Hocam
öncelikle bizi kabul ettiğiniz için teşekkür ediyoruz. İlk olarak sizin
tanımınıza göre Ziya Kazıcı kimdir? Kendinizden biraz bahsedebilir
misiniz?
Efendim,
Ziya Kazıcı bir köylü çocuğudur. İmam Hatiplerden haberi olmayan, İmam
Hatip adını duymayan birisidir. Şanlıurfa'nın Bozova ilçesine bağlı
Karacaören –ki geçen Şanlıurfa’da sempozyum vardı, Kanuni’nin vakfından
bahsederken burada aynı isimle geçtiğini gördüm. Yani Kanuni’nin vakfı
olan bir köydür- köyünde dünyaya gelen birisidir. Babasının imamlık
yaptığı yakın bir köy olan Kargılı'da büyüyen bir çocuktum. İlkokulu
bitirdikten sonra babamla birlikte -takdiri ilahi- Adıyaman’a gittik.
Tabii o dönemde şimdiki gibi araba gibi vesait yok; hayvanlarla gidip
geliyoruz. Şanlıurfa’da arazi müsait olduğundan tek tük araba
bulunabiliyordu. Ancak Adıyaman toprağında o dönemde hiç araba yoktu.
Adıyaman’a gittik. Dönerken yolda arkadan iki tane atlı geldi. Selamün
aleyküm-Aleyküm selam, kimsiniz, nerelisiniz gibi hasbihalden sonra
birisi dedi ki: “Bu çocuk ilkokulu bitirdi mi?” Rahmetli babam evet
bitirdi dedi. Peki, Kur’an okumasını bilir mi? Evet, bilir dedi. “O
zaman neden İmam Hatip’e göndermiyorsun?” diye sordu. Radyo vs. şeyler
olmadığı için o zamana kadar İmam Hatip nedir? nerden bileceğiz. Nitekim
bilmiyoruz da. “Maraş’ta İmam Hatip okulu adında bir okul var. Benim
oğlum da oraya gidiyor ve bu sene ikinci sınıfta okuyor. Orada din
dersi, Arapça, Kur’an gibi dersler verilirken Matematik, Tarih, Coğrafya
gibi bildiğimiz ortaokul dersleri de veriliyor. Mezun olduktan sonra da
imam olacak. Hatta bir de şapkaları var. İmam Hatiplerin şapkalarının
etrafındaki şeritleri beyazdır. Bu sarığı simgeliyor. Diğer okulların
kimininki yeşil, kiminin ki ise sarı. Neden buraya göndermiyorsun?” diye
sordu. Babam da bana gider misin diye sordu. Evet, giderim dedim.
Okulların açılmasına da bir hafta var. O gece gittik Adıyamanlı
köylülerin köyünde misafir kaldık. Bir hafta sonra Maraş İmam Hatip
okuluna kayıt olmak üzere yola çıktık. Allah’a çok şükür kayıt yapıp
İmam Hatipli olduk. Bu elbette takdiri ilahi ama ben onlara benim bu
şekilde yetişmeme vesile oldukları için çok duacıyım. İşte böyle bir
hikâyeyle İmam Hatip Okulu hayatımız başladı.
İmam
Hatip’e gittikten sonra hiç unutmuyorum o zaman paralı yatılıya ayda
kırk lira veriyoruz ve okulun yurdunda yatıp kalkıyoruz. Esasen beni
okuma hususunda biraz daha kamçılayan önemli başka bir şey oldu.
Yanılmıyorsam ikinci sınıftayken “Kendine Yardım” diye bir kitap okudum.
İngilizceden yüzüncü baskıdan tercüme edilmiş. Aldım ve okudum. Bu
kitapta meşhur insanların hayat hikâyeleri vardı. Mesela birinden
bahsediyor: İşte şu yaşta şu işe başladı ama ciddiyetle eğildiğinden
başarılı ve meşhur oldu diye hikâyeler. Kendi kendime düşündüm: Ben
neden böyle olmayayım. Neden bunu yapamayayım. Ben de okur, ben de
yaparım dedim. Oradan aldığım güçle devam ettim. Fakat şunu söylemeden
geçemeyeceğim, köye göre bizim maddi durumumuz iyiydi. Ama şehre göre
zayıftı. Bir takım maddi sıkıntılar içinde kaldık. Sonra yurt kapandı.
Biz bazı arkadaşlarla ev kiralamak zorunda kaldık. Zaman zaman
sıkışıyorduk. Allah gani gani rahmet eylesin Sandal hoca diye bir
hocamız vardı. Tabii ben üçüncü sınıftan itibaren sınıfın en başarılı
öğrencisi durumuna gelmiştim. O beni Ziya gel evladım diyerek tahtaya
kaldırırdı. Kur’an-ı Kerim ve Arapça hocasıydı. Bir şeyler sorar ben de
cevaplardım. Otur evladım derdi. Tam ben otururken hocanın ya kalemi ya
da tebeşir masadan yere düşerdi. Tabii Ziya onu kaldırıp hocaya verirdi.
Kaldırıp verirken hoca kimsenin görmeyeceği şekilde elime beş veya on
lira tutuştururdu. Tabii ben sevinçli olarak yerime otururdum.
Arkadaşlarım da soruları bilmekten dolayı sevindiğimi zannederlerdi. O
da olmakla birlikte benim esas sevincim hocanın bana yaptığı yardımdı.
Tabii burada sağ elin verdiğinden sol elin haberinin olmaması
hassasiyeti var. Hocama Allah’tan gani gani rahmet diliyorum. Bu şekilde
Maraş İmam Hatip’i bitirdim. Mezun olduğum zaman iki tane Yüksek İslam
Enstitüsü vardı: İstanbul ve Konya. Maddi durumumuz elvermediği için ben
önce Konya’yı yazdım dilekçeme. Allah selamet versin Muhammet Eroğlu
hocamız, bana nereyi yazdığımı sordu. Ben de Konya dedim. Ziya hemen
siliyorsun ve İstanbul’a gidiyorsun dedi. Ben de "hocam biliyorsunuz
bizim maddi durumumuz buna uygun değil" dedim. "Hayır" dedi.
"İstanbul’da İlim Yayma Cemiyeti diye bir dernek var. Onlar bana mektup
gönderdiler. İki tane çalışkan öğrencinizin adını verin onları burada
biz okutacağız" diyorlar. "Ben senin ve Vehbi’nin (Vakkasoğlu) adını
verdim". O da Maraşlıdır. Biz tuttuk Konya’yı sildik yerine İstanbul’u
yazdık. İmtihanlara girdik ve Allah’a çok şükür kazandık. Sınava yirmi
kişi girmişti ve beş kişi sınavı kazanmıştık. Daha sonra İstanbul'da
mülakat olarak ikinci bir sınava Tabii tutulduk. Burada da yüz yirmi
kişi arasından sekizinci olarak kazandım. Bu yüz yirmi kişinin yirmi
kişisi yatılı, geri kalan ise gündüzlü olarak okuyacaktı. Yüksek İslam
Enstitüsü Kabataş’ın yanında Fındıklıda’ydı ve biz bir buçuk sene orada
okuduk daha sonra Üsküdar Bağlarbaşı’na geçtik.
