Yezid,
Muaviye b. Ebû Süfyan’ın Şam valiliği esnasında Kelb kabilesine mensub
Meysûn bint. Bahdal ile evliliğinden dünyaya gelmiş oğludur. Bir bedevî
olması sebebiyle şehir hayatına alışamayan annesiyle birlikte babasının
kontrolünden uzak bir şekilde serbest bir hayat yaşadı. Onun çölde
kabilesi arasında edindiği ve daha sonraki hayatında da sürdürdüğü bazı
alışkanlıklar Müslümanların şiddetli tenkidine maruz kalacaktır.[1]
Muaviye’nin
toplum nazarında itibar kazandırabilmek için oğlunu hac emiri olarak
görevlendirmiş, ayrıca İstanbul muhasarasında yardımcı ordunun
komutanlığına getirmiştir.[2]
Muaviye’nin oğluyla ilgili olarak attığı bu adımların asıl hedefi onu
gelecekte veliaht tayin etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu kararında
kendisini en çok cesaretlendiren Kûfe valisi Muğîre b. Şu‘be’dir.
Muaviye’nin en güvendiği bürokratı konumunda olan Irak valisi Ziyâd b.
Ebîh ise Yezid’in veliahd tayin edilmesine hiçbir zaman sıcak
bakmamıştır. Belki de bundan dolayı halife, oğlunu yerine bırakma
kararını Ziyâd’ın ölümünden sonra açıklamıştır.[3]
Muaviye
b. Ebû Süfyan, oğlunun veliahd olarak tayin edilmesi kararını
açıklamadan önce Müslümanların yeniden ihtilâfa düşmemesi ve kan
akıtılmaması için yerine birinin tayin edilmesi fikrini gündeme getirdi.
Bu konuda politik alt yapıyı oluşturduktan ve belli bir kamuoyu desteği
temin ettikten sonra da veliahd olarak oğlu Yezid’in adını zikretmeye
başladı. Muaviye’nin bu kararına başta Kelbliler olmak üzere Şam’daki
kabilelerin büyük oranda destek verdikleri görülür. Esasında bölgeye çok
eski dönemde yerleşmiş bulunan Yemen Arapları, Bizans’a bağlı olmaları
sebebiyle hanedanlık sistemine yabancı da değillerdi. Muhtemeldir ki, bu
sebeple veliahd tayini kararını kolayca benimsediler. Üstelik onlar,
Kelb kabilesine mensup Meysun’dan dünyaya gelen, dolayısıyla yeğenleri
olan Yezid’in halîfe olmasından memnuniyet duydular. Şam bölgesinde
Yemenliler dışındaki diğer kabileler de eyaletlerinin menfaatinin devamı
için iktidarı elinde bulunduran tarafa destek olmuşlar, yönetimde hak
ve meşruiyet konusuyla pek ilgilenmemişlerdir. Bütün bunlar sebebiyle
Şam bölesinde Muaviye’nin kararı genel olarak kabul gördüğü açıktır.[4]
Bölge valilerinin özel gayretiyle Kûfe ve Basralılar da halîfenin veliahd tayin etme kararına onay vermiş göründüler.[5]
Muaviye’nin bu konuda kesin destek alamadığı tek bölge olarak
Hicaz’dır. Bu tavırda Şûrâ’nın terk edilmek suretiyle Sahâbe
uygulamalarının dikkate alınmaması, Yezid’in halk içinde şuyû bulan
şahsî özellikleri kadar, Hicaz Araplarının tarihlerinde saltanat
uygulamasına şahit olmamaları, hatta bu sistemi temelden reddetmelerinin
de etkisinin olduğu unutulmamalıdır. Bilindiği gibi, İslâm öncesi
dönemde Arap toplumunda kabileler, zenginlik ve şeref gibi şahsî
meziyetleri ile tanınan ve kendilerine şeyh, reis veya seyyid adı
verilen kişiler tarafından idare ediliyordu.[6]
Yöneticilik bazı hallerde babadan oğula geçmekle beraber bu mutlak bir
kural değildi. Çünkü kabile hayatında üstünlük, ancak ferdî hüner ve
kabiliyete bağlıydı, yani reislikte nesep yakınlığından ziyâde şahsî
meziyetler tercih sebebiydi.[7]
Cahiliye toplumu için kabilenin menfaati, topluluğun güçlü ve dirayetli
bir kişi tarafından idare edilmesini zorunlu kılıyordu. Ayrıca
ferdiyetlerine ve özgürlüklerine aşırı düşkünlükleri sebebiyle çöl
Arapları, hiç bir zaman kral yetki ve otoritesine sahip kişiler
tarafından yönetilmeye razı olmamışlar[8], kabile reislerini diğer üyelerden üstün veya kutsal özellikleri olan şahıslar olarak değil, eşitler arasında birinci (primus inter pares) olarak kabul etmişlerdir.[9]
Cahiliye
dönemi Arap toplumunda kabile reisliği tespitinde adet olduğu üzere
babadan oğula geçme yerine soyun menfaatini koruyabilecek nitelikteki
herhangi bir üyenin istişare neticesinde seçilmesi prensibi takip
edilmiştir. Bu gelenek bir babanın yerine onun kardeşinin veya oğlunun
geçmesini kesin bir şekilde yasaklamaz. Ancak tercihte esas mesele
reisin oğlu veya yakını olmak değil, bu görev için en uygun ve layık
kişiyi bulmaktır. Dolayısıyla hak ettiği takdirde önceki reisin oğlunun
da kabilenin idaresine getirilmesi mümkündür. Şu farkla ki, buna karar
verecek olan reisin kendisi değil, kabile meclisidir. Buradan yola
çıkarak Muaviye döneminde eyaletlerin veliahd tayinine farklı tepki
vermelerinde, geçmişte şahit oldukları yönetim tecrübeleriyle doğrudan
ilişkisi bulunduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Nitekim Hicaz
Araplarının idare geleneklerinden farklı olarak İslâm öncesi dönemde
gerek Sâsânî, gerekse Bizans idaresi altında yaşamış bulunan topluluklar
saltanatla idare edildikleri için, Muaviye’nin yeni uygulamasına pek
itirazda bulunmamışlardır.
Muaviye,
oğlunun veliahdlığı konusunda Şam ve Iraklılardan genel destek aldıktan
sonra Medine’ye gelerek bu hususta sahâbe çocuklarını ikna etmeye
çalıştı. Ancak Hüseyin b. Ali, Abdullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebû
Bekir, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Abbâs gibi şahıslar bu
hareketin istişârî hilâfetin terk edilmek suretiyle yönetim sisteminin
saltanata dönüşmesine sebep olacağını ileri sürerek Yezid’in veliahd
tayinine karşı çıktılar.[10]
Daha sonra da Medine’yi terk ederek Mekke’ye gittiler. Muaviye bu
esnada Hz. Aişe ile görüşmek suretiyle oğluna biat alabilmek için
kendisinden yardım talep ettiyse de ondan da bir iltifat görmedi. Ondan
sadece muhataplarına karşı daha yumuşak ve saygılı davranması nasihatini
dinledi.
Muaviye
Medine’de bir müddet daha kaldıktan sonra Mekke’ye gitti. Burada hac
görevini yerine getirmesinin ardından ashâb çocuklarına tekrar Yezid’in
veliahdlığını onaylamaları çağrısında bulundu. Abdullah b. Zübeyr
kendisine, bu uygulamasından vazgeçerek Hz. Peygamber (sav) gibi yerine
hiç kimseyi bırakmamasını veya Hz. Ebû Bekir gibi davranarak Kureyş
içinden ancak kendi kabilesinden olmayan birisini tayin etmesini, bunu
da istemezse Hz. Ömer gibi halîfelik meselesini Şûrâ’ya havale etmesini
istedi. Yezid’e biatten imtina eden diğer Müslümanlar da Abdullah b.
