“EY İSVEÇ AYAĞINI DENK AL!!!” YA BİZ?
Doç. Dr. Cuma KARAN
Din, siyaset ekonomi ve politika gibi insanları doğrudan ilgilendiren geniş alanların maalesef iç içe girdiği bir dönemdeyiz. İletişim araçlarıyla dünyanın bir köye dönüştüğü günümüzde ufak bir hadise dünyanın dört bir yanına anında yayılabilmekte ve muhatap kitlede ma’kes bularak tepkilere yol açmaktadır. Bu hadiseler bazen güzel şeylere vesile olurken bazen de maalesef olumsuz ve üzücü olabilmektedir. Örneğin İsrail’in genelde Ramazan ayında veya bayramlarda Filistin’e füze atması veya Mescidi Aksa’ya yönelik tacizlerinde bulunması Müslümanları ciddi anlamda üzmekte ve germektedir.
Müslümanlar, tam da Kurban Bayramının sevincini ve
paylaşmanın mutluluğunu yaşamaya çalışırken maalesef bu sefer de (28/06/2023)
Kur’an’ı yakma gibi menfur bir hadise İsveç’te yaşandı. Kısa süre önce
(21/01/2023) yine İsveç’te aşırı sağcı biri Türkiye'nin İsveç Büyükelçiliği
önünde aynı eylemi yapmıştı, şimdi de bir caminin önünde, hem de izin alarak ve
polis korumaları eşliğinde aynı menfur eylemi gerçekleştirdi. Bunu gerçekleştirenin
Iraklı olması, eylemcinin kimliği ise ayrı bir konu. Oysaki daha önce (08/02/2023’te) Kur’an
yakmak isteyen birine İsveç Polisi izin vermemişti. Ancak ilginç ve bir o kadar da düşündürücü
olan, İsveç için bir varoluş anlamına gelen NATO’ya üye olma sürecinde
Türkiye’nin onayına mahkûm olduğu bir dönemde hem de bu konunun tartışılacağı
tarihe az kalan bir zaman dilimi esnasında bu sefer buna iznin verilmiş ve bu
çirkin olayın tekrarlanmış olmasıdır. Bu bağlamda bir başka düşündürücü olan
durum ise İsveç’in NATO’ya dâhil olmasına karşı olan Rusya’nın da Kur’an’a olan
saygı boyutunu en üst düzeyde dile getirmesidir. Rusya Lideri Putin
Müslümanların yoğunlukta olduğu ve birçok Müslüman askeri kendisinin
hedeflediği cephede savaştırdığı bir esnada Dağıstan Derbent’teki Cuma Camiini
ziyaret etmesi ve burada Kur’an yakma eylemini en üst düzeyde kınaması da aynı
şekilde dikkat çekicidir. “İsveç kendi ayağına bile bile böylesi bir kurşunu
niye sıkıyor? Doğrusu acaba orada da
derin işler mi dönüyor? cevabını bulamadım, belki de küçük bir soru
olduğundandır(!) En iyisi “böylesi sorular sizi de meşgul etmeden bireysel,
toplumsal ve siyasi açıdan dikkatimizi çeken birkaç hususu arz etmeye
çalışayım:
1. SİYASİ ALANDA
Devlet
yetkilileri söylenmesi gerekenleri söylemişlerdir. Bununla beraber 1969 yılında
kurulan ve şu anda 57 ülkenin üye, 5 ülkenin de gözlemci olduğu toplam 62
ülkeden oluşan İslam İşbirliği Teşkilatına (İİT) bağlı ülkeler topluca siyasi
anlamda daha keskin ve daha güçlü bir tepki için bir teşebbüste bulunabilirler
mi? “Zira teşkilatın amacı; “Üye Devletlerarasında iş birliği ve dayanışmayı
güçlendirmek, İslam Dünyasının hak ve çıkarlarını korumak.” şeklinde
belirlenmiştir. (Bkz. https://www.mfa.gov.tr/islam-isbirligi-teskilati.tr.mfa )
Değerlere
hakaretin ifade özgürlüğü ile hiçbir alakasının olmadığı ve bu değerlere
hakaretin dünya barışına çok ciddi zarar vereceği bütün platformlarda yüksek
sesle dile getirilmelidir. Zira Avrupa’da sağ partilerin oy
artışlarına paralel olarak gittikçe yabancı düşmanlığı ve özellikle de “İslamofobi”
adı altında dini değerlere saldırmada da toplumsal barışı tehdit edecek boyutta
bir artış yaşanmaktadır. “İslamofobi”,
toplumsal etkileri itibariyle sosyolojik ve siyasi bir olgudur. Bundan dolayı
sosyoloji bilimi İslamofobinin sebepleri, amaçları ve sonuçları üzerine tahlil
ve tespitler yapmıştır. Hz. Peygamber ve Kur’an aleyhtarlığı yanı sıra
İslamofobi ile ilgili ilmi çalışmalar da son yıllarda artmıştır. (Bkz. İsa
Atcı, Hukuk Sosyolojisi Bağlamında İslamofobi ve İslam Hukuku) Son yıllarda
Batı’da artış gösteren İslamofobi eylemleri hem oradaki Müslümanlar için hem de
siyasiler için ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Maalesef mutedil anlayışın aksine fanatik
anlayış bütün dünyada kendini hissettirmektedir. Başta ülkemiz olmak üzere
Müslüman coğrafyasında da bu durum; muhafazakarlık, milliyetçilik
ve mezhepçilik şeklinde kendini göstermektedir. Etki tepki ikilemiyle Batı
ve İslam coğrafyasında vuku bulan bu durum hem Batı’ya hem de İslam
coğrafyasına bir yarar/fayda vermeyecektir. Maalesef bu tehlikeli gidişin
rüzgârına bütün taraflar gözünü kapatmış gibi bir durum sergilemektedir. Bu büyük sorunun çözümüne yönelik ciddi
adımların atılmaması sorumluluk makamında olanların da acaba işlerine mi
geliyor? sorusunu da akla getirmiyor değil.
Siyasi öncelikler kutsal önceliklerin önüne mi geçiyor?
2. STK
İsveç’te
faaliyet gösteren ve çoğunun Müslüman ülkelerden gelmiş insanların kurmuş
olduğu İslami STK’lar bu vesile ile bir araya gelmelidir. Siyasette “krizi
fırsata çevirme” mücadelesiyle bu musibeti bir fırsata ve rahmete dönüştürmek
mümkündür. Nitekim bu gibi hadiseler Müslümanlar arasındaki bölünmüşlüğü bir
nebze de olsa gidermekte ve ileride hedefte tam bir birlikteliğe götürebilir.
Ortak ve kutsal paydamız olan Kur’an etrafında birleşmeyi fırsata dönüştürmeli,
bu krizi Müslümanların vahdetine vesile kılmalıdırlar. Kendi içinde oluşan bu
birlik ile bu anlamda İsveç devlet yetkilerinin uyarılması noktasında ne
lazımsa medeni bir şekilde yapılmalı, bu anlamda köklü önlemler almaya
zorlamalıdırlar. Özellikle de kutsal
değerlere saygısızlığın asla “özgürlüklerle ilgili bir konu olmadığı”
vurgulanmalıdır. Müslüman siyasetçilerin hemen hemen Avrupa’nın birçok
ülkesinden iktidar ve muhalefet partilerde olduğu dikkate alındığında bu durum
için siyasi mahfiller ciddi bir şekilde devreye sokulmalıdır. Böylesi bir
birliğin olmaması da bizce en az Kur’an yakma kadar üzerinde düşünülmesi
gereken bir durumdur. Tek olan Allah’ın kitabı etrafında niye tek vücut
değiliz? Bugün Kur’an’ın pervasızca
yakılması; birlik içinde, caydırıcı konumda güçlü olmayışımızdan mıdır, yoksa
yakan kişi veya kişilerin kendilerinin güçlü oluşlarından mıdır? Ne dersiniz?
İslam ülkelerinin idareciler kendi iktidarlarının bekası uğruna her
türlü ilişki ve iletişime açık ve bu uğurda büyük bütçeler ayırabilmektedir. Bu
konuda dinî veya mezhebî farklılıklar buna engel teşkil etmez iken acaba
Müslümanların birliği ve kutsalını koruma noktasına niye aynı hassasiyet ve
aynı genişlik gösterilmiyor? Yani Müslüman ülkeler gayrimüslim ülkelerden silah
alırken din, mezhep veya ırk farkı engel olunmaz iken İslam’ın kutsalının
koruması söz konusu olduğu yerde bir araya gelmede acaba neden bu tür basit
farklılıklar ayrılık sebebi olabiliyor? Bu gidişatta bir yanlışlık yok mu
sizce? Bu yanlış gidişata bir an önce son verilmesi aklı selimin gereğidir.
Osmanlı
son dönemdeki en zayıf durumuna rağmen sahip olduğu ağırlıkla başta Fransa,
İtalya Hatta ABD’de Fransız yazar Henri de Bornier (1825-1901)’ın 1888’de Hz.
Peygamber’e hakareti içeren bir tiyatro oyununu oynamasına engel olmayı
başarmıştı. (Geniş bilgi için bkz. Ahmet Uçar, Sultan, Güç ve Hassasiyet)
Hasta imparatorluğun bu durumuna rağmen Batı Hala Doğu’ya muhtaçtı. Demek ki
mesele onların güçlü olmaları veya o gün çok iyiydi bugün çok kötü olmaları
değil, Müslümanların güçsüz olmalarıdır. Lut (as)’ın azgın olan kavmine
söylediği:
“Keşke
benim size karşı koyacak bir gücüm olsaydı veya güçlü bir desteğe
dayanabilseydim!” (Hud, 80) Keşke Kur’an’a dayanarak güçlenen ve o güçle
Kur’an’ı kollamaya çalışan bir İslam toplumu, devleti olsaydı! Asıl zayıflığın sebebi maddi ve manevi açıdan
Kur’an’ın ahlakından uzak oluşumuz değil midir acaba? Zira Kur’an, kendisini rehber edinen
toplulukları, devletleri yüceltmiş, güçlü kılmıştır. Bugün o güçten mahrum ise
o zaman durum ortadadır. Öyle ise soruyu şöyle soralım: Müslümanların
güçlenmeleri için; “Her bir Müslüman, her bir Müslüman, toplum ve her bir
Müslüman devlet ne yapmalı? ve daha önemlisi; ne yapmamalı? Bu konuda bireysel,
toplumsal ve İslam ülkeleri bazında bir projemiz var mı?
3. HZ. ALİ’NİN
HAYKIRIŞINA NE DERSİNİZ?
Bilindiği
gibi Hz. Ali Muaviye b. Ebu Süfyan ile Sıffin’de karşı karşıya geldi. Sıffin
Savaşı’nda yenilmek üzere iken Muaviye’nin uyanık, zeki komutanlarından ve Arap
dâhilerinden biri olan Amr b. As, Kur’an yapraklarını kendi askerlerinin
mızraklarının ucuna asarak Hz. Ali’nin askerlerine karşı bir taktik
değişikliğiyle cevap verince Hz. Ali’nin askerleri “Biz Kur’an’a karşı
savaşmayız” deyip, kazanmak üzere oldukları bir savaştan maalesef mağlup
oldular. (İbnü’l Esir, el-Kâmil fi’t-tarih, 3/192) Hz. Ali askerlerine;
“Bu tuzak, bu tuzağa gelmeyin, önemli olan Kur’an’ın ahkâmıdır, içeriğidir,
Muaviye onu çiğniyor, kâğıdına bakmayın” dedi ise içerik ve hüküm yerine şekle
bağlı olan askerler Hz. Ali’yi dinlemedi, bitmek üzere olan bir savaştan
ellerini çektiler. Hatta savaş konusunda ısrar eden Hz. Ali’yi bu konuda tehdit
ettiler. Bu durum karşısında Hz. Ali onlara boyun eğmekten başka çare bulamadı.
Nitekim Hz. Peygamber’in yıllar önce söylediği şu mucizevi söz gerçekleşti:
“Ben Kur'an’ın tenzili için harp ettim, sen de tevili için harp
edeceksin!" (İbni Hibban, Sahih, 9/46)
Hz.
Ali’nin savaşı bırakan ordusuna yukardaki “haykırışını” okudukça bir iç
muhasebe yapma hissiyatı bende ağır bastı.
Nedir
bu Yüce Kur’an’ın biz insanlardan çektiği? Kimisi emellerine alet ederken
kimisi de öfke ve kinlerinin hedefine koymaktadır. Halbuki bu Kur’an insanlığa,
okunmak, anlaşılmak ve yaşanmak üzere hidayet ve nur
olarak gönderildi.
Yukarıda
da değindiğimiz gibi dini değerleri temsil eden semboller kutsaldır, saygındır,
muhteremdir. Dolayısıyla ihtiram gösterilmelidir. Kime ait olursa olsun fark
etmez. Zira Ayet-i Kerimede Rabbimiz şöyle buyurur: “Allah’tan başkasına
tapanlara kötü söz söylemeyin; sonra onlar da bilmeden, taşkınlık yaparak Allah
hakkında kötü sözler söylerler.” (En’âm, 6/108) “Müslümanlar geçmişte öteki’ye
karşı göstermiş oldukları saygı çerçevesinde yaşamış oldukları güzel dönemlerin
örneklerini bugün de çoğaltmalıdırlar. Kendi içinde de Kuran hukuku ekseninde
İslam kardeşliği ile birbirlerinin farklılıklara saygı ve tahammül göstererek,
güçlenmenin yollarını aramalıdırlar.
Yani hem “kendimizin” hem de “öteki’nin” kutsalına saygı duymak
vazifemiz, saygı beklemek ise hakkımızdır. İlk soru kendimize: Saygıdan ne
anlıyoruz? Mesela biz, gerçek anlamıyla kutsalımıza saygılı mıyız? Şu soruların cevabını birlikte arayalım:
1. Kur’an-ı Azimüşşan’ı, yaşantımızla günde kaç kez yok sayıyoruz.?
2. Bireysel veya toplumsal yaşamımızda
Kur’an var mı? Ve hükümlerine içten gelerek boyun büküyor muyuz?
3.
Sadece ölülere okumak için kılıflar
içinde sakladığımız Kur’an acaba konuşsa bize ne der?
4. Evinde Kur’an okunmayan, namaz kılınmayan evi kabristana benzeten ve bu konuda bizi uyaran Hz. Peygamber’in şu tespitlerinden kaçımızın evi bundan muaftır?
“Ey İnsanlar!
Evinizde namaz kılınız. Zira farz namaz dışındaki namazların en makbulü,
insanın evinde kıldığı namazdır.” (Buhârî, Ezân 81)
“Namazınızın bir kısmını evlerinizde kılınız da oraları kabirlere çevirmeyiniz.” (Buhârî, Salât 52)
“Biriniz farz
namazını mescitte kıldığı zaman, o namazından evine de bir pay ayırsın. Zira
Allah Teâlâ bu namaz sebebiyle evinde hayır yaratır.” (Müslim, Müsâfirîn 210)
5. Diri diri kabristanda yaşadığımızın
farkında mıyız? Gökdelenlerimizin, villalarımızın modern kabristanlar olduğunu
anlayabiliyor muyuz? Hz. Peygamber (sav)’in bu uyarıları bizlere bir şeyler
hatırlatıyor mu acaba?
Kur’an’a
saygı deyince ne anlamalıyız mesela? Müslümanlar olarak saygıyı niye sadece
maddesine indirgedik ki? Hâlbuki Kur’an bir bütün değil midir? Anlamı, ahkâmı,
emir ve yasakları, saygı anlayışımızın neresinde? Kur’an’ın emirleriyle aramız
nasıl? Dünyada Kur’an ile hemhal miyiz? Kur’an bizi tanıyor mu? Veya biz ne
kadar tanıyoruz? Hükümlerini, ahlak esaslarını, temel ilkelerini, yaşam rehberi
oluşunu…. Hani gıda ve bazı eşyaların içerik oranları belirlenir ya; acaba
yaşantımız bu anlamda Kur’an süzgecinden geçse yüzde kaç Kur’anî’dir? Yani
nefsimize zor gelecek ama Kur’an göre yüzde kaç (% ???) Müslümanız? Hayatımızı Kur’an testinden
geçirsek kaç doğrumuz çıkar acaba? Sizce barajı geçer miyiz?
Mesela bireysel olarak şöyle diyebiliyor muyuz: “Ey İsveç! sana inat kutsalımı okuyorum, kutsalımı anlıyorum, al sana işte kutsalımı yaşıyorum” diyebiliyor muyuz? Kur’an’a olan sevgimiz bu olaydan sonra ne şekilde tezahür etti mesela? Bu hafta başlayacak “Yaz Kur’an Kurslarına” çocuklarımızı aşk ve şevkle gönderebilecek miyiz? Bizim dünyamızda da Kur’an ile ilgili bir değişiklik olacak mı? Onlar gündüz camide okurken, akşam da biz o dersin müzakeresini yapabilecek miyiz? Sahi eskiden yetişkinler için 10-15 kişilik “Cami Dersleri” vardı; Gayretli hocalarımız bu kurs vesilesiyle tefsir, hadis, Kur’an ile ilgili dersler yaparlardı. Ne oldu bu ders halkalarımıza? Dizilerimizde sezonlar bitmezken, Futbol Kupa müsabakalarından biri biter diğeri başlarken bu derslerimize ne oldu? Bitti mi? Artık tamam mı?
Kur’an’a
dönüş yolunda;
*Keşke
yürüyen Kur’an olabilseydik; söz, eylem ve davranışımızla; içki, uyuşturucu ve
dünyanın bataklığına sapmış insanlara uzanan el, yollarını aydınlatan birer
ışık olabilseydik…
*Keşke
Avrupalıları alıştırdığımız damak zevkimiz, mutfağımız kadar onları İslam’a da
alıştırabilseydik…
*Keşke
Avrupa’ya aykırı yaşantımızla cezaevlerindeki sayımızdan kat be kat fazlası,
akademide, parlamentoda, finans ve daha birçok saygın ve etkin yerlerde
olabilseydik…
*Keşke
Müslümanlar olarak muhafazakarlığımızdan, milliyetçiliğimizden daha fazla
dindarlığımızla, samimiyetimizle, dürüstlüğümüzle Avrupa’ya İslam’ı taşımada
köprü olabilseydik…
*
Keşke inşa ettiğimiz mabetlerin içini manevi imar ile doldurarak oralardan
canlı binlerce Kur’an, yaşantılarıyla parlayan İslam olarak etrafa ışık
saçabilseydik…
*Keşke
çocuğumuza ilk ezberlettiğimiz “Besmelenin” anlamı olan; “Rahman ve Rahim”
sıfatlarını da yeterince anlatsaydık da bu kadar kadın cinayetleri, adam
öldürmeleri ve husumetlerle birbirimizin acımasız hasmı olmasaydık da merhamet
bahçesinde muhabbet çiçekleri yeryüzünün her tarafına ekebilseydik.
*Keşke
Avrupa’nın Hz. İsa Efendimize yönelik bazı haddi aşan eylemlerinde Müslümanlar
olarak topyekûn “Jesus/İsa kutsalımızdır, kırmızı çizgimizdir, dokunulamaz,”
deyip sessiz yürüyüşlerle samimi Hristiyan toplumunun kalbine dokunup onlarla en
az İsa Peygamberimiz kutsalında birleşseydik, ortak aynı tavrı, tepkiyi
gösterebilseydik. Zira “Peygamberler arasında ayrım yapmayız”
(Bakara,2/285) ilahi emrin muhatapları olarak bunu eylemimizle de
gösterebilseydik. “Keşkelerimizin” listesini uzatmak mümkün. Eminim ki sizin de
içinizde daha nice keşkeler doğmuştur.
Büyük
Şair, Kur’an aşığı Mehmet Akif Ersoy’un 1895’te henüz 21 yaşında iken ilk
yazdığı şiirlerinden biri olan şu dörtlüklerine bakmak ister miyiz acaba? Yazıldığı günden bugüne üzerinden tam 128 yıl
geçmiş. Bakalım neler değişmiş Kutsal Kur’an’ımıza olan bakışımızda?
KUR’AN'A HİTAP
"İbret olmaz bize, her gün okuruz
ezber de!
Yoksa bir mana aranmaz mı bu ayetlerde?
Lafzı muhkem yalnız anlaşılan Kur'an'ın;
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın.
Ya açar Nazm-ı Celil'in bakarız,
yaprağına;
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur'an bunu hakkıyla
bilin;
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak
için."
29.06.2023
Allah razı olsun hocam o kadar doğru tespitleriniz varki sizi tebrik ediyorum yüreğinize sağlık.
YanıtlaSilAllah razı olsun hocam o kadar doğru tespitleriniz varki sizi canı gönülden tebrik ediyorum 👏👏yüreğinize sağlık.
YanıtlaSilMaşallah tebrikler! melle cuma hocam proaktif çözümlerin menbaı oldu
YanıtlaSilAllah razı olsun hocam. Gerçekten İslam Toplumuna yapmaları gerekenler ve durduı
YanıtlaSilAllah razı olsun hocam. Gerçekten İslam Toplumuna yapmaları gerekenler konusunda ufuk açacak bir yazı olmuş. Şuan durduğumuz profili de ayan ediyor. Umarım Kur'an'ı rehber edinmek konusunda daha fazla yol katederiz. Aksi halde kendi kendimizin helakına sebep olacağız
YanıtlaSil