Prof.
Dr. Cağfer KARADAŞ
Geldiğinde bir
hayli endişeliydi. Gözlerinden ve yüz mimiklerinden fark ediliyordu endişesi.
Havadan sudan konuşmaya başladık. Ama hiç rahat değildi. Bir derdi olduğunu
anlamıştım ama onun açmasını bekliyordum. Derdi açmak da kolay değildir hani. Birinden
borç para istemek gibi bir şeydir bu. Kıvrandırır insanı. Sonunda söylenir ama
bir delik olsa da yerin dibine girsem gibi bir duygu bütün bedeni kaplar. Onun
için üstüne gitmeyi de doğru bulmadım. Açmasını bekledim derdini. Açtı da
sonunda. Aslında büyük bir dert değildi. Fakat onun için büyüktü. Gören ve bir
şekilde duyan herkes olayı büyütmüş, bir endişe yumağı haline getirmişti.
Yumağın ucu kaçmış, bütün ipler birbirine dolaşmıştı.
-Geçen yanımda
çalışan arkadaş kapının altında bir boşluğa sıkıştırılmış şekilde şu kağıdı
bulmuş. İçini açtık Arapça yazılar vardı. Ben önemsemedim, ancak olay bir anda
bizim çevrede duyulmuştu. Herkes üzerime hücum etti. Birisinin bana büyü
yaptığını düşünüyorlardı. Bundan sonra ya sağlığımın ya da işimin tehlikeye
düşeceğinden neredeyse emindiler… Herkes bir laf söylüyordu. Laflar mermi gibi
üstüme yağıyordu. Anlayacağınız laf mermisi manyağı oldum. Dedim ya, aslında
ben üzerinde hiç durmamıştım. Doğrusu içimde zerre kadar bile bir endişe
oluşmamıştı. Ama şimdi endişe küpüyüm. Üç gündür sağlığım bozuldu, kendimi işe
veremiyorum ve bu yüzden işler altüst oldu. Bu kâğıdı oraya koyana mı kızayım,
beni laf mermisi manyağı yapan çevreme mi kızayım bilemiyorum.
-Bitti mi?
-Evet bitti.
-Biraz rahatladın
mı?
-Hem de nasıl!
-O zaman bir
kahve içelim, sonrasında sakin sakin konuşalım.
Kahveler geldi,
dumanı üstünde hem de en sadesinden… Yavaş yavaş yudumlamaya başladık. Göz
ucuyla da onu izliyorum. Epey bir sakinleştiğini görebiliyorum.
-Ver şu kağıda
bir de ben bakayım.
Baktım, ama işin doğrusu ben de hiçbir şey
anlamadım. Anlaşılacak gibi bir ifade veya ibare de değildi zaten. Anlayacağınız
Arapça bir takım karışık kuruşuk harfler. Sağından baktım, solundan baktım,
anlaşılır gibi değil. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya okumaya çalıştım hiç
bir anlam veremedim. Doğrusu ben de bunu bekliyordum. Aslında bu notu, bilgi
sahibi biri de yazmış değildi. Bir ihtimal, üzerinden yüzlerce kopya alınması
sonucu bozula bozula bu hale gelmiş, ilk anlamını ve şeklini tamamen kaybetmiş
bir ibare. Bir başka ihtimal de, Arapça harfleri yazmasını şöyle böyle öğrenmiş
acemi birinin kötü bir şakası… İçimden bunları düşündüm, ama söylemedim. Çünkü
olay çok büyümüş ve neredeyse içinden çıkılamaz bir hale gelmişti. Böyle basit
bir şey söylemem, hem onu tatmin etmez hem de cinci veya medyum denilen
adamların kucağına düşmesine sebep olurdu. Tanırdım, iyi bir insandı. İşinde
gücünde. Kimseye bir zararı olduğunu, ne gördüm ne duydum. Böyle birinin
elinden tutmak ve müşkilini halletmek gerekirdi. Nice bu yolla işi ve sağlığı
bozulan insanlar vardı…
-Eh artık, bu
kahvenin üstüne sohbet gider. Biraz sonra şöyle bir çay da söyleriz, sohbeti
biraz daha koyulaştırırız.
-Vallahi o
kadar rahatladım ki, ne işe gitmek ne de bizimkilerin yüzlerini görmek
istiyorum.
-Burası senin,
istediğin kadar oturabilirsin. Allah’tan benim de bu gün işlerim çok yoğun
değil. Ama önce şu senin sorununu bir konuşalım. Çözebilir miyiz? Bilemem. Ama en
azından içindeki derdi boşaltıp biraz rahatlatabiliriz. Ne demiş Ulu Peygamber
“çok sıkıldığınızda veya bunaldığınızda pozisyon değiştirin, oturuyorsanız
kalkın, ayaktaysanız oturun. Olmadı, gidin bir abdest alın, yüzünüz görünüz
açılsın şöyle. O da mı olmadı? Bir dostunuzun yanına gidin sohbet edin…” Bu en son
ve en etkili çaredir. Sen bizi dost bilmişin, derdini açmışın, eh bizim de
bunun altında kalmamamız lazım. Daha da önemlisi yarın O Ulu Peygamber ile
mahşer günü karşılaştığımızda, nasıl bakarım yüzüne? Kalpleri bilen Yüce
Allah’a ne cevap veririm? Bir Müslümanın derdiyle dertlenmez, derdine çare
aramazsam…
-Allah senden
razı olsun. Beni sakin sakin dinledin ya, bu bile bana yeter. Hele şu kahveden
sonra, içim epey bir yatıştı.
-Gelelim
meseleye! Sana büyü yapıldı mı bilemem. Bu kâğıdı oraya koyanın ne maksatla konduğunu
da bilemem. Gelişmelerden hareketle şöyle bir tahmin yürütebilirim. Belli ki bunu
oraya koyan kişi, kâğıdı senin değil başkasının görmesini istemiş. Ama esas
hedef sensin. Niye başkasının görmesini istemiş? Çünkü senin etkilenmeyeceğini
biliyor. Seni, çevrende oluşacak panik yoluyla etki ve baskı altında alacağını
düşünmüş. Görünüşe bakılırsa, başarılı da olmuş… Öyleyse buradan başlamalıyız.
Önce her kimse, o şahsın amacını boşa çıkarmalıyız. Bunun için de, sakin ve sabırlı
olmalıyız. Onun amacı bizi önce korkuya, ardından telaşa sevk etmek. Telaş
halinde art arda hata yapacağımızı ve kurduğu tuzağa düşeceğimizi düşünüyor
olmalı…
-İyi de
bizimkilerin zihnindeki bu büyü meselesini nasıl çözeceğiz. Benim esas sorunum
bu kâğıt veya büyü değil, bizimkilerin panik halleri…
-Onu da sakince
ele alalım. Büyü konusu neredeyse insanlık tarihi kadar eski. İnsan etki
altında kalabilen bir varlıktır. Bazen biyolojisi psikolojisini bazen de psikolojisi
biyolojisini etkiler ve bozar… İnsanın ruh-beden bütünlüğü şeklindeki varlığı,
buna zemin hazırlayan temel etkendir. İnsanın psikolojisine hem görünmeyen
varlıklar hem de görünen varlıklar tesir ederler. Şeytanlar vesvese yoluyla
insanın moralini bozmaya çalışırken melekler iyi duygularla insanları iyilik
üzere tutmaya çalışır. Ancak son karar, akıl ve irade sahibi insanın kendisine
aittir. Şeytan tarafına meyletmek de, melek tarafını tercih etmekte… Aslında
şeytanın da, meleğin de insan üzerinde telkinden öte bir otoritesi yoktur. Ancak
insan, görmediğinden olacak hem meleği hem de cini kafasında olduğundan daha
fazla büyütür. O yüzden cin şeytanı insanın bu abartılı duygusundan da
yararlanır. Nitekim Hz. Adem ve Havva’yı İblis, yasak ağaçtan yedikleri
takdirde melekleşecekleri vaadiyle kandırmıştı. Onlar da kanmıştı. Ne zaman
gerçeği anladılar? Hata ettikten sonra. Ama olan olmuştu. Hatadan dönüşün tek
yolu vardı: Allah’a sığınmak. Onlar da bunu yaptılar. Allah’a sığınarak ve
bağışlanma dileyerek hem yanlış düşünceden hem de günahtan kurtuldular. Anladılar
ki, melek de bir kuldur. İnsanın melek olması da söz konusu değildir. Hâlbuki
Yüce Allah onları daha önceden uyarmıştı. Şeytan sizin düşmanınızdır, diye. Ancak
ölmeden önce yapılan samimi her tövbe makbuldür. Hatta böyle içtenlikle tövbe
eden, günah işlememiş gibi kabul edilir. Adem babamız, Havva anamız bu konuda
bize güzel bir örnektir. Şeytan insanlardan da olur. İşte bu kâğıdı oraya koyan
da, böyle bir şeytandır. Niye, çünkü size kötülük yapmak istiyor. Kötülük
peşinde olan her insan bu yönüyle şeytandır. Bu şeytanların tuzağına düşmemenin
en iyi yolu, onların kapsam alanına girmemektir. Girilmişse derhal oradan
çıkmaktır. Allah insana akıl ve irade vermiş. Bu ikisini sağlam kullandı mı
insan, kesinlikte onların etki alanından kurtulur. Sigara bırakmak gibi bir
şeydir. Yani her şey, kişinin iradesine bağlıdır. Şeytanların telkinlerini ciddiye
almamak bile, boşa çıkarmanın bir yoludur.
-Şimdi siz,
bana Allah’a sığın ve kurtul mu demek istiyorsunuz… Ama bu büyü olayı biraz
farklı değil mi?
-Biraz farklı
görünüyor, ama aslında insanları korkutma noktasında aynı işlevi görüyor. Büyü
yaptıranın amacı korkutmak ve yıldırmaktır. Büyü yapılan korktuğunda, amaç
yerine gelmiş olur. Korku, telaşı tetikler; telaş, korkuyu biraz daha büyütür.
İşte korku sarmalı dediğimiz şey böyle gerçekleşir. Tipiye yakalanmış insan
gibi, olduğu yerde dönmeye başlar. Gittiğini zanneder, fakat bir türlü varacağı
yere ulaşamaz. Bıkar, yorulur ve olduğu yere çöker kalır. Böyle olan kişinin
kendini kurtarması çok zordur. Mutlaka dışardan bir desteğe ihtiyacı vardır.
Birisi elinden tutacak, içinde girdiği fasit dairenin dışına çıkartacak onu.
-Nasıl olacak
bu?
-Büyü tecrübesi,
görülebilen ve aktarılabilen bir olgu ve olay değil. Ancak bunun karşısında
insanların nasıl bir davranış sergilediği hususunda bir tecrübe birikimi var. Biz
de bu birikimden yararlanacağız. Önce bu tecrübeler içinde en güvenilir olanını
bulmak lazım.
-Anladım. Büyü,
aslında bizim güven duygumuzu yıkmayı amaçladığına veya yıktığına göre,
öncelikle bu güvenin tesis edilmesi gerekiyor. Bu da en güvenli çareye
başvurmakla mümkün.
-Evet, tam da
onu diyorum. Gelen bilgilere göre Peygamberimize Yahudiler bir büyü yapmışlar.
Bu büyü, O’nda bazı rahatsızlıklar meydana getirmiş. O sırada vahiy meleği Cebrail,
Felak ve Nas surelerini getirmiş ve büyünün etkisinden bu sureleri okuyarak
kurtulabileceğini bildirmiş. Neticede Yüce Peygamber, bu sureleri okuyarak
Allah’a sığınmış ve büyünün etkisinden kurtulmuş. Bu gelişme, bizim için
güvenilir bir tecrübedir. Zaten her iki surede de Allah’a sığınmak
emredilmektedir. Felak Suresinde, yarattığı her şeyin şerrinden, gece
entrikaları düzenleyenlerin, düğümlere üfleyerek kötülük peşinde olanların ve
haset ateşi yakanların şerrinden aydınlık sahibi Yüce Allah’a sığınmamız
istenir. Nas Suresinde ise, bize vesvese veren insanların ve cinlerin
şeytanlarından yegâne irade ve güç sahibi Allah’a sığınmamız emredilir.
-En doğrusu bu.
Yüce Peygamber’in Sünnetine uyarak ve getirdiği ilahî Kitabı rehber edinerek
dertlerimizden kurtulmak. İyi de, bizimkileri nasıl ikna edeceğiz.
