11 Nisan 2019 Perşembe

Dertli


Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Geldiğinde bir hayli endişeliydi. Gözlerinden ve yüz mimiklerinden fark ediliyordu endişesi. Havadan sudan konuşmaya başladık. Ama hiç rahat değildi. Bir derdi olduğunu anlamıştım ama onun açmasını bekliyordum. Derdi açmak da kolay değildir hani. Birinden borç para istemek gibi bir şeydir bu. Kıvrandırır insanı. Sonunda söylenir ama bir delik olsa da yerin dibine girsem gibi bir duygu bütün bedeni kaplar. Onun için üstüne gitmeyi de doğru bulmadım. Açmasını bekledim derdini. Açtı da sonunda. Aslında büyük bir dert değildi. Fakat onun için büyüktü. Gören ve bir şekilde duyan herkes olayı büyütmüş, bir endişe yumağı haline getirmişti. Yumağın ucu kaçmış, bütün ipler birbirine dolaşmıştı.

-Geçen yanımda çalışan arkadaş kapının altında bir boşluğa sıkıştırılmış şekilde şu kağıdı bulmuş. İçini açtık Arapça yazılar vardı. Ben önemsemedim, ancak olay bir anda bizim çevrede duyulmuştu. Herkes üzerime hücum etti. Birisinin bana büyü yaptığını düşünüyorlardı. Bundan sonra ya sağlığımın ya da işimin tehlikeye düşeceğinden neredeyse emindiler… Herkes bir laf söylüyordu. Laflar mermi gibi üstüme yağıyordu. Anlayacağınız laf mermisi manyağı oldum. Dedim ya, aslında ben üzerinde hiç durmamıştım. Doğrusu içimde zerre kadar bile bir endişe oluşmamıştı. Ama şimdi endişe küpüyüm. Üç gündür sağlığım bozuldu, kendimi işe veremiyorum ve bu yüzden işler altüst oldu. Bu kâğıdı oraya koyana mı kızayım, beni laf mermisi manyağı yapan çevreme mi kızayım bilemiyorum.
-Bitti mi?
-Evet bitti.
-Biraz rahatladın mı?
-Hem de nasıl!
-O zaman bir kahve içelim, sonrasında sakin sakin konuşalım.
Kahveler geldi, dumanı üstünde hem de en sadesinden… Yavaş yavaş yudumlamaya başladık. Göz ucuyla da onu izliyorum. Epey bir sakinleştiğini görebiliyorum.
-Ver şu kağıda bir de ben bakayım.
 Baktım, ama işin doğrusu ben de hiçbir şey anlamadım. Anlaşılacak gibi bir ifade veya ibare de değildi zaten. Anlayacağınız Arapça bir takım karışık kuruşuk harfler. Sağından baktım, solundan baktım, anlaşılır gibi değil. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya okumaya çalıştım hiç bir anlam veremedim. Doğrusu ben de bunu bekliyordum. Aslında bu notu, bilgi sahibi biri de yazmış değildi. Bir ihtimal, üzerinden yüzlerce kopya alınması sonucu bozula bozula bu hale gelmiş, ilk anlamını ve şeklini tamamen kaybetmiş bir ibare. Bir başka ihtimal de, Arapça harfleri yazmasını şöyle böyle öğrenmiş acemi birinin kötü bir şakası… İçimden bunları düşündüm, ama söylemedim. Çünkü olay çok büyümüş ve neredeyse içinden çıkılamaz bir hale gelmişti. Böyle basit bir şey söylemem, hem onu tatmin etmez hem de cinci veya medyum denilen adamların kucağına düşmesine sebep olurdu. Tanırdım, iyi bir insandı. İşinde gücünde. Kimseye bir zararı olduğunu, ne gördüm ne duydum. Böyle birinin elinden tutmak ve müşkilini halletmek gerekirdi. Nice bu yolla işi ve sağlığı bozulan insanlar vardı…
-Eh artık, bu kahvenin üstüne sohbet gider. Biraz sonra şöyle bir çay da söyleriz, sohbeti biraz daha koyulaştırırız.
-Vallahi o kadar rahatladım ki, ne işe gitmek ne de bizimkilerin yüzlerini görmek istiyorum.
-Burası senin, istediğin kadar oturabilirsin. Allah’tan benim de bu gün işlerim çok yoğun değil. Ama önce şu senin sorununu bir konuşalım. Çözebilir miyiz? Bilemem. Ama en azından içindeki derdi boşaltıp biraz rahatlatabiliriz. Ne demiş Ulu Peygamber “çok sıkıldığınızda veya bunaldığınızda pozisyon değiştirin, oturuyorsanız kalkın, ayaktaysanız oturun. Olmadı, gidin bir abdest alın, yüzünüz görünüz açılsın şöyle. O da mı olmadı? Bir dostunuzun yanına gidin sohbet edin…” Bu en son ve en etkili çaredir. Sen bizi dost bilmişin, derdini açmışın, eh bizim de bunun altında kalmamamız lazım. Daha da önemlisi yarın O Ulu Peygamber ile mahşer günü karşılaştığımızda, nasıl bakarım yüzüne? Kalpleri bilen Yüce Allah’a ne cevap veririm? Bir Müslümanın derdiyle dertlenmez, derdine çare aramazsam…
-Allah senden razı olsun. Beni sakin sakin dinledin ya, bu bile bana yeter. Hele şu kahveden sonra, içim epey bir yatıştı.
-Gelelim meseleye! Sana büyü yapıldı mı bilemem. Bu kâğıdı oraya koyanın ne maksatla konduğunu da bilemem. Gelişmelerden hareketle şöyle bir tahmin yürütebilirim. Belli ki bunu oraya koyan kişi, kâğıdı senin değil başkasının görmesini istemiş. Ama esas hedef sensin. Niye başkasının görmesini istemiş? Çünkü senin etkilenmeyeceğini biliyor. Seni, çevrende oluşacak panik yoluyla etki ve baskı altında alacağını düşünmüş. Görünüşe bakılırsa, başarılı da olmuş… Öyleyse buradan başlamalıyız. Önce her kimse, o şahsın amacını boşa çıkarmalıyız. Bunun için de, sakin ve sabırlı olmalıyız. Onun amacı bizi önce korkuya, ardından telaşa sevk etmek. Telaş halinde art arda hata yapacağımızı ve kurduğu tuzağa düşeceğimizi düşünüyor olmalı…
-İyi de bizimkilerin zihnindeki bu büyü meselesini nasıl çözeceğiz. Benim esas sorunum bu kâğıt veya büyü değil, bizimkilerin panik halleri…
-Onu da sakince ele alalım. Büyü konusu neredeyse insanlık tarihi kadar eski. İnsan etki altında kalabilen bir varlıktır. Bazen biyolojisi psikolojisini bazen de psikolojisi biyolojisini etkiler ve bozar… İnsanın ruh-beden bütünlüğü şeklindeki varlığı, buna zemin hazırlayan temel etkendir. İnsanın psikolojisine hem görünmeyen varlıklar hem de görünen varlıklar tesir ederler. Şeytanlar vesvese yoluyla insanın moralini bozmaya çalışırken melekler iyi duygularla insanları iyilik üzere tutmaya çalışır. Ancak son karar, akıl ve irade sahibi insanın kendisine aittir. Şeytan tarafına meyletmek de, melek tarafını tercih etmekte… Aslında şeytanın da, meleğin de insan üzerinde telkinden öte bir otoritesi yoktur. Ancak insan, görmediğinden olacak hem meleği hem de cini kafasında olduğundan daha fazla büyütür. O yüzden cin şeytanı insanın bu abartılı duygusundan da yararlanır. Nitekim Hz. Adem ve Havva’yı İblis, yasak ağaçtan yedikleri takdirde melekleşecekleri vaadiyle kandırmıştı. Onlar da kanmıştı. Ne zaman gerçeği anladılar? Hata ettikten sonra. Ama olan olmuştu. Hatadan dönüşün tek yolu vardı: Allah’a sığınmak. Onlar da bunu yaptılar. Allah’a sığınarak ve bağışlanma dileyerek hem yanlış düşünceden hem de günahtan kurtuldular. Anladılar ki, melek de bir kuldur. İnsanın melek olması da söz konusu değildir. Hâlbuki Yüce Allah onları daha önceden uyarmıştı. Şeytan sizin düşmanınızdır, diye. Ancak ölmeden önce yapılan samimi her tövbe makbuldür. Hatta böyle içtenlikle tövbe eden, günah işlememiş gibi kabul edilir. Adem babamız, Havva anamız bu konuda bize güzel bir örnektir. Şeytan insanlardan da olur. İşte bu kâğıdı oraya koyan da, böyle bir şeytandır. Niye, çünkü size kötülük yapmak istiyor. Kötülük peşinde olan her insan bu yönüyle şeytandır. Bu şeytanların tuzağına düşmemenin en iyi yolu, onların kapsam alanına girmemektir. Girilmişse derhal oradan çıkmaktır. Allah insana akıl ve irade vermiş. Bu ikisini sağlam kullandı mı insan, kesinlikte onların etki alanından kurtulur. Sigara bırakmak gibi bir şeydir. Yani her şey, kişinin iradesine bağlıdır. Şeytanların telkinlerini ciddiye almamak bile, boşa çıkarmanın bir yoludur.
-Şimdi siz, bana Allah’a sığın ve kurtul mu demek istiyorsunuz… Ama bu büyü olayı biraz farklı değil mi?
-Biraz farklı görünüyor, ama aslında insanları korkutma noktasında aynı işlevi görüyor. Büyü yaptıranın amacı korkutmak ve yıldırmaktır. Büyü yapılan korktuğunda, amaç yerine gelmiş olur. Korku, telaşı tetikler; telaş, korkuyu biraz daha büyütür. İşte korku sarmalı dediğimiz şey böyle gerçekleşir. Tipiye yakalanmış insan gibi, olduğu yerde dönmeye başlar. Gittiğini zanneder, fakat bir türlü varacağı yere ulaşamaz. Bıkar, yorulur ve olduğu yere çöker kalır. Böyle olan kişinin kendini kurtarması çok zordur. Mutlaka dışardan bir desteğe ihtiyacı vardır. Birisi elinden tutacak, içinde girdiği fasit dairenin dışına çıkartacak onu.
-Nasıl olacak bu?
-Büyü tecrübesi, görülebilen ve aktarılabilen bir olgu ve olay değil. Ancak bunun karşısında insanların nasıl bir davranış sergilediği hususunda bir tecrübe birikimi var. Biz de bu birikimden yararlanacağız. Önce bu tecrübeler içinde en güvenilir olanını bulmak lazım.
-Anladım. Büyü, aslında bizim güven duygumuzu yıkmayı amaçladığına veya yıktığına göre, öncelikle bu güvenin tesis edilmesi gerekiyor. Bu da en güvenli çareye başvurmakla mümkün.
-Evet, tam da onu diyorum. Gelen bilgilere göre Peygamberimize Yahudiler bir büyü yapmışlar. Bu büyü, O’nda bazı rahatsızlıklar meydana getirmiş. O sırada vahiy meleği Cebrail, Felak ve Nas surelerini getirmiş ve büyünün etkisinden bu sureleri okuyarak kurtulabileceğini bildirmiş. Neticede Yüce Peygamber, bu sureleri okuyarak Allah’a sığınmış ve büyünün etkisinden kurtulmuş. Bu gelişme, bizim için güvenilir bir tecrübedir. Zaten her iki surede de Allah’a sığınmak emredilmektedir. Felak Suresinde, yarattığı her şeyin şerrinden, gece entrikaları düzenleyenlerin, düğümlere üfleyerek kötülük peşinde olanların ve haset ateşi yakanların şerrinden aydınlık sahibi Yüce Allah’a sığınmamız istenir. Nas Suresinde ise, bize vesvese veren insanların ve cinlerin şeytanlarından yegâne irade ve güç sahibi Allah’a sığınmamız emredilir.
-En doğrusu bu. Yüce Peygamber’in Sünnetine uyarak ve getirdiği ilahî Kitabı rehber edinerek dertlerimizden kurtulmak. İyi de, bizimkileri nasıl ikna edeceğiz.
-İnsanları ikna etmek kolay değil. İkna olabilmesi için insanın önce güvenmesi, kabullenmesi ve teslim olması gerekir. Ama hepsinden önemlisi ve önceliklisi güvenilecek insan... O kadar ağzımız yandı ki, kime güveneceğimizi bilemez olduk. Onun için, işin kolay diyemiyorum.
-Doğru vallahi, işim çok zor…
-Aklıma gelen, onları çözümün bir parçası haline getirmek. Bu, ikna etmenin en iyi yolu olabilir.
-Nasıl olacak?
-Bu konuda iki hususu halletmemiz gerekiyor. Birincisi sizinkilerin korkusunu gidermek, ikincisi ise kendilerine güven kazandırmak. Bunların ikisi birbiri ile bağlantılı. Onların korkuları bu kâğıdın bir felaket getireceği. Öyleyse önce o korkuyu yenmemiz gerekiyor. Bunun yolu kâğıdın ve içinde yazanların Allah’ın izni olmaksızın hiçbir kimseye zarar veremeyeceğini bilmeleri. Bunun için Hz. İbrahim’in putları kırması gibi, o kâğıdı onların gözü önünde imha etmemiz gerekiyor. Yani imha anına hepsi şahit olmalı. İkinci aşama, güven kazandırmak. Güven için iyi bir tutamak lazım. Çünkü Yüce Allah, sağlam kulpa tutunan kurtulur, buyuruyor. En sağlam kulp, Allah’ın iradesi ve gücüdür. O’na sığınmak, bu kulpa tutunmaktır. Anlayacağın, Ulu Peygamber’in yaptığı gibi Felak ve Nas Surelerini okumak. Şöyle ki, kâğıdı onların gözü önünde imha ettikten sonra Felak ve Nas surelerini üçer kez okumalarını söyleyeceksin. Bu mesele, her akıllarına geldiğinde bu sureleri okumaya devam edecekler. Ta ki, unutana veya olayın etkisi kayboluna kadar… Unuttukları veya akıllarına bir daha takılmadığı takdirde kötü niyetli kişinin bütün amacı ve hamlesi çökmüş olur.
-Doğrusunu söylemek gerekirse güzel bir düşünce, inşallah işe yarar. Fakat bizimkilerin hallerini düşününce...
-Önce senin Allah’a güvenmen lazım. Öyleyse buradan eve gidene kadar Felak ve Nas Surelerini oku. İnancımız nedir? Allah’tan büyük güç yoktur. Allah’a dayanan için her daim umut kapısı açıktır. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin, buyruğu da bizedir. Ancak bu dünya imtihan dünyasıdır, korku ve endişe her zaman olacaktır. Mümin korkuyla ümit dengesini kuran kişidir. Karar verip yola çıktıktan sonra, gerisi Allah’a kalmıştır. Zaten son kertede Allah’a dayanmaktan ve güvenmekten başka tutamağımız da yoktur.
-Allah sizden razı olsun çok rahatladım. İnşallah bizimkiler de ikna olur da, şu dertten hasarsız kurtuluruz.
-İyi niyetle, azim ve kararlılıkla yola çıktıktan sonra Rabbim kimseyi yolda bırakmaz. İmtihan dünyası burası, bu sıkıntılar olacak. Mikropsuz bünye olmadığı gibi, şeytansız dünya da yoktur. Esasen cin şeytanlarından çok, insan şeytanlarından korkmak gerek. Cin şeytanı sadece vesvese verir, öteki ise insanı doğduğuna pişman eder. Ama hiçbir şeytan, Allah’tan büyük değildir. Allah her derdin çaresini de yaratmıştır. Her zorluğun yanında, bir kolaylık olduğunu da bize bildirmiştir. Yeter ki sakin ve sabırlı bir şekilde çözüm arayalım… Allah doğruların yar ve yardımcısıdır… Yolunuz aydınlık, yüzünüz ak, alnınız açık olsun her daim…
11.04.2019
Lefkoşa/Kıbrıs


0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar