29 Temmuz 2022 Cuma

Bu Sefer Kosova’ya Murat Hüdavendigar’ı Anmaya -I-


BU SEFER KOSOVA’YA

MURAT HÜDAVENDİGAR’I ANMAYA

-Birinci Kısım-

Cağfer KARADAŞ

*

NOT: Bu yazı 13-16 Haziran 2022 tarihinde Şehit Hünkâr Murat Hüdavandgar’ın Kosova’da kabri başında anma toplantısı dolayısıyla gerçekleşen gezinin biraz duygusal yanı ağır basan anlatımıdır. Yazı uzun olduğu için ikiye bölerek yayınlamanın uygun olacağını düşündüm.

Hayırlı ve bereketli okumalar efendim!

*

Osmangazi Belediyesince her yıl düzenlenen Kosova Zaferini ve Şehit Hünkâr Murad Hüdavendigar’ı anma törenine bu yıl bizler de davet edildik. Otobüsle gitmek zahmetli olmakla birlikte gezilen ve görülen yerlerin verdiği haz ve dostlarla birlikte olmanın getirdiği hoş sefa keyifli bir yolculuk olmasını beraberinde getirdi.

Mustfa Asım Yediyıldız hocayı başkan seçtik, sabrın ne demek olduğunun örneğini sundu bize. İsmail Güler hocanın ilginç esprileri çok hoştu, hanımefendi cihetinden batı Trakya’da ev sahibi havasına girmesi çok tatlıydı. Bilal Kemikli hocanın heyecanlı ve telaşlı bir şeyler anlatma çabası görülmeye/dinlemeye değerdi. Hatice Şahin hocanın Türkçesini konuşturması öğreticiydi, Şirin hocanın baba ocağına kavuşma heyecanı çok duygusaldı. Adem beyin sorumluluk bilinciyle koşuşturması takdire şayandı. Konuşmasına muhalefet olarak diye başlayan Belediye Meclis Üyesi Safa beyi ve köklü sendikacılığını hemen ele veren Günay beyi tanımak güzeldi. Her an eli deklanşöre giden fotografçımızın eli çabuktu. Ekipte görevli diğer arkadaşların hepsi bir pırlantaydı. Böyle bir toplulukla huzurlu ve uyumlu bir yolculuk yapmak keyifliydi. Kaptanlarımız on numaraydı. Hele Naim beyin tecrübesi, gümrük memurlarıyla başarılı diyaloğu görülmeye değerdi. Hâsılı Kosova’ya seferimiz, şehit hünkâr Murad Hüdavendigar’ı anma gezimiz işte böyleydi. Kelimenin tam anlamıyla harikaydı ve verimliydi.

1915 ÇANAKKALE KÖPRÜSÜ

Bursa’dan çıkıp 1915 Çanakkale Köprüsünü geçmek yeni tecrübelerimizden biriydi. Yıllardır hayali kurulan bir eser gerçekleşmiş, Çanakkale Boğazına inci misali ışıl ışıl kırmızı beyaz bir gerdanlık takılmıştı. Sembollerin köprüsü denilmesi bir gerçeğin altının çizilmesiydi ve tarihe not düşülmesiydi. İsmi bile bu yüzden çok anlamlıydı. Neler yaşanmamıştı ki, o tarihi boğaz ve çevresinde! Köprünün en büyük kazançlarından biriyse dindaşlarımızın ve soydaşlarımızın yaşadığı yerlerin kısalması, sılanın yakınlaşması, yollarının canlanması, hâsılı göze ve gönle yakışan bir tablonun oluşmasıydı.

İpsala kapısından geçiş Batı Trakya’ya kavuşmaydı. Batı Trakya’nın ne anlama geldiğini Bursa’da yaşayıp da bilmemek ve anlamamak mümkün değildir. Çünkü burada olan her ailenin mutlaka Bursa’da bir parçası vardır.

KAVALA

Yunanistan’da ilk durağımız Kavala oldu. Domuz eti bulaşmamış bir kahvaltı arayışımız burada nelerin değişmiş olduğunu anlatmaya yetiyordu. Bir zamanların Osmanlı kentinde yiyecek hususunda bile tedirgindik. Buradaki Osmanlı izlerini her yönüyle silmek için ellerinden ne gelmişse yapmışlardı. Tıpkı Latinlerin Endülüs’e yaptığı gibi. Sekiz asır Müslümanların hüküm sürdüğü koca Endülüs’te bir elin parmakları kadar az sayıda eser ancak ayakta bırakılmıştır. Onu da turistik malzeme olarak kullanmaktadırlar.

