ÇARK
Prof. Dr. Cağfer
KARADAŞ
Bir anda oldu ne olduysa. İkisi de tam anlayamadı. Yaşlı olan yere düştü, genç olan söylendi durdu. Genç adam yaşlı zatı tutup kaldırabilirdi, nedense bunu yapmadı, belki yapamadı ama başından da ayrılamadı. Oradan geçen üç genç koştular, hemen eğilip yaşlı adamı kaldırdılar ve bir şey yapmadan ayakta dikilen gence bağırmaya başladılar. O da onlara bağırdı. Tam yumruk yumruğa birbirlerine gireceklerken genç adam ani bir kararla sırtını dönüp gitti. Üç gençten hiçbiri de arkasından gitmedi. Ama üçü de çok içerlemişlerdi hatta kinlenmişlerdi.
Yaşlı adamı bir dükkâna oturttular, su
içirdiler, halini sordular, bir yerinin ağrıyıp ağrımadığını sordular. Birden
bir samimiyet ve kaynaşma oldu aralarında. Birbirlerine o kadar sıcak
davranıyorlardı ki, dükkân sahibi “babanız mı?” diye sordu. İçlerinden yaşça büyük
olan “hayır, bir amca” diye cevapladı. Adam da “sağ olsunlar, bana yardım
ediyorlar gençler” dedi. Dükkân sahibi şaşkın baktı. Sonra kendini toparladı
“helal olsun size gençler!” dedi sevinçli bir ses tonuyla, “Bu zamanda böyle
gençler” diye de ekledi. Bu teşvik edici konuşma gençleri daha bir coşturmuştu.
“Haydi, amcayı evine götürelim” dediler. Adam “Gerek yok benim iyiyim” dediyse
de dinlemediler.
Dediklerini yaptılar, adamı aldılar
taa evine kadar götürdüler. Artık adam bu kadar zahmet çeken gençleri boş
gönderemezdi. “Gelin gençler bir çayımı bari için” dedi. Evin hanımı çayları
getirdi, gençlerden yaşı küçük olan hemen koştu “aman teyze, biz dağıtırız
çayları, size zahmet olmasın, siz bizim annemizsiniz” diyerek aldı elinden
tepsiyi bir güzel çayları servis etti. Kadıncağız şaşkındı ama bir o kadar da
memnundu. Kendi çocuklarından görmediği bir saygıyı ve sıcaklığı bunlarda
görmüştü. Çayları yudumlarken koyu bir sohbete daldılar. Yaşlı adam geçmişte
yaşadıklarından ne var ne yok hepsini gençlere anlattı. Onlar da pür dikkat
dinlediler. O sırada fark etmediler ama hava kararmıştı. Evin hanımı da
düşünceli kadınmış, onlar konuşurken bir güzel sofra hazırlamış. Kalkmaya
yeltendiklerinde “Olmaz, ben o kadar yemek hazırladım, yemeden giderseniz
darılırım vallahi!” deyince hep birlikte mecburen sofraya oturdular.
Gençlerden büyük olan lider
havasıyla söze girdi. “Biz o kaba adamın yanına bunu bırakmayacağız baba” dedi.
Diğerleri de onu destekledi. Kararlıydılar. Adam ne söylediyse kar etmedi.
Hatta “sizden özür dileteceğiz baba!” diye kararlılıklarını da pekiştirdiler. Böylece
adama bir ad bile koymuşlardı: Baba.
Gençliklerine verdi yaşlı adam. Eserler,
gürlerler sonra sakinleşirler diye düşündü ve üzerinde durmadı. Ama iş öyle
düşündüğü gibi gelişmedi.
Gençler sıkı çıkmışlardı. Nerdeyse
gün aşırı gelip tekmil veriyorlar, adamın sohbetini dinliyorlardı. Gelirken
“Selamün aleyküm Baba”, giderken “Allah’a ısmarladık Baba” diyorlardı. Dedik ya
adamın adı kaldı Baba. Ne dese ne etse kurtulamıyordu. Kendini akıntıya
bırakmaya karar verdi.
Gençler, o adamı buldular. Ticaretle
uğraşan hali vakti yerinde bir adamın oğluydu. “Biz babaya yaptıklarını bunların
burunlarından getiririz” dediler aralarında. “Hatta dükkânlarını bile
ellerinden alırız. Bunun için iyi bir oyun kurmalıyız. Başımızı belaya
sokmayan, kanunla bizi karşı karşıya getirmeyen bir oyun olmalı.”