Zübeyr’in kanaatini paylaştıklarının söylediler. Muaviye bunun üzerine
muhataplarına halka hitaben bir konuşma yapacağını, bu esnada herhangi
bir şekilde itiraz eden olursa onun boynunu vurduracağını söyledi.
Ardından da mescidde hutbeye çıkıp ashâb çocuklarını işaret ederek “Bunlar
Müslümanların ileri gelenleri ve en hayırlılarıdırlar. Onlara
danışmadan hiçbir şey yapılamaz. Onlar şimdi Yezid’e biat etme konusunda
razı olmuşlardır. O halde siz de Allah’ın adıyla biat edin”
çağrısında bulundu. Herhangi bir itirazın olmaması üzerine Mekkeliler de
Yezid’e biatlerini açıkladılar. Muaviye’nin Mekke’den ayrılmasından
sonra insanlar Hz. Hüseyin’e gelip daha önce biat etmeyeceğini ifade
etmesine rağmen niçin kararından döndüğünü sorduklarında, ondan
öldürülme endişesinden böyle davrandığı cevabını aldılar. Bu şekilde
Muaviye, bir takım dünyevî teklifler yanında nihayet tehdit yoluyla da
olsa oğlu adına biatin şekli boyutunu tamamlamış oldu.[11]
Muaviye’nin,
hayatta iken oğlu adına biat alması İslâm tarihinde veliahdık sistemini
gündeme getirmiştir. Bu sistem ne İslâm öncesi Arap kabile yönetimi
pratiğinde, ne de geçmiş halîfelerin seçiminde takip edilen Şûrâ
uygulamasında vardı. Dolayısıyla Müslümanların tarihinde saltanat
sistemini gerçekleştiren ilk devlet adamı Muaviye oldu. Aslında
Muaviye’nin kendisinin halîfeliğe gelişi de dört halîfenin seçilme
usullerinden farklı bir şekilde gerçekleşmişti. Daha önceki halîfe
seçimlerinde ilk Müslümanlardan ve Hz. Peygamber’in (sav) yakın
arkadaşlarından olma ve istişare ile seçilme esasları geçerliyken,
Muaviye kabile hâkimiyeti tarafı ağır basan bir siyasî mücadele sonunda
devlet başkanlığını işgal etmiş, bu adımla hilâfet sisteminin özünde
değişiklikler meydana getirmişti. Bu sebeple oğlu Yezîd’i veliaht tayin
etmesini, onun hilâfeti güç kullanarak elde etme adımının bir devamı,
hatta tamamlayıcısı olarak görmek mümkündür. Bütün bunların sonucunda
yönetimde Kitap ve Sünnetin uygulanmasını temin eden, Hz. Peygamber’in
(sav) vekili sıfatıyla görev yapan, devletin menfaatiyle şahsî ve ailevî
menfaatlerini birbirinden ayıran râşid halîfelerin yerini, siyasî
dengeleri ve kuvveti esas alarak yönetim sergileyen, devleti
hilâfet-saltanat karışımı mutlak-irsî bir monarşi ile idare eden
halîfeler almıştır. Bu sebeple Emevî hanedanı mensupları yine halîfe
olarak anılmakla birlikte fiilen hükümdar olmuşlardır. Artık göreve
gelen halîfe, resmî unvanı bakımından olmasa da bir melik, daha doğrusu
Yunanlıların “tiran” dedikleri çeşitten bir kraldan başka bir şey
değildi. Nitekim Emevî halîfelerinin pek çoğu bunu doğrular bir şekilde
icraatlarında İran veya Bizans hükümdarları gibi davranmışlardır. Bundan
dolayı Emevî hilâfetinin meşruiyeti hem yönetimi ellerinde tuttukları