Kazandıktan
sonra hocalar kazananları bir salona topladılar. Allah rahmet eylesin o
zaman Müdür Yardımcısı olan Abdülkadir Kocamanoğlu tek tek sorular
soruyordu. Sıra bana geldi, Tabii o benim Maraş’tan da hocamdı. "Hocam,
ben yatılı olmak istemiyorum" dedim. "Niye" diye sorunca Maraş’taki
hocam Muhammet Bey’in bana söylediklerini anlattım. Tabii o da onu
tanıyordu beraber görev yapmışlardı. "Muhammet Bey bilmez, ben seni
yatılı yazıyorum" dedi. İyiki de yazmış. Bu şekilde biz Yüksek İslam
Enstitüsünü bitirdik.
Bu
arada Maraş’ta okurken bizim bir hemşerimiz vardı. Hâkim Abdülmecit
Belli. Allah gani gani rahmet eylesin. Yatılıda okurken okulun bir
sınıfını mescit haline getirmiştik. Teravihleri orada kılıyorduk. O da
gelir bizimle teravih kılardı. Teravihten sonra bize sorular sorardı.
"Söyle Ziya, Matta, Bab 5, ayet 20" diye. Tabii ben ne bileyim. Söyle
Ahmet, Yuhanna, Bab 8, ayet 10. Ahmet ne bilsin. Ne biçim İmam Hatip
talebesisiniz, niye öğrenmiyorsunuz, niye okumuyorsunuz diye bize sitem
ederdi. Bunun üzerine ben de gidip bir İncil aldım. Rastgele bir yeri
ezberledim. Teravihi kıldık. Hocam dedim, "Markos, falan bab, falan
ayet" diye sordum. Ne bileyim ben dedi. Ben de hocam ama siz de
bilmiyorsunuz dedim. Şanlıurfalıydı kendisi. Ağır ceza hâkimiydi. "Ziya,
hemşerim! Ben size İncil’in hangi ayetlerini soruyorum bunu hiç
düşündün mü?" dedi. "Hz. Peygamber’den, Kur’an’dan, İslam’dan bahseden
ayetleri soruyorum" dedi. "Bana ne İncil’in öbür şeylerinden" dedi.
Deyim yerindeyse bende jeton düştü. İncil’i o gözle okumaya başladım.
Artık Şanlıurfa, Maraş, Gaziantep, Adıyaman çevresinde ne kadar Dinler
Tarihi ve Hristiyanlıkla ilgili kitap varsa hepsini alıp okumaya
başladım.
Hiç
unutmuyorum İstanbul’a bir Çarşamba günü geldim ve ilk Cuma’yı Sultan
Ahmet’te kıldım. Onu takip eden ilk Pazar Beyoğlu’ndaki bir kiliseye
gittim. Teori olarak bildiğim ayinlerinin nasıllığını pratik olarak
görmek için. Tabii İstanbul’un imkânları geniş olduğu için ben
kiliselere gidiyordum, papazlara sorular soruyordum. Tabii hiç cevap
vermiyordum. Sadece onların görüşlerini dinliyordum. Bu şekilde
çalışmalar içerisinde bulundum. Son sınıfta bize bir bitirme tezi
veriyorlardı. Benim konum ise “Kur’an’ı Kerim ve Garp Kaynaklarına Göre
Hristiyanlık’tı. Bu, daha sonra kitap olarak basıldı. Ben Yüksek İslam
Enstitüsüne asistan olarak girdiğim zaman eğer Dinler Tarihi alanı
olsaydı belki de o alanı seçmiş olurdum.
Mezun
oldum. Isparta’da öğretmenlik yaptım. Arkasından askerlik geldi.
Kandıra lisesinde öğretmenlik yaptık. Daha sonra imtihana girdik ve
buraya geldik. Bu sınavla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Daha önce
İzmir YİE’de bir kişilik Arapça asistanlığı kadrosu açıldı. Müracaat
ettim. Yirmi iki tane müracaat vardı. Kendi dahlim olmadan, gayri
ihtiyari referanslı bir duruma geldim. Sebepte şu oldu. Daha önce
Isparta’da birlikte hocalık yaptığımız bir abimiz jürideydi. Aile olarak
tanıştığımız, can ciğer bir arkadaşımızdı. Bunlar bizi önce mülakata
aldılar. Yazılı Arapça ve Yabancı dil sınavını ise daha sonra
yapacaklardı. Mülakatta önüme Arapça bir kitap açtılar. İlk kelime
harekeliydi. Üçüncü seferde ancak düzeltebildim. Harekeli kelimeyi
okuyamadım. Ama ter bırakın gömleği ceketten bile çıktı. Çıkınca
arkadaşlara "ben yazılı sınava girmeyeceğim" dedim. "Niye"
dediklerinde, "Harekeli kelimeyi okuyamayana ben de olsam not vermem"
dedim. "Ya gir heyecandan olmuştur filan" dediler. Tabii ben de girdim.
Sonuç yazısı adresime geldi. İkinci olarak kazandınız. Bir kişi
alınacağından istihdamınınız mümkün görülmemiştir şeklindeydi.
Üç
ay sonra İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü'nde asistanlık imtihanı
açıldı. Deyim yerindeyse yollar önümde otoban oldu. Ondan sonra “Ya
Rabbi sana şükürler olsun ki İzmir’i kazanamamışım.” dedim. Kötü mü?
Hayır! Birinde ”Darabe zeydün amran” “Darabe” fiil “Zeydün” fail “Amran”
mef’ul ile uğraşacaktım. Şimdi Allah’a çok şükür arşivlerle
uğraşıyorum. Biri beş cilt olmak üzere yirmiden fazla eserim var.
Makalelerimin isimlerini bilmiyor; sayılarını hatırlamıyorum. O kadar
çok oldu. Yani bu şekilde biz İstanbul’da asistanlığa başladık.
Osmanlı’da Vergi Sistemi diye bir tez hazırladım. Bu çalışma birkaç kez
basıldı. O zaman Yüksek İslam Enstitüsü olduğu için doktora kabul
edilmiyordu. Yüksek İslam Enstitüleri, ilahiyat fakültelerine
çevrildiğinde jüri tarafından bu çalışmam doktora olarak kabul edildi.
Ama onun dışında ben normal olarak Erzurum İslami İlimler Fakültesi’nde
doktora yaptım. Osmanlılar’da İhtisab Teşkilatı, Mübahat Kütükoğlu
Hanım’a bağlı olarak doktorayı yaptım. Böylece deyim yerindeyse çift
doktora sahibi oldum. Arkasından yardımcı doçentlik, doçentlik ve zamanı
gelince profesörlüğü de Allah’a şükür aldık. Şimdi de emekli oldum.
Şimdi Sebahattin Zaim Üniversitesi İslamî İlimler Fakültesi’nde resmî
hoca olarak göreve devam etmekteyim. Ve Allah’a şükrediyorum. Köyden
çıkmış İmam Hatip’in adını duymamış bir çocuk bugün buralara geldi.
Allah’a ham ediyorum. Evet Ziya Kazıcı bu...
A.A: Cümlenizin içinde biraz ifade ettiniz ama “Neden İslam Tarihi? Sizi yönlendiren biri oldu mu?”
Hayır!
Daha sonra seçtiğim için de çok memnun oldum. Çünkü hem İslam tarihi ve
Medeniyetini hem de özellikle Osmanlı arşivlerini öğrendim. Çünkü her
şey arşivlerde… Bizim medeniyetimiz, bize unutturulan medeniyetimiz…
Yakında inşallah bir kitap çıkacak. Adı Unutulan Medeniyet (Osmanlı)…
Biz neleri bırakmışız; neleri terk etmişiz; neleri unutmuşuz?
A.A.: Osmanlı Devleti yeterince doğru olarak biliniyor mu? Başka bir ifadeyle biz Osmanlı’yı anlayabildik mi?
Osmanlı’yı
biz henüz tanımıyoruz. Özellikle Osmanlı bize unutturuldu. Ben
sınıflarda ve değişik yerlerde zaman zaman diyorum ki: Günümüz
Türkiye’sinin coğrafya olarak yirmi üç kat daha büyüğü; farklı din,
farklı dil, farklı ırk, farklı mezhep ve farklı coğrafyada altı yüz
küsur sene devam eden bir devlet! Bugünkü ulaşım teknolojileriyle
mukayese edilmeyecek derecede imkansızlıklar içerisinde bulunulan bir
dönemde devlet, altı yüz sene devam ediyor. Farklı yapıdaki insanları
bir arada tutabiliyor. İsrail'in eski Başbakanı Goldan Meir diyor ki:
“Osmanlı bir kıta askerle koca bir coğrafyayı idare ediyordu. Bizim bu
kadar askerimiz var. Bu kadar imkanımız var. Küçücük yerde bunu
başaramıyoruz.” Gerçekten biz Osmanlı’yı okumadığımız için
tanıyamıyoruz. Birkaç sene önce bir gün Isparta Süleyman Demirel
Üniversitesi’ne gitmiştim. Orada dekanı tanıdığım için ilahiyat
fakültesine ziyarete gittim. Baktım arkadaşlar biraz tedirgin.
“Hayırdır!” dedim. Dediler ki: Bizim rektörümüz yeni atandı. Ona söz
verdik. Bu saatte onun yanına gidecektik. Siz de geldiniz. “Birlikte
gideriz.” dedim. Kalkıp birlikte gittik. Selamlaştıktan sonra rektörle
tanıştırdılar. Rektör “Hocam alanınız nedir?” dedi. “İslam medeniyeti
ama özellikle Osmanlı” dedim. Rektör: “Benim alanım fen. Sosyal
bilimlerle ilgim yok. Liseden sonra bütün eğitimim Amerika’da oldu. İlk
Amerika’ya gittiğimde Türk Evi diye bir derneğimiz vardı. Başkanı bir
Amerikalıydı. Adam kalktı ve bir konuşma yaptı. Konuşmada Türkler
Ermenileri şöyle kestiler; böyle biçtiler… Ben, el kaldırmak istiyorum.
Yanımdaki elime vuruyor. Sakın elini kaldırma! Pasaportunu eline verir;
seni gerisin geriye Türkiye’ye gönderirler! Bir, iki dayanamadım! El
kaldırdım! “Efendim siz böyle diyorsunuz ama neden Ermenilerin Ruslarla
birleşip orada Müslümanları camilere tıkıp kurşundan geçirdiklerinden
bahsetmiyorsunuz?” dedim ve oturdum. Adam konuşmasını bitirdikten sonra
dedi ki: Delikanlı odama gelir misin? “Eyvah pasaportum gitti!” dedim
kendi kendime. Adam bana “Delikanlı önce seni cesaretinden dolayı tebrik
ediyorum. Ben şimdiye kadar hep böyle diyordum. Kimse bana bunun başka
bir varyantı var demiyordu. Ama bundan sonra senin söylediğini de
söylediklerime ekleyeceğim. Biz Amerikalılar iki devleti inceliyoruz.
Bunlar hangi hataları işlediler de tarih sahnesinden silindiler? Biz bu
hataları işlememeye çalışıyoruz. Bunlardan biri Roma diğeri de
Osmanlı’dır.”” Gerçekten de benim tecrübelerim; bugün arşive gidin
araştırma yapmaya gelenlerin sayısı yirmi beş-otuz kişidir. Bunların
yarıdan fazlası yabancıdır. Biz “Osmanlı öldü; bitti; gitti diyoruz.
Pekiyi bu adamlar niye geliyor?” Adamlar hem bugünkü alfabemizi okuyor;
hem de en çetrefilli arşiv yazılarını okuyor. Benim gibi de Türkçe
konuşuyor. Onunla ilgili de bir örnek vereyim. Biz bilmiyoruz. Bir gün
İstanbul vilayet binasının arkasında yer alan binasında bir masada
çalışıyoruz. Üniversiteyi yeni bitirmiş bir Amerikalı delikanlının
yanına Türk bir hanım oturdu. Hanım “Robert! Seninle ilgili bir belge
buldum.” dedi. Arşivde çalışanlar birbirlerinin hangi alanda
çalıştıklarını üç aşağı beş yukarı bilirler. Benim okuyamadığım bir
belgeyi size gösteririm. Siz başkasına gösterirsiniz falan… Amerikalı
“Nedir?” dedi. Hanım “15 numaralı Erzurum ahkam defterinde Erzurum’dan
celepler İstanbul’a hayvan naklederken yoldaki muhtesiplerin onlardan
vergi almamalarıyla ilgili” dedi. Celep, hayvan ticareti yapan demek.
Muhtesip, benim doktora alanım. Hisbe teşkilatı belediye başkanlığı,
fakat yetki olarak daha geniş… “Bana da verir misiniz?” dedim. O defteri
daha sonra ben de kullandım. Sonra Robert’le dışarıda konuşmaya
başladım. “Robert ne yapıyorsun?” dedim. “Doktora yapıyorum.” dedi. On
altıncı asırda İstanbul’un et ihtiyacının giderilmesi… Bizim aklımızın
köşesinden geçmez. Hatta biz deriz ki: Padişahtır! İki dudağının
arasından çıkan bir kelime kanundur: “ Getirin Trakya’dan şu kadar
koyun! Getirin Afyon, Kütahya çevresinden şu kadar sığır!” Böylece
İstanbul’un et ihtiyacı sonlandırıldı. Değil! Ama bize bu şekilde
öğretildi! Padişah da kanunla bağlı; onun dışına çıkması mümkün değil!
Bakın! Amerikalı geliyor on altıncı yüzyıldaki et ihtiyacı konusunda
doktora yapıyor. Bir gün Marmara İlahiyat fakültesi'ndeki odamda
oturuyorum. Kapım çalındı. Bir kadın geldi. “Ziya beyle görüşmek
istiyorum.” dedi. “Buyrun” dedim. Yaşlı bir hanım… “Efendim beni
arşivden size gönderdiler.” dedi. “Hayırdır!” dedim. “Belgelerde
okuyamadığım bazı yerler var. Bu konuda bana yardımcı olur musunuz?”
dedi. “Hanımefendi! Benim de okuyamadığım kelimeler vardır. Ben de
oradakilere soruyorum. Yani sizi niye bana gönderdiler?” dedim. “Benim
belgelerde Arapça kelimeler ve dinî terimler var. Siz bunları biliyor
musunuz?” dedi. “O zaman olur.” dedim. Kadın Amerikalı ve iki torun
sahibi…Hazırladığı doktora ise on altıncı yüzyılda Balıkesir ve Manisa
çevresinde halkın devlet memurlarından şikayetleri… Bu konuda doktora
yapıyor kadın. Amerikalı ve iki torun sahibi… Yaşını siz takdir edin.
Daha sonra ben kendime göre bir araştırma yaptım. Bu kadına burası
verilmiş. Bir başkasına Erzurum, Sivas, Kars çevresi, bir diğerine
Trabzon, bir başkasına Şanlıurfa, Antep, Maraş çevresi; bir diğerine
şurası-burası verilmiş. Ne yapacak bunlar? Eğer siz büyük devletseniz
büyük düşüneceksiniz. Her yerin kültürü farklıdır. Devlet memurundan
niçin şikayet eder vatandaş? Ya kendisine hakaret etmiştir; yahut
haksızlık etmiştir; veya hoşlanmadığı bir kelime kullanmıştır. Ey
vatandaş! Biz seni Trabzon’a gönderiyoruz. Ama Trabzon’da falan
kelimeler hoş değil; falan davranışlar hoş olmadığı için sakın bunları
kullanmayın! Eğer bunları kullanırsanız vatandaş sizden elini eteğini
çeker. Antenlerini kapatır. Bu şekilde adamlar bizim her şeyimizi
öğreniyorlar. Osmanlı’yı en ince ayrıntısına kadar araştırıyorlar.
Bugünkü teknolojiyi ve teknolojinin getirdiği yenilikleri ortadan
kaldırdığınızda Amerika’nın toprak sistemi, idare sistemi, askerî
teşkilat, adliye teşkilatı eşittir Osmanlı! Çünkü hepsini buradan
aldılar. Ama biz bilmiyoruz. “Bütün Osmanlı mahkemelerinde bir jüri
vardı.” desem “Allah Allah böyle şey mi olur?” derler. Osmanlı’nın
Türkiye sınırları içerisindeki bütün mahkeme kayıtlarının hepsi şu an
elimizde. Mahkemelerde verilen kararlar defterlere kaydedilir ve
demirbaş olarak sonraki kadıya teslim edilir. Biz bunlarla ilgili
doktoralar yaptırıyoruz şu anda. Bunlara bakıyorsunuz, altında
“şühûdü’l-hâl”, yani günümüzdeki “jüri” ibaresi olmayan tek bir mahkeme
kararı yoktur. Hepsinde jürinin kararı vardır. Davanın cinsine göre jüri
de devamlı değişmiştir.
A.A.-Jürinin görüşü ne kadar önemli idi?
-Jüri karar bozabiliyordu.
-Amerika’da kararın doğru olup olmadığına karar veriyorlar herhalde. Öyleyse jüri en son onay veriyor?
-Şöyle
ki, Osmanlı kadısı gittiği yerde 1 sene görev yapabiliyor. Biraz önce
anlattığımız Isparta örneğini hatırlayalım. Misal, ben kadı olarak
Isparta’ya geldim. Bir cinayet davası önüme geldi. -Niye öldürdün? -Bana
şöyle denildi. Ben Şanlıurfalı bir kadı olarak hangi kültüre göre
düşüneceğim? Yetiştiğim kültüre göre bunda büyük ve ağır bir tahrik
unsuru varsa, mesela 20 sene ceza alması gerekirken ben 10 seneye
hükmedersem, burada jüri devreye girerek, “Bizim burada bu kelime iki
arkadaş arasında kullanılan bir şaka ifadesidir” der. O zaman ben kadı
olarak kararımdan dönüp 20 sene ceza veririm. Veya madalyonu ters
çevirelim, Isparta’dan Şanlıurfa’ya bir kadı gitsin. Cinayet davası
önüne gelsin. -Niye öldürdün? -Şunun için öldürdüm. Kadı, bu yüzden adam
mı öldürülür diye düşünüp 20 sene verebilir. Oradaki jüri de itiraz
edip cinayete sebep gösterilen kelimenin o bölgede çok ağır bir tahrik
unsuru olduğunu söyleyip itiraz edebilir. Bu durumda kadı efendi döner,
10 sene ceza verir. Yani jürinin epey etkisi vardır.
-Hocam,
Osmanlı tarihi demişken, bildiğiniz üzere Ortadoğu şu an epey karışık.
Arap Baharı adıyla bir devrim başladı fakat biraz Arap Kışı’na döndü.
Acaba Ortadoğu’daki bu olayların sebepleri nelerdir? Müslümanlar
Ortadoğu’da Osmanlı’nın yokluğunu hissediyorlar mı?