Önce bir söylenti çıkartmaya karar
verdiler. Yaptılar da. “Bunlar nasıl böyle birdenbire zengin oldu? Çok mal
haramsız, çok söz yalansız olmaz. Var bunlarda bir şey” diye ortalığa yaydılar.
Doğruydu, dükkân sahipleri çarşıda bir anda işlerini büyütmüşler, hatta yandaki
yöredeki dükkânları dahi almışlardı. Önce bu söylentiye aldırış etmediler.
Fakat üç gençten her biri birbirinden habersizmiş gibi, farklı zamanlarda bir dükkâna
geliyor, bazı malları soruyor, sonra da “Sizin hakkınızda hiç iyi şeyler
duymuyoruz” deyip hiçbir şey almadan çıkıp gidiyordu.
Zamanla dükkân sahiplerinin aldırış
etmeme hali şaşkınlığa dönüşmüştü. Haklarında yayılan haberlerle dükkânın
müşterisi de bir hayli azalmıştı. En sonunda etrafa vergi kaçırdıkları,
kanunsuz işler yaptıkları ve müşterileri kandırdıkları haberlerini de yaydılar.
Bu arada dükkâna gide gele onlarla da dost oldular. Yaşlı adamı düşüren genç
bunları hatırlamamıştı bile.
Bir yandan da dükkân sahiplerine bu
dükkânın uğursuz olduğunu bu söylentilerin çıkmasının sebebinin de bu olduğunu
anlattılar. Bayağı da inandırdılar onları. Zaten vergi denetimleri ve
müşterilerin neredeyse tamamen kesilmesi canlarından bezdirmişti. Ortaklardan
biri bir başka yerde dükkân bile açmıştı. Diğeri de kendisine yeni bir yer
arıyordu. Bizimkiler hemen devreye girdiler. “Bu dükkânı siz bize bırakın en
iyi fiyata satar, kısa zamanda paranızı veririz. İçinden de hiçbir şey almayın,
buradaki uğursuzluğu başka yere taşımayın” diye tembih ettiler. Bir kontrat
imzalattılar, kurulu dükkâna kondular.
Kondular ve planın ikinci safhasına
geçtiler. Hemen Baba’ya koştular. Onu apar topar alıp getirdiler dükkânın
başına oturttular. Yaşı büyük olan söze başladı: “Baba dükkân senin, bizler
senin emrindeyiz. Ne olduysa seninle tanışmamızdan sonra oldu. Biz o kadar işe
teşebbüs ettik, o kadar plan yaptık, çalıştık, çabaladık hiç birisinde başarılı
olamadık. Sizinle tanışmamız bizim uğurumuz oldu. Sen emret biz yapalım.” Adam
ne kadar dil döktüyse kabul ettiremedi. Gene kendini akıntıya bıraktı.
İşler yolunda gitmiş, kılçıksız
balık misali dükkân onların olmuştu. Şimdi uğursuz denilen dükkânı uğurlu hale
getirmenin planını işletmeye koyuldular. Önce Baba’nın önüne bir Hacı eklediler.
Yaşlı adam hacca gitmemişti ama olmuştu Hacıbaba. Ne zararı var,
yaşlılara genellikle hacı baba denilirdi. Kendilerini de unutmadılar.
“Büyüğümüze Büyükoğlan, bir küçüğümüze Ortanca, en küçüğümüze de Küçükoğlan
diyelim bundan sonra” diye aralarında kararlaştırdılar.
Hacıbaba kendi evinde olduğu gibi
hiçbir namazını kaçırmıyor, hepsini de camide kılıyordu. Bu hali etrafta iyi
bir imaj uyandırmıştı. Eski uğursuz dükkân sahipleri gitmiş yerine nur yüzlü
bir adam gelmişti. Dükkânın üstüne kocaman HACIBABA’NIN MEKÂNI levhasını
astılar ve böylece imaj tamam oldu. Hacıbaba sadece oturuyordu. İşlere gençler
koşturuyorlardı. Ama her işe yetişemiyorlardı. Dükkânda boğaz tokluğuna çalışacak
yeni ve cevval gençler buldular. Bu sayede dükkân tıkır tıkır işlemeye başladı.
Eski sahiplerini de az paraya razı ettiler. Böylece onların dükkâna dönük
düşüncelerini ortadan kaldırdılar.
Yaşlı Adamı düşüren genç bir ara bu
üç kişiyi ve o yaşlı adamı hatırlayacak gibi oldu ama üzerinde çok durmadı,
geçti gitti.
Hacıbaba onlar için sadece yaşlı bir
adam değildi. Büyük bir şahsiyetti. İçlerinde o kadar büyüttüler ki, aralarında
“Bu Hacıbaba’da bir şeyler var diyorlardı. Hiç boş adam değil. Şimdiye kadar
pek görmedik ama keramet sahibi sanki. Sakın hürmette kusur etmeyin, çarpılırız,
tepe üstü gideriz Allah korusun!” Bu sözü Ortanca söylemiş, diğerleri başlarını
sallayarak tasdik etmişlerdi. Zaten içlerinde liderlik el değiştirmiş, Ortanca
daha pratik zekâlı çıkmış, ipleri o eline almıştı.
Artık her öğlen vakti Hacıbaba’yla
yemek yiyorlar, sohbet ediyorlar, gelecek planları yapıyorlardı. Hürmette asla
kusur etmiyorlardı. Arada bir Hacıanne’nin yemeğini yiyorlardı. Hacıanne de
gidişata kapılmış, çocukların dediklerine gönülden inanmıştı. Kocası artık
keramet sahibi biriydi. O da ona artık Hacıbaba demeye başlamıştı.
Hacıbaba zamanla bir çemberin merkezinde
olduğu hissine kapılır gibi oldu. Sanki üç genç ve eşi etrafında tavaf
ediyorlardı. Sonra tavaf edenler arttı, komşu dükkân sahipleri de hürmet
göstermeye başladılar. Bu hürmet zamanla el öpme eylemlerine dönüştü. O da
içinde bir ferahlık hissediyor, kendinde bazı değişikler olduğunu sezinliyor,
aynaya bakmaya korkuyor, sığmayacağını düşünüyor, bir kuş gibi hafifliyor,
uçacak gibi oluyordu. Bu hal hem onu ürkütüyor hem körüklüyordu. Bir ikilem
içindeydi ama bu onu çok germiyordu.
Bu arada gençler işleri biraz daha
büyütmüş yavaş yavaş dükkânı itibarlı bir ticaret mekânı haline getirmişlerdi.
Artık bir dükkân değil, mağazaydı. Çalışan sayısı da bir hayli artmıştı. Dükkânı
mağaza formatında baştan aşağı yeniden düzenlediler, içinde Hacıbaba’ya özel
camekanlı bir mekân yaptılar. Artık hiç itiraz etmiyordu Hacıbaba. Kendisinin
daha iyi şeylere layık olduğunu bile düşünemeye başlamıştı. Eskisi gibi
cemaatle namaza gidemiyordu ama ne kendisi ne de başkası bunu dert etmiyordu.
Zaten gelenlerle cemaat oluyorlar böylece mekânı mescit haline getiriyorlardı.
Mağaza iyiden iyiye şöhret bulmuş, mekân
tanınmıştı. Büyük zenginler, itibar sahibi şahsiyetler de uğrar olmuşlardı. İş
o noktaya gelmişti ki, üç genç neredeyse mekânda kendilerine yer bulamıyorlardı.
Bu gelişmeler karşısında Hacıbaba
kendisini bir çarkın göbeği gibi hissetmeye başladı. Çember tasavvuru çarka
dönüşmüş, etrafındaki kalabalıklar artmış, hemen her gün hiç tanımadığı, yüzlerini
dahi hatırlamadığı insanlarla karşılaşır olmuştu. Bu gelişme kendisini
endişelendirmeye başlamıştı. Eski sakin günleri aklına geldi, “dönsem mi acaba”
diye içinden geçirdi, içlendi, gözlerinin yaşardığını hissetti. Ama çarkın
göbeğine öyle bir yerleşmişti ki kımıldayacak hali yoktu. Daha doğrusu kendisi
böyle hissediyordu. Kendisinin merkez olduğu hissi bütün benliğini kaplamıştı.
