5 Nisan 2018 Perşembe

Tarih Usûlü Bağlamında Hadîs İnkârcılığı

Doç. Dr. Cahit Külekçi
The Practice of History isimli kitabın müellifi olan Geoffrey Elton, tarih ilminin sistemleşmesinden sonra son dönemlerdeki profesyonel tarihçilerin görevini anlatıları inşâ etmek değil, inşâ edilmiş anlatılara saldırmak olarak belirlemişti. Hatta ona göre tarihçiler genel olarak yalnızca kendi düşünceleri ekseninde anlatılar kurgulamakla kalmamışlar, kendi düşüncesinde olmayan bir başkasının anlatısına saldırmayı zevk haline getirmişlerdir. Alman ekolüne mensup Elton’un bu yaklaşımını tamamen göz ardı etmeden İngiliz tarihçi Theodore Zeldin’in Social History and Total History isimli eserinde tarihçilerin, nelerin yapılması gerektiğinin değil, nelerin yapılamayacağını gösteren bilim adamları olduğunu söylemesi de ayrı bir ironiyi ifade etmektedir. Diyordu ki, insanların giderek artan bir yüzdesi, gökyüzünden onları seyreden atalarının neler düşüneceği ya da tarih kitaplarında kendileri için neler söyleyeceğini değil, sadece yaşadıkları dönemde başkalarının kendileri hakkındaki düşüncelerini dert ediyor.

Tarihçinin, kaynaklara müracaat etmesi herhalde tarih ilminin en temel kâidesidir. Bu bağlamda tarihçinin sürekli biçimde ihtiyatlı olma çabası içerisinde olması da kanaatimize göre doğru değildir. Zira bu durum zaman zaman tarihçiyi doğru eserin sahte olduğunu iddia etme hatasına sürükleyecektir. Elbette tarihçinin, eserin ya da haberin sahte olup olmadığını kontrol mecburiyeti vardır ancak bu durum bir tür psikolojik sarsıntılara dönüştürülmemelidir. Aşamaların belirgin olmasını sağlayabilmek için bazı hususlara dikkat çekmek istiyoruz.
1. Kullanılmasına karar verilen kaynak ya da haberin aynı dönemlerde yazılmış diğer eserlerle karşılaştırılması, mukâyesesi yapılmış mıdır?
2. Yararlanılması düşünülen kaynağın verdiği bilgiler, gerçekliğinden şüphe edilmeyen mukaddem bilgilerle örtüşmekte midir?
3. Muahhar dönemde yazılmış bir te’lifte bulunan haberin, daha önceki dönemlerde yazılmış eserlerde olmaması, muahhar dönemde yazılmış te’lifin değerini mutlak surette düşürür mü? Muahhar dönemdeki müellifler, kendilerinden önceki müellifler tarafından zikredilmeye gerek görülmemiş bilgileri onlar gibi değerlendirmeyerek eserlerine almış olabilirler mi?
4. Gerçekliğinden şüphe edilmeyen bir te’lifin içine, müellifinden habersiz bir takım hakikate uygun olmayan bilgiler girmiş olabilir mi? Ya da kasıt olmaksızın, müellifin zühûlü sonucu bu bilgiler gerçekliğinden şüphe edilmeyen eserlerin muhteviyatına dâhil olmuş mudur?
5. Bir müellif tarafından vücûda getirilen ve gerçekliğinden şüphe edilmeyen te’lif var mıdır?
6. Yazıldığı dönemin tek kaynak eseri olsa dahi bu kaynağın yazı, dil ve üslûbu yazıldığı dönem olduğu iddia olunan bölgenin karakterine, medenî seviyesine uygun mudur? Yoksa mesela henüz olmayan bir şehirden mi bahsediyor?
7. Kaynak olarak tabir edilen eserlerde, müellif kendisinden önceki bir haberde yer alan bölge, şehir, kasaba veya köy isimlerini kendi döneminde bilinen ismiyle zikretse bu durum bir anakronizm sorununu ortaya çıkarır mı? Bir başka ifadeyle miladî 720’de te’lif edildiği bilinen bir eserde Fustad yerine Kâhire ismi kullanılabilir mi?
Siyasî ya da mezhebî anlayışlara bağlı olarak haberlerin muhteviyatını, olduklarından çok farklı mecrâlara çekerek yorumlamak, yukarıda kısmen zikrettiğimiz iyi niyetli değerlendirmelerin oldukça dışında ele alınmalıdır. Modern dönemde kimi müelliflerin hadîs inkârcılığı adı altında te’lif ettikleri eserlerde bu durum açıkça ortaya çıkmıştır. Belirli bir kişi ya da te’lifi hedef göstermeksizin ifade etmeliyiz ki bu tür çalışmalar, ötekileştirmekten başka bir işe yaramamaktadır. Her ne kadar kişisel düşünceleri izhâr etme hürriyetinin en doğal hak olduğunu kabûl etmişsek de, istdilâl kuvvesini kendi şahsî menfaatleri çerçevesinde oluşturanların ilimden nasiplenemediklerini de oldukça aşikâr biçimde vurgulamak istiyoruz.
Dikkat çekebilmek, dönemin siyasî anlayışından rant devşirebilmek, maddî kazanç düşüncesi, şöhret elde etme arzusu gibi son derece süflî hareket noktalarının tekâmüle sebep olamayacağı takdir edilmelidir. Disiplinli bir düşüncenin ürünü olarak dahi değerlendirilmesi mümkün olmayan bu türden çalışmaları, yazımızın giriş kısmında Zeldin’den aktardığımız tarih kitaplarında kendileri için neler söyleyeceğini değil, başkalarının kendileri hakkındaki düşüncelerini dert ediyor, cümlesi bağlamında ele almak herhalde daha uygun olacaktır.
Bir tarihçinin sahip olduğu kudret ve hüner, hiç kuşkusuz sahip olduğu metodolojik bilginin teoriden pratiğe dökülmesi sonucu ortaya çıkar. Tarihçi bir muhaddis, müfessir ya da fakîh olmadığı gibi bir muhaddis, müfessir ya da fakîhin emir eri de değildir. Verilecek cevabın kabullenilmesi zor olmakla birlikte, özellikle İlâhiyat sahasına intisâb eden ilimlerden hangisi tarihî verilerden hareket etmeden söz söyleme cesaretine sahiptir?
Klasik kaynaklarımızdan Belâzurî ve Zehebî’de geçen ve râvisi Abdullah b. Ömer olan bir rivâyet: ‘Cafer b. Ebî Talib, Resûlullah’a (as) dört adet ayva getirir. Resûlullah (as) da onlardan üç tanesini Muaviye’ye vererek, cennette beni bunlarla karşıla, der.
Muaviye’nin cennetlik olup olmadığı elbette tarafımızdan takdir edilecek bir durum değildir. Resûlullah’ın (as) herhangi bir kişiyi ya da zümreyi daha yaşarlarken cennet ehli olarak belirlemesini de değerlendirecek değiliz. Bu çerçevede ayvanın yetiştiği coğrafî bölgelere, Mekke veya Medine’nin uzaklığı da konumuz değildir.
Ümmü Seleme’nin mevlâsı Sefîne kanalıyla gelen bir başka rivâyet: ‘Resûlullah (as) oturmakta idi. O esnada deveye binmiş bulunan Ebû Süfyân, yanında Muaviye ve kardeşi bulunduğu halde geçiyordu. Onlardan birisi deveyi yediriyor diğeri de arkadan sürüyordu. Resûlullah (as) da, Allah’ın laneti taşıyana, taşınana ve sürene olsun, dedi.’ Taberî ile birlikte Belâzurî’nin eserlerinde yer alan bu rivâyete göre de Muaviye ve aile efradı, kendilerine lanet okunan kişilerdir. Ancak bu da bizim konumuz değildir. Biz bilemeyiz, Allah’ın kimler hakkında neyi takdir ettiğini. Zira bu alanda yetkilendirilmedik. (İşimize gelen mezkûr rivâyetleri İrfan Aycan hocamızın, Saltanata Giden Yolda Muaviye b. Ebî Süfyân isimli eserinden aldığımızı da beyân edelim.)
Konumuz şu ki, daha ilimler arasındaki metodolojik farktan dahi haberi olmayanların, büyük bir cüre’tle kaleme aldıkları çalışmalarında kimi müellifleri insafsızca eleştirmeleri ve büyük bir iş yapmış görünerek söz konusu müellifleri hedef göstermeleridir. Şöyle mi düşünelim şimdi, birbirine zıt rivâyetleri aktaran Belâzurî de hadîs inkârcısıdır! Taberî zaten… Zehebî ise Şia karştı. Evet, o halde Emevî yanlısı. Tabii ki. Yakubî mi? Aman efendim!... İbn Kuteybe’nin hangi kitabı yazdığı bile belli değil! Maverdî ise yeni yetme! Mes’ûdî de işin dalgasında! Ebû Hureyre kanalıyla gelen ve yine birbiriyle çelişen rivâyetleri aktarmakta olan Nisâburî de bu işlerden anlamamaktadır. Gerçi bu işlerden anlayan da yoktur.
Sözümüzün sonunda öz olarak ifade edelim, ilmî metotlar bağlamında yapılan eleştirilerin ilmî tekâmülü sağlayacağı açıktır. Eleştiri, tenkîd, tahkik, tetkîk gibi unsurlar ilim insanının azığıdır. Görmezden gelinemez hakîkatlardır. Gerçeği ortaya koymaya çalışmak başka bir şey, gerçeğe ulaşmaya çalışan bir ilim talebesine veya ilim ehlinin çalışmasına ölçüsüz biçimde saldırmak ayrı bir şeydir. Hassasiyet gösterdiğimiz nokta da tam olarak budur.

1 yorum:

Yazarlar