Doç. Dr. Cahit Külekçi
The
Practice of History isimli kitabın müellifi olan Geoffrey Elton, tarih
ilminin sistemleşmesinden sonra son dönemlerdeki profesyonel tarihçilerin
görevini anlatıları inşâ etmek değil, inşâ edilmiş anlatılara
saldırmak olarak belirlemişti. Hatta ona göre tarihçiler genel olarak
yalnızca kendi düşünceleri ekseninde anlatılar kurgulamakla kalmamışlar, kendi
düşüncesinde olmayan bir başkasının anlatısına saldırmayı zevk haline
getirmişlerdir. Alman ekolüne mensup Elton’un bu yaklaşımını tamamen göz
ardı etmeden İngiliz tarihçi Theodore Zeldin’in Social History and Total
History isimli eserinde tarihçilerin, nelerin yapılması gerektiğinin
değil, nelerin yapılamayacağını gösteren bilim adamları olduğunu söylemesi
de ayrı bir ironiyi ifade etmektedir. Diyordu ki, insanların giderek artan
bir yüzdesi, gökyüzünden onları seyreden atalarının neler düşüneceği ya da
tarih kitaplarında kendileri için neler söyleyeceğini değil, sadece yaşadıkları
dönemde başkalarının kendileri hakkındaki düşüncelerini dert ediyor.
Tarihçinin,
kaynaklara müracaat etmesi herhalde tarih ilminin en temel kâidesidir. Bu
bağlamda tarihçinin sürekli biçimde ihtiyatlı olma çabası içerisinde
olması da kanaatimize göre doğru değildir. Zira bu durum zaman zaman tarihçiyi
doğru eserin sahte olduğunu iddia etme hatasına sürükleyecektir. Elbette
tarihçinin, eserin ya da haberin sahte olup olmadığını kontrol mecburiyeti
vardır ancak bu durum bir tür psikolojik sarsıntılara dönüştürülmemelidir.
Aşamaların belirgin olmasını sağlayabilmek için bazı hususlara dikkat çekmek
istiyoruz.
1.
Kullanılmasına karar verilen kaynak ya da haberin aynı dönemlerde yazılmış
diğer eserlerle karşılaştırılması, mukâyesesi yapılmış mıdır?
2.
Yararlanılması düşünülen kaynağın verdiği bilgiler, gerçekliğinden şüphe
edilmeyen mukaddem bilgilerle örtüşmekte midir?
3.
Muahhar dönemde yazılmış bir te’lifte bulunan haberin, daha önceki dönemlerde
yazılmış eserlerde olmaması, muahhar dönemde yazılmış te’lifin değerini mutlak
surette düşürür mü? Muahhar dönemdeki müellifler, kendilerinden önceki
müellifler tarafından zikredilmeye gerek görülmemiş bilgileri onlar gibi
değerlendirmeyerek eserlerine almış olabilirler mi?
4.
Gerçekliğinden şüphe edilmeyen bir te’lifin içine, müellifinden habersiz bir
takım hakikate uygun olmayan bilgiler girmiş olabilir mi? Ya da kasıt
olmaksızın, müellifin zühûlü sonucu bu bilgiler gerçekliğinden şüphe edilmeyen
eserlerin muhteviyatına dâhil olmuş mudur?
5.
Bir müellif tarafından vücûda getirilen ve gerçekliğinden şüphe edilmeyen
te’lif var mıdır?
6.
Yazıldığı dönemin tek kaynak eseri olsa dahi bu kaynağın yazı, dil ve üslûbu
yazıldığı dönem olduğu iddia olunan bölgenin karakterine, medenî seviyesine
uygun mudur? Yoksa mesela henüz olmayan bir şehirden mi bahsediyor?
7.
Kaynak olarak tabir edilen eserlerde, müellif kendisinden önceki bir haberde
yer alan bölge, şehir, kasaba veya köy isimlerini kendi döneminde bilinen
ismiyle zikretse bu durum bir anakronizm sorununu ortaya çıkarır mı? Bir başka
ifadeyle miladî 720’de te’lif edildiği bilinen bir eserde Fustad yerine Kâhire
ismi kullanılabilir mi?
Siyasî
ya da mezhebî anlayışlara bağlı olarak haberlerin muhteviyatını, olduklarından
çok farklı mecrâlara çekerek yorumlamak, yukarıda kısmen zikrettiğimiz iyi
niyetli değerlendirmelerin oldukça dışında ele alınmalıdır. Modern dönemde kimi
müelliflerin hadîs inkârcılığı adı altında te’lif ettikleri eserlerde bu durum
açıkça ortaya çıkmıştır. Belirli bir kişi ya da te’lifi hedef göstermeksizin
ifade etmeliyiz ki bu tür çalışmalar, ötekileştirmekten başka bir işe
yaramamaktadır. Her ne kadar kişisel düşünceleri izhâr etme hürriyetinin en
doğal hak olduğunu kabûl etmişsek de, istdilâl kuvvesini kendi şahsî
menfaatleri çerçevesinde oluşturanların ilimden nasiplenemediklerini de oldukça
aşikâr biçimde vurgulamak istiyoruz.
Dikkat
çekebilmek, dönemin siyasî anlayışından rant devşirebilmek, maddî kazanç
düşüncesi, şöhret elde etme arzusu gibi son derece süflî hareket noktalarının
tekâmüle sebep olamayacağı takdir edilmelidir. Disiplinli bir düşüncenin ürünü
olarak dahi değerlendirilmesi mümkün olmayan bu türden çalışmaları, yazımızın
giriş kısmında Zeldin’den aktardığımız tarih kitaplarında kendileri için
neler söyleyeceğini değil, başkalarının kendileri hakkındaki düşüncelerini dert
ediyor, cümlesi bağlamında ele almak herhalde daha uygun olacaktır.
Bir
tarihçinin sahip olduğu kudret ve hüner, hiç kuşkusuz sahip olduğu metodolojik
bilginin teoriden pratiğe dökülmesi sonucu ortaya çıkar. Tarihçi bir muhaddis,
müfessir ya da fakîh olmadığı gibi bir muhaddis, müfessir ya da fakîhin emir
eri de değildir. Verilecek cevabın kabullenilmesi zor olmakla birlikte,
özellikle İlâhiyat sahasına intisâb eden ilimlerden hangisi tarihî verilerden
hareket etmeden söz söyleme cesaretine sahiptir?
Klasik
kaynaklarımızdan Belâzurî ve Zehebî’de geçen ve râvisi Abdullah b. Ömer olan
bir rivâyet: ‘Cafer b. Ebî Talib, Resûlullah’a (as) dört adet ayva getirir.
Resûlullah (as) da onlardan üç tanesini Muaviye’ye vererek, cennette beni
bunlarla karşıla, der.’
Muaviye’nin
cennetlik olup olmadığı elbette tarafımızdan takdir edilecek bir durum
değildir. Resûlullah’ın (as) herhangi bir kişiyi ya da zümreyi daha yaşarlarken
cennet ehli olarak belirlemesini de değerlendirecek değiliz. Bu çerçevede
ayvanın yetiştiği coğrafî bölgelere, Mekke veya Medine’nin uzaklığı da konumuz
değildir.
Ümmü
Seleme’nin mevlâsı Sefîne kanalıyla gelen bir başka rivâyet: ‘Resûlullah
(as) oturmakta idi. O esnada deveye binmiş bulunan Ebû Süfyân, yanında Muaviye
ve kardeşi bulunduğu halde geçiyordu. Onlardan birisi deveyi yediriyor diğeri
de arkadan sürüyordu. Resûlullah (as) da, Allah’ın laneti taşıyana, taşınana ve
sürene olsun, dedi.’ Taberî ile birlikte Belâzurî’nin eserlerinde yer alan
bu rivâyete göre de Muaviye ve aile efradı, kendilerine lanet okunan
kişilerdir. Ancak bu da bizim konumuz değildir. Biz bilemeyiz, Allah’ın kimler
hakkında neyi takdir ettiğini. Zira bu alanda yetkilendirilmedik. (İşimize
gelen mezkûr rivâyetleri İrfan Aycan hocamızın, Saltanata Giden Yolda
Muaviye b. Ebî Süfyân isimli eserinden aldığımızı da beyân edelim.)
Konumuz
şu ki, daha ilimler arasındaki metodolojik farktan dahi haberi olmayanların,
büyük bir cüre’tle kaleme aldıkları çalışmalarında kimi müellifleri insafsızca
eleştirmeleri ve büyük bir iş yapmış görünerek söz konusu müellifleri hedef
göstermeleridir. Şöyle mi düşünelim şimdi, birbirine zıt rivâyetleri aktaran
Belâzurî de hadîs inkârcısıdır! Taberî zaten… Zehebî ise Şia karştı. Evet, o
halde Emevî yanlısı. Tabii ki. Yakubî mi? Aman efendim!... İbn Kuteybe’nin hangi
kitabı yazdığı bile belli değil! Maverdî ise yeni yetme! Mes’ûdî de işin
dalgasında! Ebû Hureyre kanalıyla gelen ve yine birbiriyle çelişen rivâyetleri
aktarmakta olan Nisâburî de bu işlerden anlamamaktadır. Gerçi bu işlerden
anlayan da yoktur.
Sözümüzün
sonunda öz olarak ifade edelim, ilmî metotlar bağlamında yapılan eleştirilerin
ilmî tekâmülü sağlayacağı açıktır. Eleştiri, tenkîd, tahkik, tetkîk gibi
unsurlar ilim insanının azığıdır. Görmezden gelinemez hakîkatlardır. Gerçeği
ortaya koymaya çalışmak başka bir şey, gerçeğe ulaşmaya çalışan bir ilim talebesine
veya ilim ehlinin çalışmasına ölçüsüz biçimde saldırmak ayrı bir şeydir.
Hassasiyet gösterdiğimiz nokta da tam olarak budur.
👏
YanıtlaSil