Kavala’ya ikinci gelişimdi. Tam tutturamasam da ufaktan bir rehberlik yaptığım bile oldu. Burada görülecek en önemli manzara Osmanlı’ya isyan etmiş olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın doğduğu konak ve önüne Yunanlılar tarafından dikilmiş at üstündeki heykeliydi. İlk gelişimde dikkatimden kaçmış, Kavalalı’nın at üstünde kılıç çekerken tasvir edilmesi. Heykeli Yunanlılar yaptırdığına göre bunun Osmanlı’ya karşı kılıç çekme olarak düşündükleri muhakkak. Zaten bugünlerde On İki Adanın uluslararası anlaşmalara aykırı olarak Yunan Hükümeti tarafından silahlandırılması yüzünden iki ülke arasında büyük bir gerilim yaşanıyordu.

On iki adanın zahmetsiz ve masrafsız kendilerine altın tepsi içinde sunulması Yunanlıları kesmemiş olacak ki, ağababalarını arkalarına alarak daha fazlasını istiyorlar. Belki de İzmir sahillerindeki perişan hallerini hatırlayıp, Anadolu’da tutunamayışlarını zihinlerine getirip uğradıkları büyük hezimetin doğurduğu kin ve nefreti heykelden Kavalalı’ya kılıç çektirerek ifade ediyorlar. Bunu bir yerlere not düşmek gerek. Su uyur, düşman uyumaz. Cadde boyunda gördüğümüz Anatolia tabelasına şaşıran arkadaşımıza şöyle demiştim: “Unutma ki, bizim zihnimizde Endülüs ve Balkanlar neyse onların zihninde de Anadolu odur.”

Kavala’ya Osmanlı kenti dedik ya, Mehmet Ali’nin konağı ile minaresi yıkılmış bir cami dışında neredeyse hiçbir iz bırakmamışlar burada. Mustafa Gürses ağabeyle birinci gelişimde gördüğüm camiyi gözlerim aradı, bulamadım. Çok kalamayacağımız için kimseye de söylemedim. O camiyi gördüğümde içim burkulmuştu. Kaidesine kadar yıkılmış minaresi ve bir müzikhole dönüştürülmüş iç mekânı hale gözümün önündedir.

Üzülerek söyleyelim ki, benzerleri bizim ülkemizde de yapıldı. 1980’lerde Sirkeci İstasyonunun bitişiğindeki caminin yerinde harap bir saz evi tabelasını gözlerimle görmüştüm. Eminönü müftülüğünün çalışmasıyla tekrar camiye dönüştürüldü de aslına döndü. Bu camii 1670 Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış, 1928 yılında harabe haline gelmiş ve yıktırılmış, 1954 yılında Anadolu Saz Evi olarak kullanılmış 1987 yılında tekrar camii olarak inşa edilmiştir.

Öte yandan yıllarca Rumeli Hisarı Konserlerinin yapıldığı sahnenin Fatih’in yaptırdığı Hisar mescidi olduğunu öğrendiğimde de aynı burukluğu yaşamıştım. Geçenlerde 25. Kelam Anabilim Dalları Koordinasyon Toplantısı için gittiğim Safranbolu’nun meydanındaki Kazdağlıoğlu Camiinin kısa ve ibretlik hikâyesi ise bütün bunların özetiydi: “1779’da Kazdağlı Mehmed Ağa tarafından yaptırıldı, 1930’larda özel kişilere satıldı, 1975 yılında Safranbolu Belediyesine bağışlandı, 2004 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğüne geçti ve restore edilerek ibadete açıldı.” Neyse ki milletimizin dinine, tarihine ve kültürüne bağlılığı sayesinde Anadolu coğrafyası bu halleri çabuk atlattı. Ama hala kayıp camilerin, medreselerin, tekkelerin, yıkılan kalelerin, yok edilen çeşmelerin bulunduğu bir gerçek.

SELANİK

İkinci durağımız Selanik’ti. Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu evi gördük. Ev oldukça bakımlı ve titizlikle korunmaktaydı. Her tarafının pırıl pırıl hali, bunun göstergesiydi. Ev mütevazı bir Osmanlı konağı görünümündeydi. Bahçesindeki nar ağacı evin tarihinin belgesiydi. Osmanlı izlerinin silindiği Selanik’in eski halini gösteren fotoğraflar o günden bu güne şehirde nelerin nasıl değiştiğini gösteriyordu. Resimlerin birinde sekiz veya dokuz minare saydım. Arkadaşlarla konağın yakınlarını şöyle bir dolaşalım dedik, bir tane bile minare göremedik. Caddenin alt tarafında minareye benzer bir kule ve yanında daire planında bir yapı gördük ve muhtemelen eski bir cami dedik. Şehirden çıkarken bir camii kalıntısının tamire alındığını fark ettik. Bir resim karesinde sekiz minarenin bulunduğu şehrin şu anki hali sanki buraya hiç Osmanlı uğramamış gibiydi. Yol boyu gördüğümüz Osmanlı kışla kalıntıları ise henüz izlerin tam silinemediğinin şahitleriydi.

