancak gelişmeler, Hz. Hüseyin’in kötü senaryoya dair bir planının
olmadığını göstermektedir.
Hz.
Hüseyin’in ve akrabalarının katlinden sonra maktullerin kafaları
kesilerek Ubeydullah’a gönderildi. Rivayetlere göre cesetler
defnedilmedi. Daha sonra oradan geçen bir bedevi kabilesi tarafından
defnedildiler. Bu muamele, İslâm’a göre düşman kuvvetlerine dahi
yapılmaz. Kaldı ki Hz. Hüseyin, Kûfe ordusunda bulunanların çoğu
tarafından Hz. Peygamber’in saygın kabul edilen torunuydu.
Ubeydullah,
Hz. Hüseyin’in başına yönelik hakaret ifadeleri kullandı. Daha sonra
Hz. Hüseyin’in kesik başını, aile efradıyla birlikte Şam şehrinde oturan
Yezîd’e gönderdi. Yezîd, olanlara üzüldüğünü Hz. Hüseyin’in hayatta
kalan oğlu Ali Zeynelâbidin’e söyleyip gelenleri sarayda ağırladı.
Muhtemelen bu tavrıyla akraba olan Hâşimoğullarıyla Ümeyyeoğulları
arasındaki gerginliği yumuşatmak istiyordu. Ancak yaptıklarından dolayı
Ubeydullah’ı görevden almaması ve herhangi bir soruşturma açmaması,
tutumunun siyasî olduğunu söylememize imkân vermektedir.
Hadise
meydana geldiği dönemde Hz. Hüseyin ve yakınlarına karşı girişilen
katliamdan dolayı İslâm toplumunda genel bir infial uyanmadı. Ancak onu
davet edip yalnız bırakanlar, pişmanlıklarını intikam almak üzere
harekete geçerek ifade ettiler. Bunlara “pişman olanlar”
anlamında tevvâbûn denir. Birkaç yıl geçmeden Muhtâr b. Ebî Ubeyd
es-Sekafî de Kerbela’da parmağı olan birçok kişiyi öldürerek intikam
aldı.
Kerbela
katliamının herhangi bir mezhep ile ilişkilendirilmesi doğru değildir.
Zira hadisenin vuku bulduğu dönemde henüz bugünkü mezhep yapıları
oluşmamıştı.
Görülüyor
ki Kerbela katliamının herhangi bir mezheple ilişkilendirilmesi doğru
değildir. Zira hadisenin vuku bulduğu dönemde henüz bugünkü mezhep
yapıları oluşmamıştı.
Kerbela’nın
yıldönümlerinde yas törenleri icrası Hicrî IV. asırda Şiî bir hanedan
olan Büveyhîlerden Muizzüddevle döneminde başladı. Bu gelenek o dönemden
günümüze kadar devam etmektedir.
Zamanla
Kerbela, muhalefetin sembolü haline geldi. Böylece olayın bu yönüyle
ilgili geniş bir literatür oluştu. Ancak sonraki asırlarda
-Hristiyanların Hz. İsa için ürettikleri anlayışa benzer şekilde- Hz.
Hüseyin’in bile bile kendisini insanlık için feda etmek amacıyla
Kerbela’ya gittiğine dair ifadelerin tarihî bir temeli yoktur.
Kerbela
faciası Müslümanları birleştiren, zulme karşı ortak hareket etme
kültürüne zemin hazırlaması gereken hüzün verici bir olay olduğu halde
ne yazık ki günümüzde bazı kişi ya da gruplar tarafından ayrılık konusu
yapılmaktadır. Ehl-i Sünnet’in Kerbela’dan sorumlu tutulması
şeklindeki uç görüşler, gerçeği yansıtmadığı gibi Müslümanlar arasındaki
görüş farklılıklarını derinleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Öte yandan bir taraftan Kerbela’ya ağıt yakarken, hemen her gün başta
Suriye ve Irak olmak üzere İslâm dünyasının birçok yerinde meydana gelen
Kerbelaları hatırlamamak ve bunlara karşı çıkmamak yaman bir
çelişkidir. Hüseyin’in tarafında olmak, zulme karşı olmayı gerektirir.
Günümüzün Hüseyinleri, zalim ve despot diktatörlerin ve onların
müttefiklerinin saldırıları altında katledilen mazlumlardır.
Kaynak: