21 Ağustos 2019 Çarşamba

Aldatma

Prof. Dr. Cağfer Karadaş
Gök, simsiyah bulutla kaplı; yer, geceden beri yağan yağmurla ıslak; hava puslu, sanki sabah değil de akşamın gittikçe koyulaşan rengi hakim. Öfkenin ve bitkinliğin koyu karamsar rengi evin içine çökmüş. Ha bire dönüp duruyor. İki de bir dışarı bakıyor. Baktıkça da içi daha bir kararıyor. Ne yapacağını, kime, neyi, nasıl soracağını düşünüyor, düşündükçe beyni zonkluyor... 

Geceleyin yorgun olduğu için gelir gelmez yatmış ve hemencecik uyumuştu. Sabah kalktığında fark etmişti. Yatakta doğrulmuş, yanını boş bulmuştu. Nerede olduğuna dair hiç bir fikri yoktu. Evin içinde dolandı durdu. Her dolasınışında mutfakta ya da diğer odalarda onu bulacağını düşünüyordu. İşe gitmek dahi aklına gelmemişti. Gelse de gitmezdi zaten. Kötü fikirler peş peşe beynine hücum ediyordu. Birini savıyor, diğeri geliyordu. Gözünün önünden karartılar geçmeye başlamıştı. Akşam yediklerinin ve içtiklerinin etkisinden de henüz kurtulabilmiş değildi. Zonklayan kafası, davul gibi şişmiş karnı, ayrı bir sıkıntıydı. 
Öyleye doğru çıkageldi. Hiç bir şey olmamış gibi bir hali vardı. Yaşadığı sıkıntıya karşın onun bu sakin hali beynini bir kat daha zonklatmıştı. Bir şeyler demek istiyor fakat nereden başlayacağını bilmiyordu. 
-Merhaba aşkım! Bir sıkıntın mı var? Neden bu kadar gerginsin?
-Evet var. Sabahtan beri seni bekliyorum. Neden evde değildin?
-Demek sahabtan beri bekliyorsun! Halbuki ben akşam da gece de evde değildim. 
-Ben de onu soruyorum neden evde değildin?
-Peki, sen neden akşam evde değildin. Yokluğumu farketmediğine göre gece de evde sayılmazsın. 
Böyle bir mukabele beklemiyordu. Ama bu çıkış, daha çok canını sıkmış, gerginliğini daha da artırmıştı. Patlamaya hazır bomba gibiydi ve patladı. O kadar çok şey söyledi ki. Dönüp sorsanız kendisi bile ne dediğini tam olarak hatırlayamazdı. Kendisinin erkekliğinden, onun kadınlığından, bir kadının gece nerede olması gerektiğinden... uzun uzun konuştu. Konuşmadı, bağırdı, çağırdı. Adeta naralar attı. Ağzı mı konuşuyor, boğasından mı sesler çıkıyor, yoksa bütün vücudu mu ses olmuş duvarlarda yankılanıyor, belli değildi. 
Fakat o çok sakindi. Oturdu, gözlerini bütün bedeniyle konuşan adama dikti ve dinledi. Sonra sanki karşısındaki kendisine bağırmamış, suçlamamış gibi  konuşmaya başladı. 
-Bir yabancıda değildim. Geçen tanıştırdığın arkadaşının evindeydim. Akşam oturduk, geç olmuştu, kalmamı istedi, ben de kıramadım, kaldım. 
-Erkek arkadaşımın evinde? O ve sen! Öyle mi? Çok normal bir şey gibi de söylüyorsun?
-Evet, gayet normal. Sen bana kız arkadaşlarının evinde kaldığını anlatmadın mı? O normalse bu da normaldir. 
-O zaman ben evli değildim. Evlendikten sonra hiç bir kız arkadaşımda kalmadım. Sana haber vermeden onlarla buluşmadım. Sadece bu akşam bir iş yemeği dolayısıyla buluştuk. 
-Haaa... Seninki normal benimki anormal, öyle mi?
-Evet! Çünkü ben erkeğim. Gece geç gelebilirim. Ama bir kadının geceleri başına nelerin gelebileceğini düşünmen gerekir. Ayrıca evli bir kadınla bir erkeğin yalnız kalması hiç de normal değil. Bu aldatma anlamına gelir. 
-Yani sen benim onunla yattığımı düşünüyorsun?
-Düşünmesem bile aklıma geliyor ve ben aklımı kaçıracağım!
-Ben sana söylemeden böyle bir şey yapmam. Yaparsam da mertçe söylerim. Ben ahlaklı bir kadınım. Asla eşimi aldatmam. Ondan habersiz böyle bir iş yapmam...
-Yani yapmadınız. Hiç aklınızdan geçmedi.
-Aklımdan geçse de yapmam. Haaa... o tanıştırdığın arkadaşının arzusu olmadı değil. Hatta bana yatağını dahi teklif etti. Oldukça geniş olduğunu, beraberca iki medeni insan gibi yatabileceğimizden söz etti. 
-Peki sen ne dedin. Senin haberin olmadığından, böyle bir şeyin ahlaki olmadığını söyledim. Çünkü aynı yataktaki iki insanın ne yapacağı aşağı yukarı bellidir. 
-Ha, benim haberim olsa yapacaktın yani...
-Neden yapmayayım, bu doğal bir olay, doğa olayı. İki yetişkin erkek ve kadının yaşacağı en doğal iş. Ama senin haberinin olmaması bana ahlakî gelmedi. Hangimiz yapmadık bu işi evlenmeden önce. Aldatmak ahlaksızlıktır, yoksa o işi yapmak değil.
Artık söyleyecek sözü kalmamıştı. Zaten bulamıyordu, bulduğu da boğazında düğümleniyordu... Adeta tutulup kalmıştı. Çenesini kıpırdatacak gücü bile yoktu. Fakat içindeki öfke büyüdükçe büyüyordu. Kontrol edilemez hale gelmişti. İçin için öfke patlamaları yaşıyordu. Aklından kötü şeyler geçmeye başlamıştı. Hızla yatak odasına daldı, ne bulduysa üstüne aldı ve kapıyı çarpıp çıktı. Arkadan eşinin “Nereye gidiyorsun? Bir şey söylemeyecek misin?” sözlerini bile duymamıştı. Duysa da cevap verecek durumda değildi.
Cevapsız kalan sadece o son sorular olsaydı keşke. Zihni allak bullak olmuştu. Döndü durdu sokaklarda. Nereye gittiğine dair en küçük bir fikri yoktu. Dolaştı saatlerce, o sokak senin bu sokak benim... Sonra bir çay bahçesi fark etti. İlk bulduğu masanın yanındaki sandalyeye çöküverdi. Çöküverdi, çünkü adım daha atacak hali kalmamıştı. 
Kendi kendine konuşmaya başladı. Sesli konuştuğunun ve konuştuklarını bir başkasının duyduğunun bile farkında değildi. Akşamdan başlayarak bütün safahatı, karısıyla olan konuşmalarını tek tek sıraladı. Hayret hiç birini unutmamamıştı!
-Geçmiş olsun hemşehrim, dedi yanında oturan adam.
Birden irkildi. Ne yanında bir adam olmasını ne de böyle bir soru sormasını bekliyordu.
-Sen nereden çıktın? ne zaman yanıma oturdun? sorularını höykürür gibi sormuştu. Çünkü psikolojisi hala bozuktu.
-Acaba tam tersi olmasın, dedi adam. 
-Nasıl yani?
-Siz geldiniz benim oturduğum masaya oturdunuz. Oturur oturmaz da başladınız anlatmaya. Arada bir bana da bakıyordunuz, beni fart ettiğnizi zannettim. Anladım, çok büyük derdiniz vardı. Hatta size çay ısmarladım içtiniz. Anlaşılan bir öfke patlaması yaşamışınız. Ben de dert ortağınız olayım da, belki biraz sakinleşirsiniz diye düşündüm. Bu duyduklarımı asla kimseye anlatmam, zaten sizi de tanımıyorum. İstemezseniz kalkabilirim. 
-Yok yok, oturun. Şu anda hakikaten sakince konuşacağım birine ihtiyacım var. Çünkü bütün yaşama arzumu kaybettim. Ya yok edeceğim ya yok olacağım... İçimde kalan tek arzu bu...
-Aman hemşehrim! İyice dibe inmişsiniz. Oradan derhal çıkmanız lazım yoksa o dediklerinizden biri olabilir. 
-İyi de nasıl çıkacağım? Çıkın demek kolay!
-Başka işle meşgul olarak ve konuşarak. Siz bunun bir kısmını yapmışsınız şu ana kadar. Epeyce dolaşmışısınız anlaşılan. Çünkü buraya oturduğunuzda bir hayli bitkindiniz. Sonra konuştunuz, kendi kendinize de olsa. İçinizi döktünüz. Fakat şu anda sizin dışardan bir desteğe ihtiyacınız var. Ya bir dosta ya da psikiyatriste...
-Görüntü o kadar kötü mü?
-Düşündüğünden daha fazla olabilir. Ama anlat. Anlattıkça biraz rahatladığını görüyorum. Nasıl olsa beni tanımıyorsun, ben de seni tanımıyorum. Öyle görünüyor ki bu mahallenin sakini de değilsin. Dolayısıyla anlattıkların burada kalır. 
-Anlattı. Aslında anlattıklarının hepsini zaten anlatmıştı. Ama bunları farketiği birine bilinçli bir şekilde anlatması onu biraz daha rahatlatmıştı. 
-En sondan başlayım hemşehrim. Önce söyleyeceklerime darılmaca gücenmece yok. Bu noktada anlaşalım. Sakin sakin konuşacağız burada.
-Zaten itiraz edecek ne gücüm, ne de halim kaldı. Siz bana ilaç gibi geldiniz. 
-Ne demiştim sondan başlayım: Siz ahlakı sadece aldatmaya, aldatmayı da yatmaya indirgemişiniz. Bütün sorun da burada başlıyor. Öyle anlaşılıyor ki, evliliği de yatmak olarak düşünüyorusunuz. Hal böyle olunca ne ahlak kalıyor ortada ne de evlilik. İnsan ahlakı tavan yaptırarak, evliliğini de dibe vurdurarak yok eder. 
-Bu son cümlenizi anlamadım doğrusu.
-Anlatayım müsadenizle. Ahlak aşağıdan yukarıya örüle örüle kurulan bir bina gibidir. Eğer binanın temelini ve kaidelerini iyi kurmadıysanız üstü hep sallantıda kalır. Üste ulaşabilirsiniz ama bu zıplayıp düşmek gibidir. Bir anlık kalınan bir yerdir orası. Askı da bile değildir. Zihinde bir tasavvurdur, gerçekliği asla yoktur. Çünkü gerçekleşme ihtimali yoktur. Gerçek desteklidir. Desteksiz gerçek olmaz. O yüzden desteksiz ahlak da olmaz. Evliklikte ise, temel birleşmedir, sizin deyiminizle yatma. Ama orada kalırsanız hep dipte kalırsınız. Dipte kalan da çarçabuk eskimeye hatta çürümeye mahkumdur. Bir tohumun sürekli toprak altında kalması çürümesidir. Filiz verecek, yeni tohumlar üretecek ve böylece cinsinin varlığını devam ettirecek. “Zaten öleceğiz, yok olacağız, böyle olsa olmaz mı?” diyebilirsiniz. Bu da bir düşünce. Ama sonu, çoğu zaman şu andaki haliniz gibi olur. Öyleyse ahlakı tavandan yere indirmek, evliliği de dipten kurtarmak gerekir. 
-İyi de bu anlattıklarınızın benimle ve evliğimle ne alakası var?
-Çok alakası var. Ama biraz sabır! Siz evlenmeden önce herhangi bir kadınla yatmayı ahlaksızlık görmüyordunuz. Eşiniz de öyle... Size göre yetişkin iki kişinin bir araya gelmesi, yalnız bir mekanda oturması ve yatması ahlaksızlık değil. Bu durum size göre evlendikten sonra olursa ahlaksızlık. Eşinize göre ise haber vermeden olursa ahlaksızlık. Öyle değil mi?
-Evet tam da öyle.
-Bir araya gelmiş iki karşı cinsin, yalnız başlarına aynı evde arzularının tavan yapması kaçınılmaz değil mi? Bu kaçınılmaz gerçek, aklı devre dışı bırakır ve bilinci yok eder. Tek düşünülen şey, artık gerçekleşmesi kaçınılmaz olan şey olur. Nitekim eşiniz ve arkadaşınız hakkında da siz bunu düşündününüz. Ha bunun gerçekleşmeme olasılığı da vardır. Eşinizin beyanını esas alırsak, bu olasılık da olabilir. Ama onun beyanı sizi bile inandımış görünmüyor. Nitakim hâlâ inanamıyorsunuz.
-İyice kafam karıştı. Söyledikleriniz mantıklı ama zihnimde bir yere yerleştiremiyorum. 
-Kolay mı, yıllardır oluşturduğunuz zihin örgüsünü bir anda geri çevirmek.
-İnsan tecrübelerin çocuğudur. Şu anda siz kendi dar çevrenizin tecrübelerine sıkışıp kalmışınız. Açılmak lazım. Tarihin ve içinde yaşadığınız geniş toplumun tecrübesine açılmak lazım. Tarihten gelen yatay ve dikey, geniş ve derin tecrübe birikimi size bir çok kapı açabilir. 
-Bu nasıl olacak?
-Ahlakı yerli yerine oturtmakla, evliliği de maksadına uygun hale getirmekle. Ahlak görünmeyen ama her an işleyen bireysel ve toplumsal bir sözleşmedir. Bunun temeli hukuktur. Hakların ve sorumlulukların bilinmesi. Günümüz evlilikleri sadece haklar üzerine kurulmak isteniyor. Kimse sorumluluğunu hatırlamak ve yerine getirmek istemiyor. Bu yüzden evlilikler çürük, kavgalar büyük. Taraflar benim hakkım, senin görevin diye başlıyor. Örneğin sizin eve geç gelmeleriniz, geldiğinizde kimseyi farkedemeyecek kadar bitmiş olmanız, karınızın yeni tanıştığı bir adamın evine çekip gitmesi, iki karşı cinsin bir evde kalması... Bunu eskiler ateş ve barut misali ile anlatır.
-Haklısınız! ne diyebilirim ki?
-Kadın erkek ilişkilerinde tarihi ve gelenekten gelen tecrübeyi ihmal ettiğimizde varacağımız sonuç budur. Öyleyse kadın erkek ilişkilerde mesafenin iyi ayarlanması gerekiyor. Bu ta baştan olmalı. Tavandan alta doğru ahlak binası kurulamaz. Siz ahlakın bittiği yeri yani karı ile kocanın bir birini aldatmasını sadece ahlaksızlık göroyorsunuz. Bu noktaya nasıl gelindiğine bakmıyor ve aradaki diğer ahlaksızlıkları atlıyorsunuz. Aradaki ahlaksızlıklar atlanmasa bu noktaya gelinmezdi. Ahlaki kurallar bir bütündür, içinden birini çekip sadece onu ahlak olarak göremezsiniz. Görürseniz işte sonuç böyle olur...
-Ama bu kurallar da çok sıkıcı, insanı boğuyor adate.
-Peki siz şu anda boğulmuyor musunuz? Boğulmanın dibini bulmuş değil misiniz?
-Evet, tek seçeneğim kalmıştı neredeyse!
-Yüzmeye denizin ortasından başlanmaz. Başlansa bile kıyıya ulaşma ihtimali küçük olasılıktır. Kıyı asla gözden kaybolmamalı. Kıyı sınırdır. Ahlakın sınırlarını gözetmezseniz, ortasında boğulursunuz, tavandan düşer yok olursunuz. Bunları bir düşünün! Haydi geçmiş olsun hemşehrim! Müsadenle... 
19 Ağustos 2019
Bursa
  
 

1 yorum:

Yazarlar