BU SEFER
KOSOVA’YA
MURAT
HÜDAVENDİGAR’I ANMAYA
-Birinci Kısım-
Cağfer KARADAŞ
*
NOT: Bu yazı 13-16 Haziran 2022 tarihinde Şehit Hünkâr Murat
Hüdavandgar’ın Kosova’da kabri başında anma toplantısı dolayısıyla gerçekleşen
gezinin biraz duygusal yanı ağır basan anlatımıdır. Yazı uzun olduğu için ikiye
bölerek yayınlamanın uygun olacağını düşündüm.
Hayırlı ve bereketli okumalar efendim!
*
Osmangazi Belediyesince her yıl
düzenlenen Kosova Zaferini ve Şehit Hünkâr Murad Hüdavendigar’ı anma törenine
bu yıl bizler de davet edildik. Otobüsle gitmek zahmetli olmakla birlikte
gezilen ve görülen yerlerin verdiği haz ve dostlarla birlikte olmanın getirdiği
hoş sefa keyifli bir yolculuk olmasını beraberinde getirdi.
Mustfa Asım Yediyıldız hocayı başkan seçtik, sabrın ne demek
olduğunun örneğini sundu bize. İsmail Güler hocanın ilginç esprileri çok hoştu,
hanımefendi cihetinden batı Trakya’da ev sahibi havasına girmesi çok tatlıydı.
Bilal Kemikli hocanın heyecanlı ve telaşlı bir şeyler anlatma çabası
görülmeye/dinlemeye değerdi. Hatice Şahin hocanın Türkçesini konuşturması
öğreticiydi, Şirin hocanın baba ocağına kavuşma heyecanı çok duygusaldı. Adem
beyin sorumluluk bilinciyle koşuşturması takdire şayandı. Konuşmasına muhalefet
olarak diye başlayan Belediye Meclis Üyesi Safa beyi ve köklü sendikacılığını
hemen ele veren Günay beyi tanımak güzeldi. Her an eli deklanşöre giden
fotografçımızın eli çabuktu. Ekipte görevli diğer arkadaşların hepsi bir
pırlantaydı. Böyle bir toplulukla huzurlu ve uyumlu bir yolculuk yapmak
keyifliydi. Kaptanlarımız on numaraydı. Hele Naim beyin tecrübesi, gümrük
memurlarıyla başarılı diyaloğu görülmeye değerdi. Hâsılı Kosova’ya seferimiz,
şehit hünkâr Murad Hüdavendigar’ı anma gezimiz işte böyleydi. Kelimenin tam
anlamıyla harikaydı ve verimliydi.
1915 ÇANAKKALE KÖPRÜSÜ
Bursa’dan çıkıp 1915 Çanakkale
Köprüsünü geçmek yeni tecrübelerimizden biriydi. Yıllardır hayali kurulan bir
eser gerçekleşmiş, Çanakkale Boğazına inci misali ışıl ışıl kırmızı beyaz bir gerdanlık
takılmıştı. Sembollerin köprüsü denilmesi bir gerçeğin altının çizilmesiydi ve
tarihe not düşülmesiydi. İsmi bile bu yüzden çok anlamlıydı. Neler yaşanmamıştı
ki, o tarihi boğaz ve çevresinde! Köprünün en büyük kazançlarından biriyse dindaşlarımızın
ve soydaşlarımızın yaşadığı yerlerin kısalması, sılanın yakınlaşması,
yollarının canlanması, hâsılı göze ve gönle yakışan bir tablonun oluşmasıydı.
İpsala kapısından geçiş Batı Trakya’ya kavuşmaydı. Batı Trakya’nın
ne anlama geldiğini Bursa’da yaşayıp da bilmemek ve anlamamak mümkün değildir. Çünkü
burada olan her ailenin mutlaka Bursa’da bir parçası vardır.
KAVALA
Yunanistan’da ilk durağımız Kavala
oldu. Domuz eti bulaşmamış bir kahvaltı arayışımız burada nelerin değişmiş
olduğunu anlatmaya yetiyordu. Bir zamanların Osmanlı kentinde yiyecek hususunda
bile tedirgindik. Buradaki Osmanlı izlerini her yönüyle silmek için ellerinden
ne gelmişse yapmışlardı. Tıpkı Latinlerin Endülüs’e yaptığı gibi. Sekiz asır Müslümanların
hüküm sürdüğü koca Endülüs’te bir elin parmakları kadar az sayıda eser ancak
ayakta bırakılmıştır. Onu da turistik malzeme olarak kullanmaktadırlar.
Kavala’ya ikinci gelişimdi. Tam
tutturamasam da ufaktan bir rehberlik yaptığım bile oldu. Burada görülecek en
önemli manzara Osmanlı’ya isyan etmiş olan Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın doğduğu
konak ve önüne Yunanlılar tarafından dikilmiş at üstündeki heykeliydi. İlk gelişimde
dikkatimden kaçmış, Kavalalı’nın at üstünde kılıç çekerken tasvir edilmesi.