-Evet,
Tabii her şeyden önce İslam dünyası okumuyor, okumadığı için kendisini
geliştiremiyor ve geliştiremediği için de silah bakımından, ekonomik
bakımından vs. başkalarının eline bakmak durumunda kalıyor. Ben,
Türkiye’deki olaylar dahil, bu işin içerisinde Batı’nın parmağı olduğunu
düşünüyorum. Eskiden Haçlı Seferleri vardı. Haçlı seferlerinde iki
millet, iki din karşı karşıya geliyordu. Batılıların sözüdür: “Biz
bundan sonra kendi adamlarımızı öldürmeyip Müslümanların arasına fitne
sokalım, bizzat kendi kendilerini öldürsünler. Biz uzaktan bakalım,
silah verelim.” Gerçekten de işin iç yüzü budur. Bundan seneler önce
Mısır’da bulunduğum bir dönemde Ayn-ı Şems üniversitesinde bana bir
konferans verdirdiler. Osmanlı-Memlük münasebetleriyle ilgili bir şeyler
anlatmaya çalıştık. Bir şey oldu, dedim ki, “Bakın; Bahreyn, Katar, Abu
Dabi, Dubai, Kuveyt… Diliniz aynı, dininiz aynı, ırkınız aynı,
coğrafyanız aynı, nedir bu aradaki ayrılık? Bizim beş tane Türk köyünü
bir araya getirseniz Dubai, sekiz köyü toplasanız Abu Dabi olur.” Birisi
dedi ki, “Efendim, siz bilmiyorsunuz, bizde bir laf vardır: Araplar tek
bir şeyde birleşir o da birleşememektedir.” Evet, Arap dünyası
böyledir. Böyle olduğu için ve Batı da bunu çok iyi bildiği için ateşi
körükleyip duruyor. Bundan dolayıdır ki şu anda İslam dünyasında böyle
bir sıkıntı var. İkinci bir sıkıntı, bundan seneler önce yanılmıyorsam
1984’te Suriye’de bir sempozyum düzenlenmişti. Türkiye’den sadece ben
katılmıştım. Orada bir tıp profesörü bana şunu söyledi, Bakın 1984
tarihinden bahsediyoruz: “Biz Osmanlı’ya yaptığımızın cezasını
çekiyoruz.” Suriyeli profesörün söylediği buydu. Gerçekten de İslam
dünyasında herkes Osmanlı’ya yaptığının, durumuna göre, bedelini ödüyor.
Şu anda da gerçekten İslam dünyasının Türkiye’den başka yüzünü
çevireceği bir ülke yoktur. Ben, mesleğim itibariyle birçok Arap
ülkesini gezme imkanı buldum. Nereye gittiysek Türk ve Türkiye
dediğimizde insanların gözleri fal taşı gibi açılıyor. Bize öyle bir
teveccüh gösteriyorlar ki, bizi ancak Türkiye birleştirebilir, gibi bir
anlayış görüyorum. Ve şunu da gördüm ki, eninde sonunda Türkiye Osmanlı
rolünü oynayacaktır. Bırakın Suriye’nin, Lübnan’ın, Ürdün’ün vs.
sınırları baki kalsın. Ekonomi, teknoloji, askeri güç, nüfus bakımından
güçlü olduğumuz müddetçe ve ben (bir Türk vatandaşı olarak) her yere
rahatlıkla pasaport kullanmadan, döviz kullanmadan gelip gidebildiğim
müddetçe, varsın adı Suriye olsun, Lübnan olsun, Ürdün olsun, bir şey
değiştirmez.
-Avrupa Birliği gibi…
-Evet,
Avrupa Birliği gibi… Bundan 6 sene evvel Mardin-Şırnak civarında bir
sempozyuma katılmıştım. Bizi Kuzey Irak’a götürdüler. Duhok kenti bizim
sınıra 70 kilometre, Irak’ın büyük şehirlerindendir. Sınırdan çıktık,
zannettim ki İstanbul ile İzmit arasındayım. Yolda gördüğümüz bütün
reklamlar bizim reklamlarımız. En büyük alışveriş merkezine götürdüler,
sanki İstanbul’daki bir alışveriş merkezi, bütün mallar bizim
mallarımız. Kendi cebimdeki parayla alışveriş yaptım. Şimdi böyle
olduktan sonra varsın adı şu olsun, varsın adı bu olsun. Eninde sonunda
Türkiye bu rolü oynayacaktır. Ha, tabii doğumlar sancısız olmaz.
Birtakım sancılar olacaktır ama eninde sonunda böyle bir doğum meydana
gelecektir.
-Hocam
bir derste, Osmanlı’nın Filistin bölgesini nasıl yönettiği ile ilgili
bir örnek anlatmıştınız. Kanuni döneminde Kudüs surları yapılırken cümle
kapısının inşası ve kitabesine ne yazılacağı ile ilgili tartışmada bir
grup “La ilahe illallah” yazılmasını isterken diğer bir grup Kudüs’te üç
dinin mensupları bir arada yaşadığından herkesi kapsayacak bir ifade
kullanılmasını ister ve “Lailahe illallah İbrâhim halilullah” ifadesi
uygun görülür.
-Evet, biz gidip o kitabeyi gördük. Hala o kapının üzerindedir.
-Türkiye’deki
İslam tarihi çalışmaları ve İslam tarihi ilminin geldiği seviye nedir?
Size göre çalışmalarda eksik kalan hususlar nelerdir?
-Bizim
Arap kardeşlerimize baktığımız zaman İslam Tarihi maalesef Abbasiler
ile bitiyor. Türkiye’de ilk ilahiyat Ankara’da açıldığında pek üzerinde
durulmayan bir husus olsa da daha sonra ilahiyat fakültelerinin ve
tarih-edebiyat bölümlerinin çoğalması ve insanların arşivlerdeki
bilgileri merakı üzerine İslam Tarihi alanında gerek ilk dönem gerekse
sonraki dönemler -Osmanlı dönemi- olmak üzere, iyi bir seviye şu anda
mevcut. Eskiye göre, yani 1950-60’lara göre şimdiki çalışmalar gerçekten
sevindirici ve inşallah daha iyi bir seviyeye gelmesini temenni
ediyorum. Ama bu arada Osmanlı arşivine de önem vermemiz gerekecektir
çünkü aklımıza gelen-gelmeyen her alanda arşiv belgeleri bulmak
mümkündür. Basit bir örnek vermek gerekirse, günümüzde biri evlendiğinde
bir resmi nikah bir de imam nikahı kıyılıyor. Peki Osmanlı’da imam
nikahı var mıydı? Şehirlerle ilgili mahkeme kayıtlarına baktığımızda,
bir insanın nikah kıyabilmesi için mutlaka devlet tarafından verilen
izinname adlı belgeye sahip olması gerektiğini görüyoruz. O dönemde
imamlar, mahallenin veya köyün her şeyidir. Sadece imamlık değil,
mahallede satılan eşyadan mahallenin hastasına, yetimine, ölümüne,
evliliğine, doğan çocukların hepsine, hatta mahalleye gelen misafire
kadar imam efendinin haberi olmak zorundadır. İmam bu bakımdan müftünün
dışında kadıya ve muhtesibe de bağlıdır ve bunlara da bilgi verir.
-İmam aynı zamanda mahallenin idarecisi değil mi?
-Evet.
Bu mahkeme defterlerine baktığımızda, -ki Şanlıurfa, Bursa ve Konya
defterleri incelenmiştir- çok eşlilik kanunen serbest olmasına rağmen
halkın %85-05’ı tek eşlidir. %
A.A: O iki evlilerin çoğu da zengin olan insanlar.
Z.K:
sadece zenginlik değil. Mesela o günkü mesele, iş kol kuvvetine
dayanıyor. Adamın çocukları olmamış. Tarlada çalışması gereken birine
ihtiyaç var. Buna benzer bir takım sebeplerden dolayı birden fazla
evlilikler yapılmış ve gerçekten de biz bunu işte bu arşivlerden
öğreniyoruz. Ve bunlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Ortaya
çıkınca herkes her önüne gelen “vay efendim her Osmanlı erkeği dört
kadınla evlidir gibi bir takım şeyleri söylemekten yavaş yavaş
vazgeçmeye başladı. Çünkü benzer bir olayı bir sempozyumda birisi benzer
bir şey söyledi. Ben bunu söyleyince adam oturdu kaldı. Verecek cevap
bulamadı. Öyle afaki konuşma bilmem şöyle konuşma filan olmuyor. Bu
manada İslam tarihi alanında gerek ilk dönemler olsun, gerek son
dönemler olsun. Bir de misal olarak söyleyeyim. Biz bilmediğimiz için
yeni yeni öğreniyoruz bir takım şeyleri. Daha dün derste anlattım İslam
tarihi dersinde. Harun Reşid dönemini anlatıyorum. Harun Reşid
hastalanıyor. Doktorlar diyorlar ki artık pek ümit yok. Ama bu arada
idrar tahlilleriyle uğraşan bir başka tabip var. Dört beş kişinin ayrı
ayrı idrarlarını şişelere koyup adama gönderiyorlar. Adam kime ait
olduklarını bilmiyor. Bir tanesine diyor ki, “şu idrarın sahibi acele
vasiyetini yazsın. Çünkü birkaç günlük ömrü kalmıştır” diyor. O da
kimin? Harun Reşid'in. Ha biz buradan, şimdiye kadar biz böyle bir şey
bilmiyorduk. Niye? Bütün değerlerimizi kendimiz okumadığımız için eskiyi
de okumadığımız için değerlerimizi başkalarına kaptırıyorduk. Efendim
idrar tahlilini ilk defa kim buldu. Efendim med cezir olayı sınıflarda
da anlatıyorum. Ayın hareketine bağlı olarak denizlerin bugün gel-git
dedikleri. Ya bizim bir meşhur seyyahımız var. Nasır-ı Hüsrev. Bundan
bin sene önce yaşamış adam. Ondan sonra o Kuveyt taraflarına Katar
taraflarına filan gidiyor bakıyor ki, kitap Türkçeye de tercüme edildi.
Bakıyor ki köyün bir km ilerisinde denizde kocaman bir direk. Soruyor:
Bu direği nasıl diktiniz, oraya o denizin ortasına? Diyorlar ki orası
bir sınır. Ne sınırı? Zaman zaman deniz gördüğünüz gibi şimdi burada,
bazen da oraya kadar çekilir. Peki bu niye oluyor? Ayın hareketlerine
bağlı olarak. Ya bin sene önce söylemiş bunu ama ben bunu bilmiyordum.
Peki med- cezirin veya gel-gitin ayın hareketine bağlı olduğunu kim ilk
defa keşfetti? Bilmem 300 sene önce filan Batılı. Benim bin sene önceki
adamım yazmış bunu. İnsan vücudundaki kan dolaşımı ilk defa biz
keşfetmişiz. Bin sene önce yaşamış benim doktorum keşfetmiş. Bundan epey
sene önce İzmir'e bir konferansa çağırdılar. Gittim. Dedim ki ben kan
dolaşımıyla ilgili tabibimizin verdiği bilgiyi okuyacağım. İçinizde
doktor olan arkadaşlar varsa lütfen işaret buyursunlar. Bu benim okuyup
verdiğim bilgi bugünkü modern tıbbın kan dolaşımıyla ilgili verdiği
bilgiyle uyuşuyor mu yoksa tamamen uydurma mı? Okudum. Her köşeden bir
el kalktı. Hocam, bugünkü modern tıbbın da kabul ettiği şey, budur.
Şimdi biz bunları İslam tarihi sayesinde yavaş yavaş öğrenmeye başladık.
Allaha çok şükür bunları öğrendikçe, batının bizden aldıklarını da
nasıl olduklarını öğreniyoruz artık.
Bir
başka örnek vereyim. Şimdi, yine Osmanlıdaki vakfiyelerimize hastane
vakfiyelerinde Mesela II. Beyazıt külliyesinde Edirne'deki, onda şöyle
bir madde var. Diyor ki, haftada beş gün beş mütrib, dört hanende
enstrüman çala ve şarkı okuya. Gideceklerdir, hastalara musiki ziyafeti
çekecekler. Biiznillah rast makamı şu hastalığa, segah bu hastalığa,
acemaşiran şu hastalığa iyi gelir. Biz bundan yirmi sene önce diyorduk
ki ya bu masal. Adam orada ızdırap çekecek şu olacak sen rasttan bir
taksim gireceksin adam iyileşecek. Niye yirmi sene önce? Yirmi sene,
yirmibeş sene önce batı üniversitelerinde musiki ile tedavi kürsüleri
kurulunca aklımız başımıza geldi. Dedik ki demek ki, bunun aslı varmış.
Yani bu manada İslam tarihinin okunması hem örnek alma, hem kendi
değerlerimizi ortaya çıkarma bakımından çok faydalı oldu ve (A.A: hem de
insanlığa) inşallah gayet Tabii inşallah daha da iyi bir şekilde devam
eder diye düşünüyorum.
A.A:
Amerikalılardan örnekler verdiniz hocam. Dediniz ki planlı programlı iş
yapıyorlar. Görevi paylaşıyorlar. Şimdi mesela biz yüksek lisans ve
doktora tezleri alırken, tez konumuzu seçerken çoğu zorlanıyoruz. Yani
bu bağlamda bir siyer çalıştayı veya İslam Tarihi çalıştayı yapılıp,
İşte şu şu alanlara yoğunlaşılmalı, işte konular buna göre verilmeli
gibi bir çalışma yapılabilir mi? Ben şahsen kendi adıma bir düzensizlik,
başıboşluk demeyelim ama bir organize eksikliği görüyorum.
Z.K:
aslında dediğiniz doğru. Bir organize eksikliği var ama şimdi bir de şu
var. Bizim İslam tarihçileri derneği var. Bu dernek, işte
Şanlıurfa'daydık yakın zamanda. Şanlıurfa'da iki şey bir araya
getirildi. Hem bir Şanlıurfa sempozyumu yapıldı hem de biz kendi
aramızda ayrıca bu konuları görüşmeye başladık. Orada biz benzer şeyleri
gündeme getirdik. Yani verilen doktoralar, bu doktoralar nasıl olmalı
gibi şeyleri görüştük. Hatta bakın burada İslam klasikleri gibi şeyleri
de tespit ettik. Kimlerin araştırılması lazım. Klasikler hangileridir.