asırda, hem de daha sonraki İslâm tarihi sürecinde sürekli tartışılan
bir konu olmuştur. İstişareyi ve ehliyeti esas alan hilâfeti saltanata
dönüştüren Emevîlere karşı oluşan Şiî, Zübeyrî ve Hâricî muhalefet
hareketleri de propagandalarını genelde onların hilâfetinin meşru
olmadığı iddiasına dayandırarak yürütmüşlerdir. Şiî ve Hâricî
isyanlarıyla mahallî veya kabilevî sebeplerden kaynaklanan
ayaklanmaların neredeyse tamamında, meşru olmayan Emevî hilâfetinin
ortadan kaldırılması için halk Kitap ve Sünnet etrafında toplanmaya
davet edilmiştir. Emevî Devleti’nin yıkılmasına sebep olan Abbâsî
İhtilâlcilerinin en önemli argümanları da Emevî hilâfetinin meşru
olmadığı iddiasıdır. Hilâfet meselesine dinî prensipler açısından
yaklaşan fıkıh âlimleri, Emevî halîfeliğinin meşruluğuna şüphe ile
bakmışlardır. Bilhassa Irak’ı merkez edinen dinî muhalefet, Emevîlerin
temsil ettiği siyasî otoriteye değil, doğrudan yönetimin meşruiyetine
karşı çıkmıştır. Muâviye’yi hilâfeti saltanata çevirmekle suçlayan bu
âlimler halîfeliğin bu adımla sona erdiğine inanmakla birlikte, toplumu
parçalanmaya sürükleyecek isyanlara meydan vermemek için mevcut idareye
kerhen itaat etmişlerdir. Yine de Emevîlerin merkezi olan Şam’daki din
büyükleri hâriç olmak üzere Irak, Hicaz, İran ve Mısır bölgesinde
yaşayan âlimlerin büyük bir kısmı Emevî rejiminin meşruiyetini
tanımamaları sebebiyle, Hâricîlerin gerçekleştirdiği isyanlar dışındaki
diğer ayaklanmalara sempati duymuşlardır. Bunlar arasında özellikle Şii
nitelikli isyanlar âlimlerin doğrudan veya dolaylı desteğini
kazanmıştır. [12]
İslâm
âlimlerinin pek çoğu Muaviye b. Ebû Süfyan’ın oğlu Yezid’i veliahd
tayin etmekle Şûrâ prensibini terk ettiği, dolayısıyla Müslümanların
idaresi konusunda yanlış bir adım attığı düşüncesini ileri sürmüşler, bu
sebeple onun icraatını yoğun bir şekilde tenkit etmişlerdir. Ancak daha
sonraki dönemlerde bu adımın doğru, hatta Müslümanların birlik ve
bütünlüğünü temine yardımcı olan bir karar olduğunu dile getiren âlimler
de çıkmıştır. Onlar Muaviye’nin oğlunu veliahd tayin etmesini şu
şekilde temellendirmişlerdir: Her şeyden önce bu adımla Müslümanların
yeniden bir iç çatışmaya düşmesi engellenmiştir. İslâm toplumu Hz.
Peygamber’in (sav) vefatının ardından ilk önce Benî Sâide Sakîfesi’nde,
daha sonra da Hz. Osman’ın şehit edilmesinin akabinde büyük bir siyasî
krizle karşı karşıya gelmişti. Birincisi herhangi bir çatışmaya meydan
verilmeden atlatılmış, ancak ikincisi bir iç savaşla neticelenerek pek
çok Müslümanın ölümüne sebep olmuştur. Muaviye aynı şartlara dönülmemesi
ve yeniden Müslüman kanının dökülmemesi için vefatından önce yönetim
konusunu problem olmaktan çıkarmak için yerine oğlunu bırakmıştır.
Ayrıca değişen şartlar dikkate alınmaksızın Muaviye’den Hz. Ebû Bekir ve
Hz. Ömer’in icraatını beklemek de gerçekçi değildir.[13]
Muaviye’nin
icraatını haklı gören âlimlerin görüşlerini açık bir şekilde dile
getirenlerin öncüsü olarak İbn Haldun kabul edilebilir. O, veliahd
tayini meselesini Mukaddimesi’nin merkezine aldığı kavramlardan asabiyet
ile açıklar ve bu konuda Muaviye’yi destekler mahiyette görüşler ileri
sürer:
“Muaviye’nin
herhangi bir kimseyi değil, doğrudan oğlunu veliahd tayin etmesi, onun
halkın birliğindeki yararı gözetme isteğinden kaynaklanır. Zira o sırada
Emevî ailesi içinde söz sahibi olanlar, onun üzerinde ittifak
etmişlerdi. Bu dönemde Kureyş’in en güçlü kolunu Emevîler oluşturduğu
için bunlar kendilerinden başkasının idaresine rıza göstermezlerdi. Bu
sebeple Muaviye, yerine geçecek kişiyi seçerken daha iyi olacağını
düşündüğü kimseyi değil, oğlunu seçmiştir. Bu, birliği koruma ve fitneyi
engelleme adına en erdemli kişi yerine daha az erdemli kişiyi tercih
etme anlamına gelir. Çünkü birliğin önemi çok büyüktür. Onun adaleti ve
sahâbîliği bundan başkasını düşünmeye engeldir. Sahâbe’nin büyüklerinin
buna katılmaları veya susmaları konuyla ilgili şüphelerinin kalkmasına
delildir. (...). Gerek Muaviye, gerekse ondan sonra gelen idareciler
Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetinden ayrılmakla suçlanamazlar. Çünkü Hulefâ-i
Râşidîn, mülk sisteminin ortaya çıkmadığı ve dinî motifin etkili olduğu
bir zamanda yaşadılar. Her devrin siyasî yapısı ayrıdır. Onlar dinin
razı olduğu kimseleri halef seçtiler ve bunları başkalarına tercih
ettiler. Ama daha sonra Muaviye’den itibaren asabiyet mülk gayesine
ulaşmıştı, dinî anlayış zayıflamış, sultanî (kraliyet) ve asabiyet
anlayışına gerek duyulmuştu. Asabiyetin onayladığından başkası
seçilseydi, bu seçim tanınmaz, çabucak bozulur ve birlik, ayrılık ve
ihtilâfa dönüşürdü”.[14]
İbn
Haldun’un dile getirdiği bu yaklaşım bilhassa çağdaş araştırmacılar
tarafından da seslendirilmiştir. Bunlar arasında Ahmed Cevdet Paşa,
Ziyauddin Rayyis, Muhammed Hudarî Beg, Abdümünim Mâcid, Abdüşşâfî
Muhammed Abdüllatif gibi ilim adamları zikredilebilir.[15]
Benzer görüşleri dile getiren Emevî tarihçisi Yûsuf el-Işş, Muaviye’nin
kararını Şam, Irak ve Hicaz bölgeleri arasında meydana gelebilecek
siyasî mücadeleyi engelleyebilmek adına alınan isabetli bir adım olarak
görür. Ona göre Muaviye, eğer yerine oğlunu bırakmak suretiyle yönetim
meselesini netleştirmemiş olsaydı, kendisinden sonra Hicaz’da Abdullah
b. Zübeyr, Irak’ta Hz. Hüseyin, Şam’da da kendi ailesi yönetim için
çekişmeye başlayacaktı. Çıkması muhtemel bu iç savaşın engellenmesi ise
ancak veraset sistemine geçilmekle mümkün olurdu. Aynı şekilde yeni bir
kargaşaya meydan vermemek için iktidarın merkezi olma görevini Şam devam
ettirmeliydi. Çünkü Şamlılar Emevî iktidarı için diğer bölge
insanlarına göre daha sadık ve itaatkârdılar. Şam’ın iktidarı da ancak
halîfenin oğlu Yezid ile devam edebilirdi. Zira Yezid burada doğmuş,
yetişmiş ve Şam’ın en eski Arap sakinlerinden Kelbli bir kadın
tarafından dünyaya getirilmişti.[16]
Batılı araştırması Hodgson da, Yezid’in Suriyelilerin kabul etmeye
hazır oldukları tek aday olduğunu, aile içinden de olsa başka bir
kişinin bu göreve getirilmesinin Muaviye’nin kurmuş olduğu dengeyi
bozacağını ileri sürer.[17]
Bu bilgi ve değerlendirmelerden yola çıkarak Muaviye’nin oğlu Yezid’i
velihad tayin etmesinin, sadece Hulefâ-i Râşidîn’in yolundan sapma
şeklinde açıklanmayacak pek çok sebebe dayanan karmaşık bir uygulama
olduğunu tespitini yapmamız gerekiyor. Şayet bu adım Müslümanların
yönetiminde bir sapma olarak kabul edilseydi, daha sonraki İslâm tarihi
sürecinde mutlaka terk edilir, yerine başka bir sistem getirilirdi.
Ancak uzun asırlar boyu veliahdlık esasına dayanan saltanat uygulaması
ve hanedanlık sistemi hem Müslüman devletlerde, hem de diğer ülkelerde
varlığını devam ettirmiştir. Bu sistem bazı ülkelerde aslî, bazılarında
ise sembolik düzeyde günümüzde de devam etmektedir.[18]
SONUÇ ve DEĞERLENDİRME
Kerbelâ
hadisesi, yakın ve uzak neticeleri açısında İslâm tarihinin önemli ve
etkileri uzun dönem devam eden olaylarından biridir. Kerbelâ hadisesi
sadece siyasî neticeler doğurmamış, politik nitelikli başlayan Şia
hareketin ideolojisini belirleyen en önemli âmil olarak kabul
edilmiştir. Emeviler dönemi Müslüman toplumunda sonuçları bu derece önem
arzeden Kerbelâ hadisesinin sebepleri üzerinde de ayrıca durulması
gerekir. Bunların başında da kuşkusuz hilafetten saltanata geçiş, başka
bir ifadeyle Muaviye’nin oğlu Yezid’i veliaht tayin etmesi gelir.
Muaviye’nin, oğlu adına biat alması İslâm tarihinde veliahdık sistemini
gündeme getirmiştir. Bu sistem ne İslâm öncesi Arap kabile yönetimi
pratiğinde, ne de geçmiş halîfelerin seçiminde takip edilen Şûrâ
uygulamasında mevcuttu. Daha önceki halîfe seçimlerinde Hz. Peygamber’in
(sav) yakın arkadaşlarından olma ve istişare ile seçilme esasları
geçerliyken, Muaviye kabile hâkimiyeti tarafı ağır basan bir siyasî
mücadele sonunda devlet başkanlığını işgal etmiş, bu adımla hilâfet
sisteminin özünde büyük değişiklikler meydana getirmişti. Bu sebeple
oğlu Yezîd’i veliaht göstermesini, onun hilâfeti güç kullanarak elde
etme adımının bir devamı niteliğinde görmek mümkündür. Bütün bunların
sonucunda yönetimde Kitap ve Sünnet’in uygulanmasını temin eden, Hz.
Peygamber’in (sav) vekili sıfatıyla görev yapan râşid halîfelerin yerini
siyasî dengeleri ve kuvveti esas alarak yönetim sergileyen, devleti
hilâfet-saltanat karışımı mutlak-irsî bir monarşi ile idare eden
halîfeler almıştır.
Veliaht
tayini meselesine dinî prensipler açısından yaklaşan fıkıh âlimleri
Emevî halîfeliğinin meşruluğuna baştan beri şüphe ile bakmışlardır.
Bilhassa Irak’ı merkez edinen dinî muhalefet, Emevîlerin temsil ettiği
siyasî otoriteye değil, doğrudan yönetimin meşruiyetine karşı çıkmıştır.
Muâviye’yi hilâfeti saltanata çevirmekle suçlayan bu âlimler
halîfeliğin bu adımla sona erdiğine inanmakla birlikte, toplumu
parçalanmaya sürükleyecek isyanlara meydan vermemek için mevcut idareye
kerhen itaat etmişlerdir. Yine de Emevîlerin merkezi olan Şam’daki din
büyükleri hâriç olmak üzere Irak, Hicaz, İran ve Mısır bölgesinde
yaşayan âlimlerin büyük bir kısmı Emevî rejiminin meşruiyetini
tanımamaları sebebiyle, Hâricîlerin gerçekleştirdiği isyanlar dışındaki
diğer ayaklanmalara sempati duymuşlardır. İslâm âlimlerinin pek çoğu
Muaviye’nin oğlu Yezid’i veliahd tayin etmekle Şûrâ prensibini terk
ettiği, dolayısıyla Müslümanların idaresi konusunda yanlış bir adım
attığı düşüncesini ileri sürmüşler, bu sebeple onun icraatını yoğun bir
şekilde tenkit etmişlerdir. Ancak daha sonraki dönemlerde atılan bu
adımın doğru, hatta Müslümanların birlik ve bütünlüğünü temine yardımcı
olan bir karar olduğunu dile getiren âlimler de çıkmıştır. Muaviye’nin
icraatını haklı gören âlimlerin görüşlerini açık bir şekilde dile
getirenlerin öncüsü olarak İbn Haldun kabul edilebilir. Onun dile
getirdiği bu yaklaşım bilhassa çağdaş araştırmacılar tarafından da
seslendirilmiştir. Bunlar arasında Ahmed Cevdet Paşa, Ziyauddin Rayyis,
Muhammed Hudarî Beg, Abdümünim Mâcid, Abdüşşâfî Muhammed Abdüllatif gibi
ilim adamları zikredilebilir. Dolayısıyla Yezid’in velihad tayin
edilmesinin sadece Hulefâ-i Râşidîn’in yolundan sapma şeklinde
açıklanmayacak pek çok sebebe dayanan karmaşık bir uygulama olduğu
düşünülebilir.
* Çeşitli Yönleriyle Kerbela (Tarih Bilimleri), 2010, cilt: I, s. 269-276.
[1] İbn Kuteybe, el-İmâme ve’s-Siyâse, (thk. Tâhâ Muhammed Zeynî), I-II, Kâhire 1967, I, 174. Ya‘kûbî, Tarih, I-II, Beyrut 1960, II, 241; Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim), I-XI, Beyrut ts. (Dâru’s-Süveydân), V, 329, 499; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, I-IV, (thk. Muhammed Muhyiddin Abdulhamid), Mısır 1964, III, 77. Yezid’in Şahsiyeti hakkında bk. Kılıç, Ünal, Tartışmaların Odağındaki Halife Yezid b. Muaviye, İstanbul 2001, s. 396-420.
[2] Halîfe b. Hayyât, Tarih, (thk. Süheyl Zekkâr), I-II, Beyrut 1993, s. 159; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 367-368.
[3] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 142; Ya‘kûbî, Tarih, II, 220; Taberî, Tarih, V, 302-303; İbn Abdirabbih, Kitabu Ikdi’l-Ferîd, I-VII, Kâhire 1965, IV, 368; İbnü’l-Cevzî, el-Muntazam fî Tarihi’l-Ümem ve’l-Mülûk, (thk. Muhammed Abdülkadir Atâ-Mustafa Abdülkadir Atâ), I-XVIII, Beyrut 1992, V, 285-286; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarih, I-IX, Beyrut 1986, III, 244, 249-250; İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, I-XIV, Beyrut-Riyad ts. (Mektebetü’l-Meârif--Mektebetü’n-Nasr), VIII, 79.
[4] Wellhausen, J., Arap Devleti ve Sukutu, (çev. Fikret Işıltan) Ankara 1963, s. 77.
[5] İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 370-371; Mes‘ûdî, Mürûcü’z-Zeheb, III, 36-38.
[6] Zeydan, Corci, İslâm Medeniyeti Tarihi, I-V, (çev.Zeki Meğamiz), İstanbul 1970, IV, 46.
[7] Lewis, Bernard, Tarihte Araplar, (çev. Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul 1979, s. 27.
[8] Cevad Ali, el-Mufassal,
I, 277. Araplar, gerek dışarıdan gelen, gerekse kendi içlerinden çıkma
ihtimali olan bir kralın idaresini kesinlikle reddetmişlerdir. Meselâ
Bizans imparatoru Jünstinyen, Kureyş’in Esed koluna mensub olan Osman b.
Huveyris’e bir tac giydirerek onu kendisine bağlı olarak Mekke kralı
ilân etmiş, fakat bu emr-i vaki Mekke’de bizzat kendi ailesi tarafından
kabul edilmemiştir. İbn Hişam, es-Sîretü’n-Nebeviyye, (thk. Mustafa es-Sakkâ-İbrahim el-Ebyârî-Abdülhâfız Şelebî), I-IV, Beyrut ts., I, 239; Süheylî, Ravzü’l-Ünüf, (thk. Abdurrahman Vekil), I-VII, Kahire 1967, II, 394.
[9] Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), I-II, İstanbul 1991, I, 22; Watt, W. M., Hz. Muhammed’in Mekke’si, (çev. Akif Ersin), Ankara 1995, s. 38.
[10] İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 148-150; Taberî, Tarih, V, 303-304, 343. Yezid’in veliahdlığına itiraz sebepleri hakkında bk. Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, s. 139-163.
[11] Halîfe b. Hayyât, Tarih, s. 160-164; İbn Kuteybe, el-İmâme, I, 157-164; Taberî, Tarih, V, 301-304; İbn Abdirabbih, el-Ikdü’l-Ferîd, IV, 371-372; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 250-252; İbn Kesîr, el-Bidâye, VIII, 79-81. Ayrıca bk. Atvan, Hüseyn, el-Emevîyyûn ve’l-Hilâfe, Beyrut 1986, s. 83-95; Işş, Yûsuf, ed-Devletü’l-Ümevîyye, Dimaşk 2007, s. 159-165.
[12] Yiğit, İsmail, “Emevîler”, DİA, XI, 90. Bu konuda geniş bilgi ve değerlendirmeler için bk. Akyüz, Vecdi, Hilâfetin Saltanata Dönüşmesi, İstanbul 1991, s. 65-203. Emevî idaresine karşı ulemânın tavrı hakkında ayrıca bk. Atvan, Hüseyn, el-Fukaha ve’l-Hilâfe, Beyrut 1991, s. 10-71.
[13] Akîl, Nebîh, Hilâfetü Benî Ümeyye, Beyrut 1975, s. 93; Rayyis, M. Ziyaüddin, İslâmda Siyasî Düşünce Tarihi, (çev. Ahmed Sarıkaya), İstanbul 1990, s.251-254; Vekil, Muhammed es-Seyyid, el-Emevîyyûn Beyne’ş-Şarki ve’l-Garb, Beyrut 1995, s. 179-180; Takkûş, Muhammed Süheyl, Tarihu’d-Devleti’l-Ümevîyye, s. 22-27.
[14] İbn Haldun, Mukaddime, (Ali Abdülvâhid Vâfî), I-III, Mısır 1957, I, 613-615.
[15] bk. Yiğit, İsmail, “Emevîler”, DİA, XI, 90.
[16] Işş, Yûsuf, ed-Devletü’l-Ümevîyye, s. 159-165.
[17] Hodgson, M.G.S, İslâmın Serüveni, (trc. Komisyon), I-III, İstanbul 1993, I, 162.
[18] Bu konuda değerlendirmeler için bk. Gadban, Münir Muhammed, Muaviye b. Ebî Süfyan, s. 379-396; Atvan, Hüseyn, eş-Şûrâ fi’l-Asri’l-Ümevî, Beyrut 1990, s. 51-120; Vekîl, el-Emeviyyûn Beyne’ş-Şark ve’l-Ğarb, I, 173-191; Rayyis, İslâmda Siyasî Düşünce Tarihi, s. 246-262; Kılıç, Ünal, Yezid b. Muaviye, s. 156-175; Hâmis, Osman b. Muhammed, Sahâbenin Yüzyüze Kaldığı Olaylar ve Fitnenin Tarihi, (çev. Nuri Görgülü), İstanbul 2007, s. 151-167; Apak, Adem, Anahatlarıyla İslam Tarihi III (Emeviler Dönemi), İstanbul 2008, s. 83-100.