Heykeli Yunanlılar yaptırdığına göre bunun Osmanlı’ya karşı kılıç çekme olarak
düşündükleri muhakkak. Zaten bugünlerde On İki Adanın uluslararası anlaşmalara
aykırı olarak Yunan Hükümeti tarafından silahlandırılması yüzünden iki ülke
arasında büyük bir gerilim yaşanıyordu.
On iki adanın zahmetsiz ve masrafsız
kendilerine altın tepsi içinde sunulması Yunanlıları kesmemiş olacak ki, ağababalarını
arkalarına alarak daha fazlasını istiyorlar. Belki de İzmir sahillerindeki
perişan hallerini hatırlayıp, Anadolu’da tutunamayışlarını zihinlerine getirip
uğradıkları büyük hezimetin doğurduğu kin ve nefreti heykelden Kavalalı’ya
kılıç çektirerek ifade ediyorlar. Bunu bir yerlere not düşmek gerek. Su uyur,
düşman uyumaz. Cadde boyunda gördüğümüz Anatolia tabelasına şaşıran arkadaşımıza
şöyle demiştim: “Unutma ki, bizim zihnimizde Endülüs ve Balkanlar neyse onların
zihninde de Anadolu odur.”
Kavala’ya Osmanlı kenti dedik ya,
Mehmet Ali’nin konağı ile minaresi yıkılmış bir cami dışında neredeyse hiçbir
iz bırakmamışlar burada. Mustafa Gürses ağabeyle birinci gelişimde gördüğüm
camiyi gözlerim aradı, bulamadım. Çok kalamayacağımız için kimseye de
söylemedim. O camiyi gördüğümde içim burkulmuştu. Kaidesine kadar yıkılmış
minaresi ve bir müzikhole dönüştürülmüş iç mekânı hale gözümün önündedir.
Üzülerek söyleyelim ki, benzerleri
bizim ülkemizde de yapıldı. 1980’lerde Sirkeci İstasyonunun bitişiğindeki
caminin yerinde harap bir saz evi tabelasını gözlerimle görmüştüm. Eminönü
müftülüğünün çalışmasıyla tekrar camiye dönüştürüldü de aslına döndü. Bu camii
1670 Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından yaptırılmış, 1928 yılında harabe
haline gelmiş ve yıktırılmış, 1954 yılında Anadolu Saz Evi olarak kullanılmış
1987 yılında tekrar camii olarak inşa edilmiştir.
Öte yandan yıllarca Rumeli Hisarı Konserlerinin yapıldığı sahnenin
Fatih’in yaptırdığı Hisar mescidi olduğunu öğrendiğimde de aynı burukluğu
yaşamıştım. Geçenlerde 25. Kelam Anabilim Dalları Koordinasyon Toplantısı için
gittiğim Safranbolu’nun meydanındaki Kazdağlıoğlu Camiinin kısa ve ibretlik hikâyesi
ise bütün bunların özetiydi: “1779’da Kazdağlı Mehmed Ağa tarafından
yaptırıldı, 1930’larda özel kişilere satıldı, 1975 yılında Safranbolu
Belediyesine bağışlandı, 2004 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğüne geçti ve
restore edilerek ibadete açıldı.” Neyse ki milletimizin dinine, tarihine ve
kültürüne bağlılığı sayesinde Anadolu coğrafyası bu halleri çabuk atlattı. Ama
hala kayıp camilerin, medreselerin, tekkelerin, yıkılan kalelerin, yok edilen
çeşmelerin bulunduğu bir gerçek.
SELANİK
İkinci durağımız Selanik’ti. Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu evi gördük.
Ev oldukça bakımlı ve titizlikle korunmaktaydı. Her tarafının pırıl pırıl hali,
bunun göstergesiydi. Ev mütevazı bir Osmanlı konağı görünümündeydi.
Bahçesindeki nar ağacı evin tarihinin belgesiydi. Osmanlı izlerinin silindiği
Selanik’in eski halini gösteren fotoğraflar o günden bu güne şehirde nelerin
nasıl değiştiğini gösteriyordu. Resimlerin birinde sekiz veya dokuz minare
saydım. Arkadaşlarla konağın yakınlarını şöyle bir dolaşalım dedik, bir tane bile
minare göremedik. Caddenin alt tarafında minareye benzer bir kule ve yanında
daire planında bir yapı gördük ve muhtemelen eski bir cami dedik. Şehirden
çıkarken bir camii kalıntısının tamire alındığını fark ettik. Bir resim karesinde
sekiz minarenin bulunduğu şehrin şu anki hali sanki buraya hiç Osmanlı
uğramamış gibiydi. Yol boyu gördüğümüz Osmanlı kışla kalıntıları ise henüz
izlerin tam silinemediğinin şahitleriydi.
ÜSKÜP
Birinci günün akşamı Üsküp’e geçtik.
Balkanların incisi, Yahya Kemal’in şehri. İstanbul kadar Üsküp’ü yazmış mıdır
acaba Yahya Kemal? Eski acıları deşmek istememiştir belki de ayrılık acısını,
yüreğinin sızısını, gurbette bulunmanın sancısını. Belki de İstanbul aşkıyla
teselli etmiştir kendisini.
Üsküp’te eski öğrencilerimizden
Süleyman Baki’yle karşılaşmak gurbette bir hemşeriyle karşılaşmak gibi geldi
bana. Gerçi Üsküp gurbet değil, bir sıla, kavuşma mekânı, yolların kesiştiği kavşak
alanı. Kavala ve Selanik’i gördükten sonra oluştu herhalde bu gurbet havası
içimde.
Yüce Rabbim hayırlı ve bereketli
ömürler versin Süleyman Baki’ye. Adeta kendisini Üsküp’e hatta koca Balkanlara
adamış bir kardeşimiz. Üsküp’te çok güzel bir Ensar kardeşliği kurumu ve
projesi oluşturmuş. Onun çalışmaları burada yeşeren hatta meyveye duran bir bağ
niteliğinde. Türkiye halkıyla da güçlü bir irtibat kurmuş. Bu ve benzeri
çalışmalarla Türkiye’mizin birçok şehrinin hatta ilçe belediyelerinin
hizmetlerini ve yardımlarını Balkan şehirlerinde görmek mümkün. Bu görüntüler,
Ensar dayanışmasının bu çağa yansımalarıdır.
Üsküp hakkında çarpıcı bilgiler
verdi Süleyman Baki. Hepsini hatırlayamayacağım için bazılarını yazıp
göndermesini istedim. Yıkılan camiler, yok edilen tarihi eserler ve silinmeye çalışılan
koca bir Osmanlı mirası… Onun verdiği bilgiye göre Üsküp çarşısı balkanların en
büyük çarşısıydı. Tam da Osmanlı’yı hatırlatıyor ve anlatıyordu. Çarşıyı
görünce Saraybosna Çarşısı gözümün önüne geldi. Ortasında Murat Paşa camii
etrafında irili ufaklı mescitler. Balkanlara özel bir çarşı tipi. Bursa’nın Ulucami
ve Orhan Camii etrafında oluşmuş çarşısının tipik bir örneği gibi.
Üsküp’te yediğimiz İnegöl tipi köfte
ve Türkiye’de de bir hayli yaygın olan Balkanların tirilece tatlısı coğrafyanın
birlikteliğinin yiyecek düzeyinde yaşayan şahitleriydi. Dönüş yolunda otobüste
kısa bir konuşmam istenmişti de şöyle bir cümle kurmuştum: “Bu toprakların
kaderi birlikte yazılmıştır.” O yüzden Bursa’yı Bosna’dan Üsküp’ü İstanbul’dan
ayıramazsınız ve ayrı düşünemezsiniz. Dillerimiz ayrı olsa bile gözlerimizin
ışıltısı ve “Allah’a emanet” deyişimiz hep aynıdır; aynı kıbleye yönelir, aynı
ibadeti eder, aynı mevlitleri okur, aynı dertlerle dertlenir, aynı şarkıları ve
türküleri terennüm ederiz.
Süleyman Baki bize akşam şehrin iki
yakasını gösterdi. Hakikaten iki yaka. Çünkü şehrin ortasından geçen Vardar nehrinin
bir yanından öte yanına Taş Köprüyle geçiliyor. Osmanlı’ya yakışır asaletin ve
onca gelişmeye meydan okumanın timsali. Nehrin bir tarafı Müslüman, diğer tarafı
gayr-ı müslim. Aradaki fark hemen görülüyor. Şu an bile Müslüman nüfusu
Makedonya’nın yüzde kırk olmasına rağmen hala Müslümanlar yönetimde ve
toplumsal hayatta bu oranda etkin değiller gibi. Gene de Allah’a şükredecek bir
dayanışma ve hayat mücadelesini görmemiz bizi ziyadesiyle teselli etti. Süleyman
Baki’nin Üsküp’ün meydanında yıkılan camiler ve diğer yapılarla ilgili verdiği
bilgiler ise içimizi burktu. Buralarda da Müslüman Osmanlı izleri silinmeye
çalışılmıştı.
Sabahleyin Bilal Kemikli hocayla
şehri gün ışığında görmek için otelden erkenden çıktık. Bir takım dış fonlarla yeniden
düzenlenen Üsküp Meydanı Müslümanlara meydan okuma platformuna dönüştürülmüştü.
Bu düzenlemeyle şehrin üstüne Büyük İstilacı İskender ve Babasının heykellerinin
gölgeleri düşmüştü. Meydanın ortasında yer alan Cami yıkılmış ve yok edilmiş,
geriye kalan bir Osmanlı hamamı ve köprüsü mütevazı halleriyle direnen Müslüman
bilincin somut temsilcisi gibiydi.
Resim: https://pixabay.com/ adresinden alınmıştır.
0 yorum:
Yorum Gönder