Ayrılması durumunda bütün çark bozulur, kurulu yapı çökerdi. Gençlere de
emeklerine de yazık olurdu. O sıra kafasında bir şimşek çaktı. “Doğru ya” dedi,
“ayrıca bu çark tek değil.” Gelen gidenleri şöyle bir zihninden geçirdi,
onların anlattıklarını hayalinde canlandırdı, içinde bulunduğu halin birçok
çarktan oluşan koca bir mekanizma olduğunu tasavvur etti. Şimdi daha iyi
anlıyordu. Yanına gelenlerden biri ona bunu biraz hissettirmiş, “Sen çok
değerlisin Hacıbaba, bu mekanizmanın merkezi sensin” demişti.
Bu çark ve mekanizma tasavvuru
kafasında bir saplantı haline geldi. Bir türlü atamıyordu zihninden. Gece
rüyasına bile girmeye başlamıştı. Rüyasında bir çarkın göbeği olarak gördü
kendini. Çark döndükçe etrafında yeni çarklar oluşuyordu. Hep birlikte
dönüyorlardı. Kendi çarkı mı diğerlerini döndürüyor, yoksa onlar mı kendi
çarkını döndürüyor, belli değildi. Sonra birden yukarı çekildiğini ve kuş
bakışı mekanizmaya baktığını gördü. Buradan bütün bir mekanizmayı
görebiliyordu. Bütün çarklar mekanizmanın bir parçasıydı. Her biri kendi ekseni
etrafında dönüyor ama hiçbiri diğerinden bağımsız değildi. Nereye bağlı
oldukları, merkezin neresi olduğu da belirsizdi. Sıçrayarak uyandı uykusundan,
gördüklerine bir anlam veremedi. Eşi de çok korkmuştu. “Hayırdır Hacıbaba”
dedi. Ona da cevap veremedi. Hacıanne de onun ermişliğine yordu bunu, üstünde
durmadı. Bu çark fikrini iyice abarttım galiba dedi. Kafasından silmeye karar
verdi.
Mekân iyice kalabalıklaşmış,
gelen-gidene dar gelmeye başlamıştı. Artık gençler de yanına sık sık uğrayamaz
olmuşlardı. Ancak yanı da hiç boş kalmıyordu. Bir gün çok az gördüğü ve yüzünü
hayal meyal hatırladığı bir kişi “Size yeni bir mekân lazım, daha geniş ve
ferah, artık bu çark bu mekânda dönmüyor Hacıbaba” dedi ve unuttuğu çarkı
aklına getirdi. İçinden “Acaba bunu bilinçli mi söyledi yoksa içimi mi okudu?”
diye geçirdi. “Bunlar da boş değil ha!” dedi kendi kendine. Sesini çıkarmadı
ama bir şey de demedi. Bu hali onay kabul edilmişti.
Hakikaten de adam sözünü tutmuş ona
kocaman bir malikâne ayarlamıştı. Hacıanne’yi de götürdüler oraya. Artık eski
mahalleden ve eski mekândan kopmuşlar malikâneye yerleşmişlerdi. “Yahu burada
konu yok, komşu yok, mescit yok, nasıl olacak?” diye sordu. “Efendim
söylediğiniz her şey var, içerde kocaman bir mescit, artık cumaları burada
kılarsınız, etrafınızda her daim insanlar olacak, kızlı-erkekli hizmetçileriniz
yanınızdan hiç ayrılmayacaklar, Hacıanne de rahat edecek.” diye cevap verdi. Bu
sözler, içindeki burukluğu ve mahallesinden ayrılmanın üzüntüsünü giderememişti
ama bu kadar iltifat ve şatafat gözünü kamaştırmış, içini rahatlatmıştı.
Bir zaman sonra yanına kerli ferli
adamlar geldi. Şehrin gidişatından hatta ülke ve dünya siyasetinden
konuşuyorlardı. Hacıbaba’nın fikrini soruyorlar, o da bilgiç ve ilginç cevaplar
veriyordu. Gerçekten görüşleri ilginç miydi, yoksa onlar mı ilginç buluyordu,
onu da pek anlayamıyordu. Bir ara düşündü “ilkokul mezunu benim gibi biri, bu
adamlarla neleri konuşuyorum? Geçmişte bir şeyler okudum ama benden daha çok okuyanlar
var.” Sonra düşünmekten vaz geçti ve kendi duyabileceği bir sesle “galiba ben
erdim ve bana ledün ilminden bilgiler verildi, bu kadar bilgi ancak oradan
gelir” dedi ve bu inanç zihninin en derin yerine yerleşti. Tam o sırada irkildi, başını kaldırdı
etrafındakilerin başlarını salladığını gördü. Aslında onlar kendi aralarında
konuşuyorlar, söyledikleri bir sözü onaylıyorlardı. Ama o, içinden geçenleri
onayladıklarını düşündü. “Ben içimden geçiriyorum ama Allah bunlara duyuruyor
ve tasdik ettiriyor” dedi kendi kendine. Sonra daha büyük sözler etmeye
başladı. Öyle bir duygu anaforunun içine girmişti ki, sözlerinin onların söylediklerinin
tekrarı olduğunu bile fark edemiyordu.