Bunları da tespit ettik. Şimdi bunu yaptık. Aslında öyle de olması
lazım. Ben şahsen mesela bir doktora veya Yüksek Lisans tezi verirken
önce soruyorum. Eğer arşiv belgesi okumayı biliyorsa, arşiv okuyabilecek
durumdaysa, şeriye sicillerini okuyabilecek durumdaysa memleketini
soruyorum. Nerelisiniz? Niye? Memleket önemli. Kendi mahalli isimler,
yer isimleri ve mahalli kelimeleri oralı olan bilir, başkası bilemez.
Erzurum'daki adama Edirne'yle ilgili bir tez verirseniz yapamaz. Ben
asker olarak Edirne'ye gittiğim zaman bir ev kiralayacağız. Daire
kiralayacağız. Bir öğretmen arkadaşla teyzenin evine baktık. Teyze şunu
sordu: evladım kızan var mı kızan dedi. Teyze sen ne diyorsun dedim ya.
Biraz da sert bir sesle. Şimdi ben ilk defa kızan kelimesini duyuyorum.
Yok yok teyze yok dedi yanımdaki arkadaş. Ya bu ne diyor dedim. Çocuk
var mı. Kızan, çocuk. Eee ben ilk defa duyuyorum bunu. Yani bunun için
kendi memleketini tercih ediyoruz. Böylece hem kendi memleketine hizmet
etmiş olsun. Benim bu şekilde verdiğim tezlerden dolayı bazı
arkadaşlarımız kendi belediyelerinden yardım gördüler. Kendi
belediyeleri yardım etti, çocuklara. Bu manada olursa çok daha iyi olur.
Bir de öğrencinin hani derler ya, her yiğidin gönlünde bir aslan yatar.
Ben şunu yapabilirim, şunu yapmak istiyorum şeklinde kendisinin bir
arzusunun olması gerekir.
A.A:
Biraz böyle magazinsel olacak ama biraz aile hayatınızdan bahsetseniz.
Yani hiç bahsetmediniz. Kaç çocuğunuz var, ne iş yaparlar ve bir de
akademik çalışma temponuz aile hayatınıza nasıl tesir ediyor?
Z.K:
Pekiyi. Şimdi iki çocuğum var bir oğlum bir kızım. Ispartalı olan
hanımım ev hanımıdır. Kızım lise mezunu. Lise mezunu olmasında, aslında
biz, onu İmam Hatip'e verecektik. Fakat ben o zaman Bağlarbaşı'nda
oturuyorum. Üsküdar Lisesi hemen dibimizde. Kadıköy İHL bir hayli uzak o
günkü şartlar bu kadar müsait değildi. Bir diğer husus, ben o dönemde
Mısır'a gittim, Mısır'da kaldım. Onun için kızımızı mecburen liseye
verdik. Sonra bizim hanım Ispartalı olduğu için Süleyman Demirel
işletmeyi bitirdi. Yedi sene adını vermeyeyim bir firmada çalıştı.
Firmanın, herkesin Müslüman bildiği bir firma. Firmanın bütün Türkiye
dahili alım-satım v.s. o idare etti. Fakat başörtülü olduğu için
görevine son verdiler. Derken arkasından bir sürü iş aradık, tesadüf
olmadı. Bir takım aksilikler çıktı. Birisine, kızım gel başla, dediler,
masan şu, sandalyen şu, olmadı. O şekilde de şu anda bekar yanımda
duruyor ve tarihe devam ediyor. Dışarıdan şu anda 3. sınıfta tarih
okuyor.
Oğlum
Kadıköy İmam Hatip Lisesi mezunu. Biz oraya taşındık. Biz şu an Kadıköy
İmam Hatip Okulu yakın bir yerdeyiz. O da bu hani İmam Hatipler
tırpanlanmadan bir sene önce İmam Hatibi bitirdi. Arkasından İmam
Hatiplilerin diğer fakültelere gitmeleri yasaklandı ya (A.A: ben 99
mezunuyum bizim o sene tırpalandı) senden bir sene önce demek ki…. O da
inşaat mühendisliğini kazandı, Süleyman Demirel'de okudu o da. Daha
sonra İstanbul Teknik Üniversitesi'nde yüksek lisansını yaptı. şu anda
İBB de kendi alanında şef olarak devam etmektedir. Bir de bir torunumuz
var. Daha küçük. İşte, oruç tut iftar ettiğin zaman bak sana şu kadar
para vereceğim. İftar Tabii bir saat sürüyor, hadi orucunu bana sat
diyoruz filan. Kendimizle birlikte zaman zaman namaza götürüyoruz. Bir
sureyi ezberle sana şu kadar para. Böyle bir şeyler. Şu anda hayatımız
devam edip gidiyor.
A.A:
hocam, çalışma temponuz nasıl gidiyor. Günde kaç saat çalışırdınız?
Özellikle gece çalışırdım, gündüz şu saatte çalışırdım dediğiniz oldu
mu?
Z.K: Yok, öyle bir şeyim yok. özellikle asistanlık, doçentlik dönemi vesaire sinde….
A.A: Bu soruyu Prof. Dr. Mustafa Fayda hocamıza da sorduk, "Hanım izin verdiği kadar çalışırdık" dedi.
Z.K:
Yok benim öyle bir şeyim yoktu. Öyle bir derdim yoktu. Mesela otururdum
akşamları, üç saat-dört saat hiç masanın başından kalkmadan çalışırdım.
Bu tezler mezler hazırlarken daha sonraki dönemlerde hanım Allah razı
olsun bu manada hiçbir engel çıkarmadı. Tabii şimdiki çalışmalarımız,
tempo biraz ağırlaştı. Gene çalışıyorum. Ama bir saat bilgisayarın
başındayım, kitabın başındayım, kalkıp en az bir yarım saat hava almam
gerekiyor. Bu yaşta eski enerjiyi bulamıyoruz.
-Allah uzun ömürler versin hocam!
Soru: Yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?
-Ben
sınıflarda da söylüyordum her yerde de söylüyorum. Bizim Tarih bir
yerde netameli bir alan. Herkes bir takım konuları kendine anlayışına
göre yorumlayabilir. Bu da bizi bir takım sıkıntılara sokar. Bana göre
tarihî bir olayı değerlendirirken, -sadece yüksek lisans ve doktora da
değil- dört tane ölçü var. bu ölçülere vurarak değerlendirme yapmamız
lazım.
Bu
ölçüler: 1- Allah’ın kitabı (Kur’an-ı Kerim), 2- Resûlullah’ın (s.a.v.)
sünneti, 3- Sağlam bir tarih bilgisi ve 4- Sağlam bir mantık. Bu dört
ölçüye konuları vurmamız gerekiyor. eğer uyuyorsa kabul eder, uymuyorsa
bir kenara atarız.
Gerek
tez hususunda olsun gerek başka bir konuda olsun vatandaş konuşuyor.
Tv’de şurada burada konuşuyor, şunu yazıyor, bunu yazıyor. Özellikle
belirli kesimlere veya cemaatlere bağlı olduğunu söyleyenlerin bu
kritiği yapmadığını görüyorum. Filan söyledi ise doğrudur deyip
geçiyorlar. Amenna buna bir şey demiyoruz. Ama bunun farklı bir varyantı
olabilir.
Mesela
bir arkadaşımız Tv’de göğsünü gere gere bir veliden bahsediyor. Sayın
seyirciler -belki siz hatırlarsınız derste söylemiş olabilirim- Vakti
zamanında Bağdat’ta bir veli varmış. Bu veli kırk sene boyunca hep
cemaatle namaz kılmış, Otuz sefer yaya Hac’ca gitmiş, kırk sene boyunca
her gece 1000 rekat namaz kılmış. Sayın seyirciler, işte gerçek
Müslüman! İlk bakışta kulağa hoş geliyor Tabii.
Gelin
bu arkadaşın anlattıkların bir tahlil edelim. Evvela din bizden her
gece bin rekat namaz kılmamızı ister mi? istemez. Hz. Peygamber’in
(s.a.v.) hadisinde bunun aksi var. Hani üç kişi Resûlullah’ın (s.a.v.),
Hz Âişe (r. anhâ) validemizin kapısının önünde kendi aralarında
konuşuyorlarmış. Bunlardan biri ben gece namaz kılarım, öbürü diyor ki
ben bütün sene oruç tutarım, bir diğeri ise ben hiç evlenmem diyor.
Allah Resûlü’ne hz aişe duyduklarını aktarınca, Hz. peygamber (s.a.v.)
onların yanına mescide varıyor ve onlara bunları diyen siz misiniz?
diye soruyor. Onlar da bizleriz deyince Hz. peygamber bu üç kişiye
şunları söylüyor:
-Bakın
ben geceleri bazen namaz kılarım bazen kılmam. Bazen nafile oruç
tutarım bazen tutmam, biliyorsunuz ben evliyim. Bu benim sünnetimdir kim
ki sünnetimden ayrılırsa benden değildir.
-Hz.
Peygamber’in (s.a.v.) hadisi açık ve net. Efendim! bin rekat, her
rekata bir dakika verseniz, böl altmışa böl 17-18 saat eder. Bu
vatandaşımız kırk sene boyunca bütün namazlarını da cemaatle kıldığına
göre, bu gece namazı da yatsı ile sabah namazı arasında olduğuna göre
nasıl olacak? Bin rekat namazı kılması için üç-dört gece yetmiyor.
Efendim,
30 kere Hac’ca gitti! Hani dese ki uçarak gitti anlarsın, arabayla da
değil. Yaya nasıl oluyor? Mekke ile Bağdat arası şu bina ila bu bina
arası gibi bir yer mi ki 30 sefer Hac’ca yaya gidebilsin.
Vatandaş
bunu düşünmeden, bir yere bağlı olduğu için bunları rahat bir şekilde
konuşuyor. Bu da bir yerde neye sebep oluyor? Böylece kaş yapayım
derken, arkadaş göz çıkarıyor. Öbür taraftan onu dinleyen vatandaş ne
diyecek, “İslam buysa ben böyle yapamam. Öyleyse koy ver gitsin”
diyecek. O bakımdan bizim İslam Tarihçisinin tezlerinde veya diğer
kitaplarında ince eleyip sık dokuması lazım. Bir örnek daha vereyim:
-Son bir sorumuz daha var hocam!
Soru: Lisansüstü talebeleri tez konusu seçerken nelere dikkat etmelidirler?
Eğer
gerçekten ilim yapmak istiyorsa basit konulara değil, bu alanda belirli
bir noktaya gelmek istiyorum diyorsa, o zaman kendi gönlünün istediğini
ve zor olanı seçmesi gerekir. Aksi takdirde basit bir tez yapar, o tez
orada kalır.
Bundan
kaç sene önce tam olarak bilmiyorum ama bundan birkaç sene önce bizim
Hüsrev Subaşı, bana telefon etti. “müsaitseniz, bir arkadaş sizinle
görüşmek istiyor” dedi. “Hüsrevciğim ben şu anda Isparta’dayım,
İstanbul’da değilim” dedim. “tamam o zaman” dedi. telefonu kapattıktan
yarım saat sonra bir daha aradı. “Ağabey bu çocuk zaten Konya’daymış;
sizinle görüşmek istiyor. Konya’dan Isparta’ya gelse olur mu?” dedi.
“Benim için problem değil de ta Konya’dan Isparta’ya gelecek” deyince,
“Yok gelmek istiyor” dedi. ben de “o zaman sen ona telefonumu ver,
görüşelim” dedim.
Geldi arkadaş. Kanada’da doktora yapıyormuş.
-Selim Argun hocamız olabilir!
-Şu
anda hatırlamıyorum ismini. ondan sonra arkadaş geldi görüştük. Ben şu
kitabımı ona söylemiştim. “hocam biz bu kitabınızı okumuştuk” dedi.
“Nerede” diye sorunca “Kanada’da okuduk. Sizin kitabınız bizim okulun
kütüphanesinde var” dedi. bunu duyunca hayret ettim.
Şimdi
bu kitap niye o üniversitenin kütüphanesinde var? Ha şunlar yüzünden ve
şu İslami kaynaklar yüzünden var (hocamız kitabın arka kısmında ekler
kısmında yer verdiği, yararlanılan Osmanlıca belgelerin fotoğraflarını
ve kitabın bibliyografya kısmını gösteriyor).
Yani
arkadaşlarımız zor olanı, sıkıntılı olanı basite kaçmadan seçerlerse,
öyle zannediyorum ki çok da başarılı olurlar. Öyle zannediyorum ki
dünyada da ses getirir. Basit bir tez yaparlarsa orada kalır ve
başarısız olurlar. Zora kendilerini alıştırsınlar.
-Yani zahmet olmadan rahmet olmuyor.
-Sizin
döneminizde Marmara İlahiyattaki –İslam Tarihi bölümünü kastediyor-
hocalarımız ile irtibatınız devam ediyor mu hocam. Mesela bir Cahit
Baltacı hocamız ile İsmail Yiğit hocamız ile Mustafa Fayda hocamız ile. O
dönem ki kadro çok güçlüydü.
-Tabii efendim devam ediyor. Kadro olarak birbirlerini ile münasebetleri açısından biz şanslı idik.
Röportaj:
Arş. Gör. Ahmet ACARLIOĞLU,
Arş. Gör. Ömer ARAS,
Arş. Gör. Halil ORTAKKCI