ÜSKÜP

Birinci günün akşamı Üsküp’e geçtik. Balkanların incisi, Yahya Kemal’in şehri. İstanbul kadar Üsküp’ü yazmış mıdır acaba Yahya Kemal? Eski acıları deşmek istememiştir belki de ayrılık acısını, yüreğinin sızısını, gurbette bulunmanın sancısını. Belki de İstanbul aşkıyla teselli etmiştir kendisini.

Üsküp’te eski öğrencilerimizden Süleyman Baki’yle karşılaşmak gurbette bir hemşeriyle karşılaşmak gibi geldi bana. Gerçi Üsküp gurbet değil, bir sıla, kavuşma mekânı, yolların kesiştiği kavşak alanı. Kavala ve Selanik’i gördükten sonra oluştu herhalde bu gurbet havası içimde.

Yüce Rabbim hayırlı ve bereketli ömürler versin Süleyman Baki’ye. Adeta kendisini Üsküp’e hatta koca Balkanlara adamış bir kardeşimiz. Üsküp’te çok güzel bir Ensar kardeşliği kurumu ve projesi oluşturmuş. Onun çalışmaları burada yeşeren hatta meyveye duran bir bağ niteliğinde. Türkiye halkıyla da güçlü bir irtibat kurmuş. Bu ve benzeri çalışmalarla Türkiye’mizin birçok şehrinin hatta ilçe belediyelerinin hizmetlerini ve yardımlarını Balkan şehirlerinde görmek mümkün. Bu görüntüler, Ensar dayanışmasının bu çağa yansımalarıdır.

Üsküp hakkında çarpıcı bilgiler verdi Süleyman Baki. Hepsini hatırlayamayacağım için bazılarını yazıp göndermesini istedim. Yıkılan camiler, yok edilen tarihi eserler ve silinmeye çalışılan koca bir Osmanlı mirası… Onun verdiği bilgiye göre Üsküp çarşısı balkanların en büyük çarşısıydı. Tam da Osmanlı’yı hatırlatıyor ve anlatıyordu. Çarşıyı görünce Saraybosna Çarşısı gözümün önüne geldi. Ortasında Murat Paşa camii etrafında irili ufaklı mescitler. Balkanlara özel bir çarşı tipi. Bursa’nın Ulucami ve Orhan Camii etrafında oluşmuş çarşısının tipik bir örneği gibi.

Üsküp’te yediğimiz İnegöl tipi köfte ve Türkiye’de de bir hayli yaygın olan Balkanların tirilece tatlısı coğrafyanın birlikteliğinin yiyecek düzeyinde yaşayan şahitleriydi. Dönüş yolunda otobüste kısa bir konuşmam istenmişti de şöyle bir cümle kurmuştum: “Bu toprakların kaderi birlikte yazılmıştır.” O yüzden Bursa’yı Bosna’dan Üsküp’ü İstanbul’dan ayıramazsınız ve ayrı düşünemezsiniz. Dillerimiz ayrı olsa bile gözlerimizin ışıltısı ve “Allah’a emanet” deyişimiz hep aynıdır; aynı kıbleye yönelir, aynı ibadeti eder, aynı mevlitleri okur, aynı dertlerle dertlenir, aynı şarkıları ve türküleri terennüm ederiz.

Süleyman Baki bize akşam şehrin iki yakasını gösterdi. Hakikaten iki yaka. Çünkü şehrin ortasından geçen Vardar nehrinin bir yanından öte yanına Taş Köprüyle geçiliyor. Osmanlı’ya yakışır asaletin ve onca gelişmeye meydan okumanın timsali. Nehrin bir tarafı Müslüman, diğer tarafı gayr-ı müslim. Aradaki fark hemen görülüyor. Şu an bile Müslüman nüfusu Makedonya’nın yüzde kırk olmasına rağmen hala Müslümanlar yönetimde ve toplumsal hayatta bu oranda etkin değiller gibi. Gene de Allah’a şükredecek bir dayanışma ve hayat mücadelesini görmemiz bizi ziyadesiyle teselli etti. Süleyman Baki’nin Üsküp’ün meydanında yıkılan camiler ve diğer yapılarla ilgili verdiği bilgiler ise içimizi burktu. Buralarda da Müslüman Osmanlı izleri silinmeye çalışılmıştı.

Sabahleyin Bilal Kemikli hocayla şehri gün ışığında görmek için otelden erkenden çıktık. Bir takım dış fonlarla yeniden düzenlenen Üsküp Meydanı Müslümanlara meydan okuma platformuna dönüştürülmüştü. Bu düzenlemeyle şehrin üstüne Büyük İstilacı İskender ve Babasının heykellerinin gölgeleri düşmüştü. Meydanın ortasında yer alan Cami yıkılmış ve yok edilmiş, geriye kalan bir Osmanlı hamamı ve köprüsü mütevazı halleriyle direnen Müslüman bilincin somut temsilcisi gibiydi.

Resim: https://pixabay.com/ adresinden alınmıştır.

 


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar