Cağfer KARADAŞ
Modern zamanlarda armutla elmanın aynı kefeye konulduğu gelişmelere şahit olmaya başladık. Mahiyet, renk, tat, tür, cins ve cinsiyet farkının yok sayıldığı ve her şeyin birbirine karıştırılıp bir torbaya boca edildiği gelişmeler gündemi işgal etti. Bazen de tam zıttı gelişmeler: Kıyasın, farklılığın, farkındalığın ve tanımlamanın abartıldığı; farklılıklar üzerinden ayrımcılık ve ötekileştirme oluşturulduğu, her grubun, her türün ve her cinsin bir diğerine veya karşıtına düşman kılındığı sahneler ortaya çıktı.
Bunun en kötü örneği bir yönüyle
kadın erkek arasındaki cinsiyet farkının yok sayılması öteki yönüyle ise
kadın-erkeğin birbirine düşman kılınması. İlginç olan bu iki zıt düşüncenin aynı
şahıslarda aynı anda tezahür etmesi ve dillendirilmesi…
Ne yazık ki, bu çağda insan doğasına
uygun, hukukî ve ahlakî esaslar çerçevesinde aile değil, aynı cinsiyetten/eşcinsel
kişilerin birlikteliğinden sözde/yapay aile garabeti ortaya çıktı. Böylece
ailenin nasıl yozlaştırılabileceğinin en çarpıcı ve çarpık örneği sahnelenmiş
oldu.
Çocuk edinmeyi doğal yolla değil,
mağazadan çanta alır gibi sahiplenme yoluyla elde edileceği garabetini de duyar
hale geldik. Hani çocuğu olmayan eşleri anlayabiliyorum da eşcinsel iki erkeğin
veya iki kadının bir araya gelip sözde aile kurup evlatlık edinmeye
kalkışmalarını anlayamıyorum, bunu insan doğasına sığdıramıyorum.
Bu gidişatın bir başka çarpık yönü,
çocuğun bir mal ve meta olarak görülmesi. “Çocuk benim değil mi? İster aldırırım
ister doğururum” söylemi. Bu adeta Nemrut’un öldürme ve yaşatma konusunda Tanrı’yla
yarışmaya kalkışmasına benzemekte. İnsanın mal gibi görülemeyeceği, ana rahmine
düştüğü andan itibaren insanî, dinî ve hukukî haklarının olduğu bilinmek
istenmeyen bir cehalet dönemine girdik sanki. Bunun benzeri “vücut benim değil
mi? İstediğimi yaparım” söylemidir. Bu da kişinin bilerek veya bilmeyerek
kendisini meta haline dönüştürmesi, kendi vücuduna tuval muamelesi yapılmasına
izin vermesidir.
Şu anda feministlerin ve cinsiyetsizlik
savunucularının hedefinde tam da biyolojik aile vardır. Tabi ki bu ilk adımdır.
Burada durmayacak, ardı sıra diğer aidiyetlere sıra gelecek ve sonuçta topyekûn
insanlığın temeline dinamit konulacaktır. Zaten cinsiyetsizliğin ilerleyen
adımı hayvanla insan arasındaki farkın inkârıdır. Evrim efsanesi/senaryosu buna
iyi bir zemin hazırlamıştır. Artık insan gibi giydirilen hayvanların veya
hayvan gibi yaşamaya özenen insanların olduğu bir çağdayız.
Peki, bu başarılabilir mi? Hiç
mümkün değil. Anarşizm, bunun gibi insanlığa karşı kalkışmaların fiyasko
olacağının tarihteki adı ve deneyimidir. Şayet bu kalkışmalara karşı dinî,
ahlakî ve hukukî bir duruş sergilenmezse, başta aile olmak üzere bütün
aidiyetlere bu gidişatın ciddi zararlar verebileceği son derece açıktır.
Bu gelişmelere bakınca İslam’ın
evlatlık kurumunu kaldırmasının ne kadar isabetli ve hikmetli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır.
Çünkü günümüzde evlatlık kurumu bu tür sözde aile oluşumlarına meşruiyet
kazandırma aracı kılınmaya başlanmıştır. Yüce Allah insanoğlunun ifsat ve
isyanda ne denli ileri gidebileceğini bildiğinden Rahmet Peygamberi üzerinden
bu kurumu kaldırmış ve bununla biyolojik aileyi hukukî bakımdan koruma altına
almıştır.[1]
Evlatlık kurumumun bu çağdaki kadar
istismar edildiği bir dönem her halde görülmemiştir. Müşrikler evlatlığı
siyasî, askerî ve kabile itibarını artırıcı bir faktör olarak kullanıyorlardı. Ayrıca
tebenni denilen tek taraflı sadece erkek çocukların evlat edinilmesi söz
konusuydu. Bu uygulama haksız ve ayırımcı olduğundan, biyolojik aile yapısına tehdit
teşkil ettiğinden ve kişisel haklara zarar verdiğinden kaldırılmıştır. Çünkü bu
yolla birileri kazanırken gerçek aile bireyleri mağdur ve mahrum
olabiliyorlardı. Bu yüzden İslam, çocukların biyolojik ailesine nispet edilmesi
hükmünü getirmiştir. (Ahzab 33/5).
Bir başka husus ise müşrik
toplumlarda kadınlar ve yetimlerin ezilmesidir. Sadece Kur’an’ın kadınlar
anlamına gelen Nisâ Suresi okunsa, o dönemde ezilen, hakları yenilen ve
dışlanan bu iki kesimin durumu görülebilir. Bu sûrede ortaya konulan hükümlerle
ailenin tanımı yapılmış, kadınların ve yetim çocukların hakları zikredilmiş ve biyolojik
aidiyete bağlı miras konusu netleştirilmiştir. Böylece biyolojik aile ve
aidiyetler hukukî koruma altına alınmıştır. Ayrıca Yüce Allah sûrenin başında kadın
ve erkek şeklinde sadece iki cinsiyet olduğunu açıkça belirtmiştir.
Kur’an’da ilk yaratılan Hz. Âdem ve
Hz. Havva’dan sıkça bahsedilmesinin hikmeti sadece onların ilk insanlar
olduğunu açıklama değil, insan cinsiyetinin erkek ve kadından ibaret olduğunun
beyandır. Evrim düşüncesinin aksine Yüce Allah, onları en baştan insan olarak yaratmış
ve insan neslinin çoğalmasını iki karşı cinsin birlikteliğine bağlamıştır.
Bugün ise çağdaş denilen ülkelerinde
yaşanan garabet ortadadır. Kanuna uydurularak birçok aileden çocuklar zorla
koparılmakta ve koruyucu aile sayılan kişilere verilmektedir. Verilen aileler
içinde eşcinsel türden sözde aileler de bulunmaktadır. Çünkü onlara göre aile
“cinsiyeti ne olursa olsun iki veya daha çok kişinin bir araya geldiği yapı” şeklinde
anlaşılmaktadır. Sonuç itibariyle bu anlayış doğal biyolojik aile kurumunu
yozlaştırmanın ötesinde, insanlığın doğallığını dejenere etmeye ayarlı bir
sözde yapı doğurmuştur.
Öte yandan evlatlığın henüz bebeklik
evresinde gerçekleşmesi ve kişinin gerçek ailesini tanımaması, bir başka vahim
boyutu oluşturmaktadır. Bu şekilde evlatlık verilen ve ileri yaşlarda gerçek
anne-babasını öğrenen kişilerin nasıl bir psikolojik sarsıntı geçirdikleri bu
deneyimi yaşayan ve görenlerin malumudur.
Muhtaç ve yetim çocukların korunmasına
gelince bunun insan doğasına, hukuka, ahlaka ve dine uygun olması gerekir.
Bunun adına “koruyucu aile” denmesinde bir sakınca yoktur. Yetimlere ve
muhtaçlara yönelik bu tür himaye faaliyetleri her dönemde olagelmiştir. Buna
karşı olmak bir yana, İslam yetimlerin korunmasını en başından teşvik etmiştir.
Daha da ötesi dinimiz yetimlerin ve muhtaçların itilip kakılmasını, sözle bile
olsa incitilmesini günah saymıştır.
Koruyucu aile olmak için evlatlık
edinilmesi gerekli ve şart değildir. Burada dikkat edilecek hususlar, belli yaştan
itibaren mahremiyet konusuna ihtimam gösterilmesi, korunan çocuğun
gerçek/biyolojik ailesinin yok sayılmaması, eğer hayattaysalar ve sakıncalı bir
durum da yoksa onlarla irtibatının bir şekilde sağlanması, hayatta değillerse
çocuğun uygun bir tarzda bilgilendirilmesidir. Bu çocuğun ileride yaşayacağı ağır
travmanın önüne geçmenin bir yoludur.
Sonuç olarak doğal farklılıklar ne
ötekileştirme ve düşmanlaştırma aracı olmalı ne de söz konusu farklılıklar yok
sayılmak suretiyle insanın ve ailenin doğallığının yozlaştırılmasına vesile
kılınmalıdır. İnsan doğallığına karşı bu aşırılığın ve çarpıklığın önüne geçmek
hem fertlerin hem toplumların hem de devletlerin belki en birinci görevidir.
19 Safer 1444 /
15 Eylül 2022
[1] Bk.
Cağfer Karadaş, “Hz. Peygamber’in Hz. Zeyneb’le Evliliği”, Kafama Takılanlar 2,
Ankara: DİB Yayınları 2022, s. 128-136).
0 yorum:
Yorum Gönder