-İnsanları ikna
etmek kolay değil. İkna olabilmesi için insanın önce güvenmesi, kabullenmesi ve
teslim olması gerekir. Ama hepsinden önemlisi ve önceliklisi güvenilecek insan...
O kadar ağzımız yandı ki, kime güveneceğimizi bilemez olduk. Onun için, işin
kolay diyemiyorum.
-Doğru vallahi,
işim çok zor…
-Aklıma gelen,
onları çözümün bir parçası haline getirmek. Bu, ikna etmenin en iyi yolu
olabilir.
-Nasıl olacak?
-Bu konuda iki
hususu halletmemiz gerekiyor. Birincisi sizinkilerin korkusunu gidermek,
ikincisi ise kendilerine güven kazandırmak. Bunların ikisi birbiri ile
bağlantılı. Onların korkuları bu kâğıdın bir felaket getireceği. Öyleyse önce o
korkuyu yenmemiz gerekiyor. Bunun yolu kâğıdın ve içinde yazanların Allah’ın
izni olmaksızın hiçbir kimseye zarar veremeyeceğini bilmeleri. Bunun için Hz.
İbrahim’in putları kırması gibi, o kâğıdı onların gözü önünde imha etmemiz
gerekiyor. Yani imha anına hepsi şahit olmalı. İkinci aşama, güven kazandırmak.
Güven için iyi bir tutamak lazım. Çünkü Yüce Allah, sağlam kulpa tutunan
kurtulur, buyuruyor. En sağlam kulp, Allah’ın iradesi ve gücüdür. O’na sığınmak,
bu kulpa tutunmaktır. Anlayacağın, Ulu Peygamber’in yaptığı gibi Felak ve Nas
Surelerini okumak. Şöyle ki, kâğıdı onların gözü önünde imha ettikten sonra
Felak ve Nas surelerini üçer kez okumalarını söyleyeceksin. Bu mesele, her akıllarına
geldiğinde bu sureleri okumaya devam edecekler. Ta ki, unutana veya olayın etkisi
kayboluna kadar… Unuttukları veya akıllarına bir daha takılmadığı takdirde kötü
niyetli kişinin bütün amacı ve hamlesi çökmüş olur.
-Doğrusunu
söylemek gerekirse güzel bir düşünce, inşallah işe yarar. Fakat bizimkilerin hallerini
düşününce...
-Önce senin
Allah’a güvenmen lazım. Öyleyse buradan eve gidene kadar Felak ve Nas
Surelerini oku. İnancımız nedir? Allah’tan büyük güç yoktur. Allah’a dayanan
için her daim umut kapısı açıktır. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin, buyruğu
da bizedir. Ancak bu dünya imtihan dünyasıdır, korku ve endişe her zaman
olacaktır. Mümin korkuyla ümit dengesini kuran kişidir. Karar verip yola
çıktıktan sonra, gerisi Allah’a kalmıştır. Zaten son kertede Allah’a
dayanmaktan ve güvenmekten başka tutamağımız da yoktur.
-Allah sizden
razı olsun çok rahatladım. İnşallah bizimkiler de ikna olur da, şu dertten
hasarsız kurtuluruz.
-İyi niyetle,
azim ve kararlılıkla yola çıktıktan sonra Rabbim kimseyi yolda bırakmaz.
İmtihan dünyası burası, bu sıkıntılar olacak. Mikropsuz bünye olmadığı gibi,
şeytansız dünya da yoktur. Esasen cin şeytanlarından çok, insan şeytanlarından
korkmak gerek. Cin şeytanı sadece vesvese verir, öteki ise insanı doğduğuna
pişman eder. Ama hiçbir şeytan, Allah’tan büyük değildir. Allah her derdin çaresini
de yaratmıştır. Her zorluğun yanında, bir kolaylık olduğunu da bize
bildirmiştir. Yeter ki sakin ve sabırlı bir şekilde çözüm arayalım… Allah
doğruların yar ve yardımcısıdır… Yolunuz aydınlık, yüzünüz ak, alnınız açık
olsun her daim…
11.04.2019
Lefkoşa/Kıbrıs
0 yorum:
Yorum Gönder