Zamanla işler ilerledi, her gün
raporlar gelmeye başladı önüne. Bazılarını göz ucuyla okuyor, bazılarını kendisine
anlatıyorlardı. Anlattıkları daha çok aklında kalıyordu. Zaten okuduğunu da bir
türlü kavrayıp zihnine yerleştiremiyordu. Uzun uzun cümleler, bilmediği
kavramlar… Ama anlattıkları daha kısa cümlelerden oluşuyor, daha sade ve öz
bilgiler içeriyordu.
Bir akşam orta yaşlı genç zar zor
yanına sokuldu. “Hacıbaba bu insanlar bize büyük şeyler vadediyorlar ama bizden
çok büyük şeyler istemiyorlar. Dediklerine göre bizi dünya çarkı yapmayı
düşünüyorlarmış. Bunlarla çalışalım” dedi. Bu teklife de olur dedi. Zaten
kendisinin de gözü tutmuştu bu insanları. Her dediğini tasdik ediyorlar, ne
derse yapıyorlardı. Neticede ipler kendisinin elindeydi.
Fakat zihninde dönen çark zaman
zaman onu rahatsız ediyordu. Bu duyguları yoğun yaşadığı bir günün gecesinde,
bir daha rüyasına girdi çark. Bu sefer biraz daha farklıydı. Kendi çarkının
daha büyüdüğünü gördü. Artık ülke sınırlarının dışına taşmıştı. Ha bire
dönüyordu. Bu arada bir şey fark etti. Çarkların dişlilerinin arasından
insanlar dökülüyordu. Bazılarının yüzleri tanıdık geliyor, bazılarını ise hiç
tanımıyordu. Hepsi genç çocuklardı. Bir kısmı ise çarka sıkı sıkıya tutunmuşlar,
çarkı parlatıyorlar, vidaları temizliyorlar, hatta kendileri vida oluyorlardı.
Bir ara bütün çarkların insan bedenlerinden oluştuğunu gördü. Herkesin bir yeri
vardı, yeri olmayan atılıyordu. Yüzlerinde sırıtmayı andıran bir gülücük, içlerinde
gergin bir sıkıntı vardı ama her biri mekanizmanın bir parçasıydı. Yüzlerine
bakıyor mutlu oluyordu, içlerini görmek asabını bozuyordu. Birden kendi içi
göründü, koyu karanlığa gömülmüş, kasvetle dolmuş, fokurdayan parlak ve nahoş
bir sıvı kaplamış... Yüzünü ekşitti. O sırada bir şimşek çaktı, bir anlık göz
kamaştıran parıldama oldu. Bir anlıktı ama hoşuna gitmişti. O sıra yüzünü
gördü, sırıtmaya benzer yapmacık bir gülümseme yayılmış; içinin kasvetini,
dehlizini ve nahoş halini perdelemişti. Ama gene de irkilerek uyandı. Hacıanne
yine şaşırdı ama üstünde durmadı, “Efendiye ağır ilhamlar geliyor” diye
düşündü, hiç sesini çıkartmadı.
Son zamanlarda kafasındaki çark bir
anafora dönüşmüştü. Ha bire etrafında dönüyor, kendisi tam ortasında yavaş
yavaş içine çekiliyordu. Bu da girdi rüyasına, boğulduğunu hissetti, bağıra bağıra
uyandı. Hacıanne bunu da hayra yordu. “Büyüdükçe mübarek, yükü de ağırlaşıyor”
diye içinden geçirdi. Gideyim mutfaktan bir su getireyim dedi. Ama mutfağı
bulamadı. Malikânenin içinde döndü durdu. Odaya dönmek istedi, geldiği yolu
bulamadı. Tam o sırada bir hizmetçiye rastladı, hürmetle “buyurun efendim”
dedi. Onu odasına götürdü, mutfaktan su getirdi.
Üç genç artık malikâneye çok az
uğruyorlardı. Her birine büyük işler vermişler, bir kurumun başına koymuşlardı.
Günün yirmi dört saati meşguliyetleri vardı. Bu yeni gelişmeye en iyi ayak
uyduran Ortancaydı. Diğer ikisi eski hallerini kafalarından atamıyorlardı.
Hatta yöntemlerini ve hayat tarzlarını bu yeni kurumlara taşımak istemişler, ama
buna izin verilmemişti. Çünkü çark eski çapta değildi. Ülkeleri içine alan bir
büyüklüğe kavuşmuştu. Yeni bir yönetim ve hiyerarşi yapısı ortaya çıkmıştı.
Onların kafası hala o eski dükkândaydı,
Hacıbaba’yla her öğlen vakti yemekli sohbetteydi. Bu yeni malikânede Hacıbaba’yla
görüşemiyorlardı bile. Adeta bir danışman ve hizmetçi ordusuyla kuşatılmıştı
Hacıbaba. Onları aşıp görüşmek o kadar kolay değildi.
Büyükoğlan ve Küçükoğlan bir gün bir
araya geldiler, kimsenin bilmediği bir dağ evinde oturdular, eski günleri yâd
ettiler, Hacıbaba’nın eski sohbetlerini, Hacıanne’nin leziz yemeklerini
konuştular. Gece yarısına doğru Büyükoğlan “Galiba biz hem kendimize hem de
Hacıanne ve Hacıbaba’ya kötülük ettik” diye içlendi. “Onları sade ve huzurlu
hayatlarından kopardık. Bizim de hareketli ama sade ve eni-boyu belli bir
hayatımız vardı. Şimdi ise boyutlarını kavrayamadığımız, arka planını
görmediğimiz, derinliğinde boğulduğumuz acayip bir hayat yaşıyoruz. Yaşadığımız
hayat bizim hayatımız değil, başkalarının kurguladığı bir hayat sanki. O dükkân
sahiplerinin ahı tuttu belki bizi. Bilmiyoruz o insanlar nasıldı? İyi mi, kötü
mü? Biz hırsımıza yenildik onlar hakkında kafamızdan bir imaj uydurduk ve
adamların şahsiyetlerini karaladık, ticaretlerini lekeledik. Bir suçlu gibi oradan
sürdük. Geçenlerde gördüm, kendi hallerinde eskiye göre biraz daha iyi bir
hayat sürüyorlar. Büyükçe bir mağaza sahibi olmuşlar. İçeri girdim, selam
verdim, beni tanımadılar. İş teklif ettim, büyük buldular, kibarca reddettiler.
Benim amacım gönüllerini hoş ederek bir helallik almaktı. Yüce Allah onu da
bize nasip etmedi. Çünkü bizim açtığımız bu yolda ne çok insan telef oldu,
mağdur edildi, şahsiyetleri lekelendi. Artık vicdanım kaldırmıyor ama
Hacıbaba’nın dediği gibi çarkın dışına da çıkamıyorum.”
Küçükoğlan bütün söylediklerini
onaylar gibi başını salladı. “Artık bu çark bizi öğütene kadar devam edeceğiz”
dedi. “Öğütüldüğümüzde sonumuzun ne olacağı belli. Doğru buradan ayrılış yok.
Belki kopuş olabilir. Ama kopuş da sert olur, koptuğu yerden çok kopana zarar
verir. Eğer bu zararı göze alabiliyorsan denemeye değer.” “Zor be kardeşim”
dedi Büyükoğlan. “Kopup düştüğümüz yer bizi kabul eder mi? o bile belli değil.”
“Onu düşünmeyeceksin” dedi Küçükoğlan. “Kopacaksan şayet her şeyi göze
alacaksın. Denemeye değer. Sonunu da hesap etmeyeceksin. Sonunu hesap eden bu
çarkta dönmeye devam eder ya öğütülür ya yutulur ya da savrulur gider. Kopuş
eskiye döndürmez belki, yitenleri getirmez, kaçırdıklarına yetirmez, geçmişi
telafi etmez ama en azından çarktan kurtarır, elde pişmanlık kalır, belki bu
pişmanlık bir mazeret olur, gün doğar, yeni bir gün olur.”
27 Şaban 1443 /
30 Mart 2022
Resim: www.istockphoto.com
0 yorum:
Yorum Gönder