İhsan Süreyya Sırma
Serüvenim şöyle olmuştu:
Doktora çalışmalarım için Paris’ten İstanbul’a gelmiştim. Kâh Başbakanlık Arşivinde (o zaman Cağaloğlu’nda kolay bir yerdeydi. Sonradan hangi “akıllı”nın aklına estiyse oradan alıp Sadabad’ın bataklıklarına götürdüler. İnşaallah o nadide vesikalar orada çürümezler), kâh İstanbul kütüphanelerinde “Şeyhülislâmlarım”la ilgili araştırmalar yapıyor, kitap, belge, gazete ne varsa alıyordum. O ara, şimdilerde “hafıza kaybı”mdan olacak birçoğunun isimlerini unuttuğum zevata gitmeyi de ihmâl etmiyordum. İşte o sırada birileri İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi Müdürü rahmetli Nurettin Kalkandelen’in adını vererek, bu zatın çok bilgili olduğunu, bana çok yardımcı olabileceğini söyledi ve ekledi: Nurettin Bey’i bulmak çok kolaydır. Aksaray’da indin mi, onun piposunun kokusunu alırsın. “O kokuyu takip et, Nurettin Bey’i bulursun” şeklinde espri de yaparak beni yönlendirdi. Gerçekten Üniversite Kütüphanesi’nin ilk kapısından girer girmez, “rehber koku”nun rayihası burnuma geldi. Aradığım bu koku o kadar yakındı ki sanki pipoyu ben içiyordum ve koku benim pipomun duman kokusuydu… Birden okuma salonunun kapısının dışında, ortanın biraz üstünde bir boyu olan, hafif şişman, siyah takım elbiseli bir zatı fark ettim. Onun bana tarif edilen Nurettin Bey olduğunda hiçbir şüphem kalmamıştı. Çünkü âlamet-i farika olan meşhur pipo, parmakları arasında dans ediyordu. Hafifçe yaklaştım ve saygımı ikiye katlayarak, “selamun aleykum” dedim. O da, o güzel İstanbul Türkçesiyle “ve aleykum selâm” deyip, “gel evlâdım, hoş geldin, nerelerden geliyorsun?” diye cevap verdi. Ben de, “Paris’ten efendim” diye cevap verdim. Bunun üzerine, “o hâlde yorgunsun; gel beraber bir çay içelim” dedi ve beni odasına götürdü. Ben çayımı içerken, o da çayını içiyor fakat çaydan ziyade esas iltifatı “pipoya” yapıyordu. O ne edibane pipo içişti??? Nerdeyse cazibesine kapılıp ben de başlayacaktım pipo içmeye! Ben kendi kendime “pipo felsefesi” yaparken soruverdi Nurettin Bey, “Evlâdım hangi konuda çalışıyorsun; nasıl yardımcı olabilirim?” diye soruverdi. Ben de, “Sultan Abdulhamid’in Şeyhülislamları üzerinde çalışıyorum” dedim. “Bak evlâdım” dedi ve ilâve etti. Kütüphanedeki kitaplar konusunda ben sana yardımcı olacağım. Ama önce ben seni bir zata göndereceğim. Çok meşgul bir zat. Kabul ederse, onda çok bilgi vardır. Çünkü o, senin Şeyhülislâmlarınla bizzat görüşmüş biridir. Sen git onunla görüş, sonra da gel burada araştırmalarına devam et” dedi ve salık verdiği zatın adresini bir kâğıda yazarak, “hadi vakit kaybetmeden önce ona git” dedi.
Vakit kaybetmeden
verilen adrese gittim: İstanbul Üniversitesi “Tıp Tarihi Merkezi”,
görüşeceğim zat, Prof. Dr. Süheyl Ünver.
Üç-dört basamaklı
merdivenden sonra kapıya varıp zili çaldım; kapı açıldı.
İçeri girdim,
karşımda genişçe bir masa ve masanın arkasında oturan bir hanımefendi.
Kendisine “Doktora talebesi” olduğumu, mümkünse Süheyl Bey’le görüşmek
istediğimi” söyledim.
Özel Kalem olduğunu
düşündüğüm hanımefendiye, uzaklardan geldiğimi, her zaman İstanbul’a
gelemediğimi söyledim. Hanımefendi, Hoca’nın vaktinin olmadığını tekrar ederek,
on beş gün sonra gelmemi söyledi. Bunun üzerine bir taktik uygulayarak, Özel
Kalem Hanımefendi’ye şöyle dedim:
“Madem öyle, ben de
gideyim. Yalnız sizden bir ricam var. Gördüğünüz gibi gidiyorum. Lütfen ben
çıkmadan içeriye girip, Hoca’ya Paris’ten geldiğimi söyler misiniz; siz geri
gelince de ben çeker giderim” dedim. Neyse ki beni kırmadı ve Hoca’nın odasına
girerek, hem de kapıyı açık bırakarak, dileğimi Hoca’ya söyledi. Sonra kâtip
hanımın beklemediği bir şekilde rahmetli Hoca, “çocuğu hemen içeri al!”
demesin mi! Uzatmayayım, Süheyl Hoca’nın huzuruna alındım. Rahmetli Hoca,
karşısındaki sandalyeye oturttuktan sonra, bana su ikram etti. İlâhiyat kökenli
olduğumu anlayınca da hemen sordu: Su kaç yudumda içilir? Ben de, “üç yudumda”
diye cevap verince, bana, “neden Hz. Peygamber(s.a.s) suyu üç yudumda içerdi?”
diye sordu. Ben de “sebebini bilmiyorum” diye cevap verince, şöyle devam etti:
Suyu lok lok bir yudumda içersen mideye oturur ve rahatsız eder, onun için ben
birçok yudumda içerim suyu, dedi ve Paris’te ne yaptığımı, tatil için mi
geldiğimi sordu. Ben de, “Hocam Fransa’da doktora yapmak için açılan sınavı
kazandım ve Paris’e gittim. Doktora tezim olarak da “Sultan Abdulhamid
zamanında Şeyhülislâmlık Müessesesi ve onun zamanındaki Şeyhülislâmlar”
konusunu seçtim. Bu konuda bilgilerinizden istifade etmek için de zat-ı âlinizi
rahatsız etmeye geldim” dedim. Rahmetli Süheyl Hoca, tezyinle de uğraştığından,
bana, “oğlum, ben şu çiçeği bitirinceye kadar, sen şu deftere bak” deyip bir
defter uzattı. Defterin üzerinde, “Hatıra Defteri” yazıyordu. Normalde “Hatıra
Defteri” kolay kolay başkasına gösterilmez. Ama Hoca “al bak!” dediği için
defterin yapraklarını çevirmeye başladım. Bir sahifeye geldim ki ne göreyim!
Üzerinde çalıştığım Şeyhülislâmlardan Mehmed Cemaleddin Efendi’nin Süheyl Hoca’nın
bu hatıra defterine yazdığı bir “Na’t-ı Şerif”! Sanki bir petrol kuyusu
bulmuştum… Demek ki rahmetli Süheyl Hoca, bu “Na’t”ı göstermek için bana
uzatmıştı Hatıra Defteri’ni… Hoca çiçeğini bitirdi; “şimdi konuşabiliriz”
dedikten sonra konuşmaya başladı: Yavrum, bu defterde bir şey görmedin mi? dedi.
Hocanın sorusuna şu cevabı verdim: Hocam görmesine gördüm de, ne diyeyim? Bu
sefer Hoca gülümseyerek, “sana o Na’t’ı göstermek için verdim Hatıra Defterimi.
Al sekretere ver bu sahifenin bir fotoğrafını çektirsin, sana versin” dedi.
Teşekkür ettikten sonra elini öpmek için eğildiysem de elini öptürmedi.
Rahmetli Hoca’nın bir de bana nasihatleri oldu: Gördüklerini mutlaka yaz;
okuduklarından da notlar al! Sonra da yazdığın notları, konularına göre
ayırdığın zarfların içerisine koy. Konferanslar için, makale yazmak için
zarflara koyacağın bu notlardan istifade edersin, olur mu? dedi.
Rahmetli Süheyl Hoca’nın Hatıra Defteri’ndeki
Na’t’ın fotoğrafını fotoğrafçıda çektirdikten sonra (çünkü o zamanlar
bugünkü kolay fotoğraf çekme imkânları yoktu), o güzel Hoca’ya, kibar sekreterine
ve Tıp Tarihi binasına veda edip Paris’e geri döndüm.
Nur içinde yat güzel insan…
0 yorum:
Yorum Gönder