Ahır Dağı’nın zirvesinde bir cauchemar/kâbus[1]
Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
Yaşlı tarihçi uçaktan inip, Kahramanmaraş
merkezindeki oteline yetişir yetişmez, çantasını otele bırakıp, hiç kimseye
görünmeden, bir taksi çevirdi ve “kardeşim, beni Ahır Dağının zirvesinde
nereye kadar gidebilirsen, oraya götür” dedi ve zaman kaybetmeden taksiye
bindi. Taksi şoförü gidebildiği yere varınca, tarihçi parasını vererek, zirveye
doğru tırmanmaya başladı. Öyle bir yere vardı ki Kahramanmaraş’ı kucağına almış
olan Ahır Dağı’nda, henüz yaprakları bitmemiş, hatta dallarının ucunda bir iki
tane sarı alıcın da bulunduğu ağacın gövdesine sırtını dayayarak oturdu ve
önünde uzanan uçsuz bucaksız ovanın bilinmez gizemlerindeki derin tarihi
düşünmeye başladı…
Artık o, kendisine bir şeyler anlatan bir “rüya
adamı”ylaydı ve dünyadan kopmuştu.
Rüya adam, tarihçi olmaya çalışan yolcuya
anlatıyordu:
“Bir varmış, bir yokmuş. “Dünya” denen
gezegende değişik canlılar yaşıyormuş. Bunların bazıları dört ayaklı, bazıları
iki ayaklı; hatta yüzlerce ayaklı olanları da varmış. Bu canlıların her biri,
kendi yaratılışlarının elverdiği nisbette yaşarmış… Bazıları çok yırtıcı,
bazıları da naif denecek kadar uysalmış… Hatta bu sonunculardan bir tanesi
kendisini bir kayadan aşağıya atarsa, geriye kalanların tamamı kendilerini o
kayanın uçurumlarından aşağıya atar, can verirmiş. Bazıları yerlerde sürünerek
gidermiş. Belki de böyle olduklarından sivri dişlerinin arkasında taşıdıkları
zehri başka canlılara zerk edip onları öldürürmüş…
İşte bu canlılar arasında bir tür varmış ki,
gezegenin en akıllıları(!) oldukları için, Allah onlara başka yetenekler ihsan
etmişti. Ne var ki bu ayrıcalıkları çoğu kez onları şımartır, Yaratıcı’yı
unuturlarmış. Ama Yaratıcı “ihsan sahibi” olduğundan, akıbetleri çok
kötü olmasın için onlara zaman zaman uyarıcılar/Peygamberler gönderirmiş. Islah
olup Yaratı’cının emirleri doğrultusunda hayat sürdüren bu yaratıklar,
kendilerine emredileni unutup sapıklığa düştükçe, Yaratıcı, kendi rahmetinden
yeni bir uyarıcı gönderirmiş… Ne var ki bu süreç ilâ nihâye devam etmemiş ve Yüce
Yaratıcı son olarak çöller ortasından bir “rahmet uyarıcısı”
görevlendirmiş. Kendisi gibi akıl sahibi olan yaratıkların bir kısmı ona
inanmış ve Yüce Yaratıcı’nın emirlerine sarılmış, büyük bir kısmı da
inanmayarak inananlarla savaşmışlar. Ve bu inananlarla inanmayanlar mücadelesi
asırlarca sürmüş de sürmüş… İnananlar, kendileri gibi olan inananlarla bir
hayat sürmek istediklerinde ve başlarına çoluk-çocuğu değil “ehil olanlar”ı
getirdiklerinde serfiraz, “kendilerindenmiş gibi görünenler”i
getirdiklerinde de başları yerden kalkmaz olmuşlar… Ne var ki inananlar,
tarihin akışı içerisinde Yaratıcı’nın kendilerine çizdiği çizgiden çıkıp
başka yollara sapmaya başlayınca, eski satvetleri kaybolmuş; neredeyse yok olma
derekesine düşmüşler.
Derken, bir zaman gelmiş ki bu inananlar
kendileri gibi düşünen bir lidere sahip olmuş ve zalimlerin zulmünden
kurtularak rahat bir nefes almışlar. Rahat nefes almışlar amma, seneler
geçtikçe hem lider, hem de onunla beraber olanlar öyle bir rehavete kapılmışlar
ki, geçmiş tarihte atalarının başlarına gelenleri unutup rehavetlerinde
berdevam olmuşlar… Artık kendileri gibi olanları değil, kendileri gibi
görünenleri “zi akıl” kabul edip, onların sundukları bir hayatı
sürdürmeye başlamışlar… Durumlar iyice kötüye gitmeye başlayınca, “ulu’l-emrler”
kendileri gibi düşünenleri değil, kendileri gibi yaşamayanları “zi akıl u
danışmend” kabul ederek, kendileri gibi yaşayanları da, “sizin bu işlere
aklınız yetmez! Sizler eskilerde kaldınız! Bu meseleler, “sararmış kitaplar”ı
okuyanların işi değil, “alafranga olan kişiler”in anlayacağı şeylerdir!”
gibi tesellilerle, zanlarının zebunu olmuşlar. Öyle olunca da, kendileri gibi
inananlar onun bu durumuna üzülmüş; fakat bir şey yapamadıklarından, sadece Yaratıcı’ya,
onun bu yanlışlardan kurtulması için dua eder olmuşlar… Çünkü durum, hiç de
onun gördüğü gibi/ona gösterildiği gibi toz-pembe değilmiş. Her nasılsa rüyanın
bu yerinde gaipten bir ses Ebȗ Muslim Horasani! Ebȗ Muslim Horasani!
diye inliyordu[2]…
Rüyanın bu yerinde, üzüntüsünden, ellerini
havaya kaldırıp “Yüce Yaratıcı merhamet ede de, o “ulu’l-emr” uyana!” diye
dua ediyordu ki, sırtını gövdesine dayadığı yıllanmış alıç ağacından alnına
düşen bir kuru yaprak onu bu “kâbus rüya”dan uyandırıverdi.
Gördüğü kâbustan kan-ter içerisinde kalmış
olan yaşlı tarihçi, Ahır Dağı’na sığınmış olan Kahramanmaraş’a ve eteklerine
yayılmış olan yeşil ovaya bakıp ayağa kalktı ve yaşlanmış ayaklarıyla Ahır Dağı’nın
eteklerinden aşağıya doğru inmeye başladı. Tarihçiyi alıç ağacının dalları
içerisinde seyreden saka kuşu bir an için ötüşünü kesti ve tarihçinin ağzından
çıkan mırıldanmalara kulak kabarttı. Saka kuşu, oldukça sessiz olan o mırıldanmalardan
ancak şunları duyabildi…
-
Ya Rabbi! Müslümanları bu gafletten uyandır… Ya Rabbi onları,
Sana düşman olanların mekrine zebun eyleme…
[2] Ebu Muslim Horasanî’nin o meşhur sözü şöyledir:
“Onlar,
şerrinden emin oldukları için, dostlarını kendilerinden uzak tuttular.
Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de; düşmanlarını yakın tuttular. Yakın
tuttukları düşmanları dost olmadı. Ama uzak tuttukları dostları düşman oldu.
Herkes düşman safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu”.
0 yorum:
Yorum Gönder