29 Nisan 2019 Pazartesi

Ahır Dağı’nın Zirvesinde Bir Cauchemar/Kâbus


Ahır Dağı’nın zirvesinde bir cauchemar/kâbus[1]

Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
Yaşlı tarihçi uçaktan inip, Kahramanmaraş merkezindeki oteline yetişir yetişmez, çantasını otele bırakıp, hiç kimseye görünmeden, bir taksi çevirdi ve “kardeşim, beni Ahır Dağının zirvesinde nereye kadar gidebilirsen, oraya götür” dedi ve zaman kaybetmeden taksiye bindi. Taksi şoförü gidebildiği yere varınca, tarihçi parasını vererek, zirveye doğru tırmanmaya başladı. Öyle bir yere vardı ki Kahramanmaraş’ı kucağına almış olan Ahır Dağı’nda, henüz yaprakları bitmemiş, hatta dallarının ucunda bir iki tane sarı alıcın da bulunduğu ağacın gövdesine sırtını dayayarak oturdu ve önünde uzanan uçsuz bucaksız ovanın bilinmez gizemlerindeki derin tarihi düşünmeye başladı…
Ama tarihçi öyle yorgundu ki, gözlerini zor açabiliyordu. Zaten son zamanlarda gözünde problemler de vardı. Ve çok geçmeden sırtını dayadığı alıç ağacının gölgesinde uykuya ve rüya âlemlerine daldı.
Artık o, kendisine bir şeyler anlatan bir “rüya adamı”ylaydı ve dünyadan kopmuştu.
Rüya adam, tarihçi olmaya çalışan yolcuya anlatıyordu:
“Bir varmış, bir yokmuş. “Dünya” denen gezegende değişik canlılar yaşıyormuş. Bunların bazıları dört ayaklı, bazıları iki ayaklı; hatta yüzlerce ayaklı olanları da varmış. Bu canlıların her biri, kendi yaratılışlarının elverdiği nisbette yaşarmış… Bazıları çok yırtıcı, bazıları da naif denecek kadar uysalmış… Hatta bu sonunculardan bir tanesi kendisini bir kayadan aşağıya atarsa, geriye kalanların tamamı kendilerini o kayanın uçurumlarından aşağıya atar, can verirmiş. Bazıları yerlerde sürünerek gidermiş. Belki de böyle olduklarından sivri dişlerinin arkasında taşıdıkları zehri başka canlılara zerk edip onları öldürürmüş…
İşte bu canlılar arasında bir tür varmış ki, gezegenin en akıllıları(!) oldukları için, Allah onlara başka yetenekler ihsan etmişti. Ne var ki bu ayrıcalıkları çoğu kez onları şımartır, Yaratıcı’yı unuturlarmış. Ama Yaratıcı “ihsan sahibi” olduğundan, akıbetleri çok kötü olmasın için onlara zaman zaman uyarıcılar/Peygamberler gönderirmiş. Islah olup Yaratı’cının emirleri doğrultusunda hayat sürdüren bu yaratıklar, kendilerine emredileni unutup sapıklığa düştükçe, Yaratıcı, kendi rahmetinden yeni bir uyarıcı gönderirmiş… Ne var ki bu süreç ilâ nihâye devam etmemiş ve Yüce Yaratıcı son olarak çöller ortasından bir “rahmet uyarıcısı” görevlendirmiş. Kendisi gibi akıl sahibi olan yaratıkların bir kısmı ona inanmış ve Yüce Yaratıcı’nın emirlerine sarılmış, büyük bir kısmı da inanmayarak inananlarla savaşmışlar. Ve bu inananlarla inanmayanlar mücadelesi asırlarca sürmüş de sürmüş… İnananlar, kendileri gibi olan inananlarla bir hayat sürmek istediklerinde ve başlarına çoluk-çocuğu değil “ehil olanlar”ı getirdiklerinde serfiraz, “kendilerindenmiş gibi görünenler”i getirdiklerinde de başları yerden kalkmaz olmuşlar… Ne var ki inananlar, tarihin akışı içerisinde Yaratıcı’nın kendilerine çizdiği çizgiden çıkıp başka yollara sapmaya başlayınca, eski satvetleri kaybolmuş; neredeyse yok olma derekesine düşmüşler.
Derken, bir zaman gelmiş ki bu inananlar kendileri gibi düşünen bir lidere sahip olmuş ve zalimlerin zulmünden kurtularak rahat bir nefes almışlar. Rahat nefes almışlar amma, seneler geçtikçe hem lider, hem de onunla beraber olanlar öyle bir rehavete kapılmışlar ki, geçmiş tarihte atalarının başlarına gelenleri unutup rehavetlerinde berdevam olmuşlar… Artık kendileri gibi olanları değil, kendileri gibi görünenleri “zi akıl” kabul edip, onların sundukları bir hayatı sürdürmeye başlamışlar… Durumlar iyice kötüye gitmeye başlayınca, “ulu’l-emrler” kendileri gibi düşünenleri değil, kendileri gibi yaşamayanları “zi akıl u danışmend” kabul ederek, kendileri gibi yaşayanları da, “sizin bu işlere aklınız yetmez! Sizler eskilerde kaldınız! Bu meseleler, “sararmış kitaplar”ı okuyanların işi değil, “alafranga olan kişiler”in anlayacağı şeylerdir!” gibi tesellilerle, zanlarının zebunu olmuşlar. Öyle olunca da, kendileri gibi inananlar onun bu durumuna üzülmüş; fakat bir şey yapamadıklarından, sadece Yaratıcı’ya, onun bu yanlışlardan kurtulması için dua eder olmuşlar… Çünkü durum, hiç de onun gördüğü gibi/ona gösterildiği gibi toz-pembe değilmiş. Her nasılsa rüyanın bu yerinde gaipten bir ses Ebȗ Muslim Horasani! Ebȗ Muslim Horasani! diye inliyordu[2]
Rüyanın bu yerinde, üzüntüsünden, ellerini havaya kaldırıp “Yüce Yaratıcı merhamet ede de, o “ulu’l-emr” uyana!” diye dua ediyordu ki, sırtını gövdesine dayadığı yıllanmış alıç ağacından alnına düşen bir kuru yaprak onu bu “kâbus rüya”dan uyandırıverdi.  
Gördüğü kâbustan kan-ter içerisinde kalmış olan yaşlı tarihçi, Ahır Dağı’na sığınmış olan Kahramanmaraş’a ve eteklerine yayılmış olan yeşil ovaya bakıp ayağa kalktı ve yaşlanmış ayaklarıyla Ahır Dağı’nın eteklerinden aşağıya doğru inmeye başladı. Tarihçiyi alıç ağacının dalları içerisinde seyreden saka kuşu bir an için ötüşünü kesti ve tarihçinin ağzından çıkan mırıldanmalara kulak kabarttı. Saka kuşu, oldukça sessiz olan o mırıldanmalardan ancak şunları duyabildi…
-         Ya Rabbi! Müslümanları bu gafletten uyandır… Ya Rabbi onları, Sana düşman olanların mekrine zebun eyleme…



[1] Bu yazı, 31 Mart 2019 seçimlerden bir sene önce yazılmıştır (İ.S.Sırma).
[2] Ebu Muslim Horasanî’nin o meşhur sözü şöyledir:
Onlar, şerrinden emin oldukları için, dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de; düşmanlarını yakın tuttular. Yakın tuttukları düşmanları dost olmadı. Ama uzak tuttukları dostları düşman oldu. Herkes düşman safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu”.



0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar