NASIL BİR PEYGAMBER TASAVVUR ETMELİYİZ?
Prof. Dr. Mehmet Salih
ARI
Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında Kur’an-ı Kerim’de Mü’minlerin, münafıkların ve kâfirlerin ayrı ayrı tasavvurlarının bulunduğu yer yer belirtilmektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber’in şahsı hakkında İslâm tarihi boyunca değişik tasavvurlar yapılmış ve yapılmaktadır. Zira onun hakkında mezhep, fırka ve ekoller farklı düşünceler; Tefsir, Hadis, Siyer, Fıkıh, Kelam, Felsefe, Edebiyat gibi disiplinler farklı tasavvurlar ortaya koymuşlardır. Bütün bunların yanında oryantalistler ise Hz. Peygamber’i vahiy olgusundan tamamen soyutlayarak ve konuya dışarıdan bakarak onun hakkında daha da farklı algılar oluşturmaya çalışmışlardır.
Tarihte
ve günümüzde kimi insanların Hz. Peygamber’e beşer üstü bir misyon yükleyerek
onu aşırı bir şekilde yüceltmeye çalıştıklarını görüyor, söylemlerine maruz
kalıyoruz. Bu kesim, Hz. Peygamber’i olağanüstü bir varlık olarak telakki ettiklerinden
adeta bir melek statüsünde görüp insani özelliklerden soyutlamaktadırlar. Bunlar
arasında Resûlullah’ı ya da onun kabrini putlaştırma eğilimi içerisinde olanlar
bile görülebiliyor. Hz. Peygamber, bu tehlikeyi ön görmüş olacak ki, vefat etmeden
önce kabrinin put haline getirilmemesi için Allah’a niyazda bulunmuş ve kabrini
bu hale getirmek isteyenleri uyararak şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Kabrimi
tapılan bir put haline getirme! Peygamberlerinin mezarlarını mescitler edinen
kavme Allah’ın gazabı artmıştır.” Başka bir rivayette de “Dikkat edin sizden
öncekiler peygamberlerinin ve salih kişilerinin mezarlarını mescitler
edindiler. Siz mezarları mescitler edinmeyin. Sizi bundan sakındırıyorum.”[1]
buyurmuştur.
Bazı
tanınmış kişi veya gruplar ise Hz. Peygamber’in beşerî yönünü ortaya koymaya
çalışırlarken bilerek veya bilmeyerek onu alabildiğine sıradanlaştırarak
anlatmaya çalışmaktadırlar. Günümüzde de değişik mekân ve mecralarda yazıp çizen,
farklı platformlarda konuşmalar yapan bu tür yazar, akademisyen ve onların
etkisinde olan öğrenciler, Hz. Peygamber hakkında sanki mahalledeki bir oyun
arkadaşı gibi söz etmektedirler. Ne bir saygı ifadesi ile ne de salat ve selam
ile onu anmaktadırlar. Bunlar arasında ilahiyatçılar olduğu gibi değişik branş
ve ekollerden kişilerin de bulunduğunu teessüf ile müşahede etmekteyiz.
Yukarıda
zikredilen bu iki kesimin yanı sıra, bir de Resûlullah’ı (s.a.s.) Kur’an ve
Sünnet ölçüsüne göre algılama gayretini canlı tutan, ona gereken saygı ve ihtiramı
göstermekle hassasiyetini koruyan, ondan söz ederken edebî üslubunu muhafaza
etmeyi şiar edinen mutedil bir kesimden de söz etmek gerekir. Bu kesim, tarih
boyunca varlığını sürdürmekle birlikte günümüzde de vakur bir duruş
sergilemektedir.
Resûlullah’ı
(s.a.s.) en doğru bir şekilde anladıklarını iddia eden bazı yazar ve akademisyenlerin,
düzenledikleri, sohbet, seminer, konferans ve toplantılarda bazen edep sınırını
zorlayan birtakım sözlere tesadüf edebilmekteyiz. Bu kesim, Hz. Peygamber’i
alabildiğine sıradanlaştırarak ona karşı hatalar işlemektedirler. Zaman zaman İslâm
tarihi veya farklı İslami alanlarda uzmanlaşan ilahiyatçıların da maksadı aşan
bazı sözler sarf ettiklerine tanıklık edilmektedir. Burada bir örnek üzerinden
mülahazamı somut kılmaya gayret edeceğim.
Bir
defasında Resûlullah’ın beşerî yönünü ortaya koymak isteyen ve çok sayıda
takipçisi olan bir akademisyeni internette dinlerken şu sözleri sarf ettiğini
dinledim. (Konuşmaya dokunmadan tırnak içerisinde vermeye çalışacağım. Gerekli
yerlerde bazı ek açıklamaları köşeli parantez içerisinde vereceğim.)
“Hz.
Peygamber’in aslında yığınlarla zaafı olan Kur’an-ı Kerim ifadesiyle yanlışlar
yapan birisidir. Ama biz bunları şey etmeyiz” “Bir kadınla tartıştığında kadını
haksız çıkarttığında âyet geliyor ey Muhammed, sen yanıldın kadının haklı
olduğu söylüyor. Allah, ‘lime ezinte lehum’ [Onlara niye izin verdin? (Tevbe, 9/43)]
Allah seni affetsin ey Muhammed niye böyle yanlış yaptın? Sen yanıldın kadın
doğru söylüyor. “Peygamber’in her yönden eksikliklerini sunan yığınlarca âyet
verebiliriz? ‘felâ tekûnenne mine’l-cahilîn’[sakın cahillerden olmayın. En’am, 6/35]”
Aynı zat hicretten bahsederken de “Peygamber kaçtı hicret için soruşturma açtı.”
diyordu.
Bu
sözlerin kim tarafından sarf edildiği önemli değildir. Kendisine sorulursa
muhtemelen Hz. Peygamber’in daha doğru bir şekilde anlaşılması için öyle
konuştuğunu belirtecektir. Sadece yukarıdaki sözler hakkında etraflıca bir yazı
yazılabilir. Dikkat çekmek istediğim husus sözlerin sahibi değil, içeriğidir. Öz
olarak ifade etmek istersem bu konuşmada âyetlerin kastettiği anlam
çerçevesinin dışına çıkıldığı, üslup ve içerik olarak bazı yanlışlıkların
yapıldığı kanaatini taşımaktayım. Elbette Yüce Allah Sevgili Elçisi’ni zaman
zaman bazı konularda indirilen vahiylerle uyarmıştır. Ne var ki âyetlerde
kullanılan üslup incitici, azarlayıcı ve rencide edici değildir. Kanaatimce
Yüce Allah’ın bir konuda Resûlünü uyardığında kullandığı ifadelere dikkat
etmek, konuları/bağlamı birbirine karıştırmamak, dolayısıyla sınırı aşmamak
ahlâki bir sorumluluktur. Yüce Allah Tebük Gazvesi’ne katılmamak için mazeret
uyduran ve Hz. Peygamber’den izin isteyip savaştan geri kalan münafıklar
hakkında, “Allah seni bağışladı. Onlara niye izin verdin?” (Tevbe, 9/43)
buyuruyor. Burada kullanılan ifadelere dikkat etmek, âyetin anlam çerçevesini göz
önünde bulundurarak ihtiyatlı bir dil ile olayı anlatmak gerekmez mi? Örnek
olarak yukarıdaki âyete “Ey Muhammed! Sen büyük yanlışlıklar yaptın. Niye böyle
davrandın?” gibi sözler eklemek yersiz değil mi? Yüce Allah bir hikmet gereği
Resûlünün ismini açıkça anmamıştır. İlk önce Resülünü bağışladığını
belirttikten sonra, “onlara (münafıklara) niye izin verdiği” sorusunu sorarak uyarmıştır.
Bir bakıma onun bu konuda acele davrandığını bildirmiştir. Ayetin bütün olarak
meali ise şöyledir: “Allah seni affetti de, doğru söyleyenler sence belli
olmadan ve kimlerin yalancı olduğunu bilmeden niçin onlara izin verdin?” (Tevbe,
9/43).
Ayrıca
yukarıda sözü edilen konuşmacı Kur’an-ı Kerim’de zikredilen birkaç olayı
birbirine karıştırarak anlatmaktadır. Tevbe sûresinde münafıkların Tebük
Gazvesi’ne gitmemek için uyduruk bahane ve mazeretlerle izin istemesi üzerine
inen âyetle Mücadele sûresinde anlatılan ve aralarında geçen bir meseleden
dolayı kocasını Resûlullah’a şikâyet eden bir kadının olayını anlatan âyetleri karıştırarak
güya Resûlullah’ın eksikliklerini (!) anlatmaya çalışmaktadır. Mücadele sûresinde
sözü edilen kadın ile ilgili inen ilk âyet-i kerimenin meali şöyledir: “Kocası
hakkında seninle tartışan ve Allah’a yakınan kadının sözünü Allah işitmiştir.
Allah sizin karşılıklı konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Allah her şeyi işitmekte
ve görmektedir.” (Mücadele, 58/1). Dikkat edilirse bu âyet ve devamındaki âyetlerde
Resûlullah’ın eksik ve hataları ile ilgili bir muhteva söz konusu değildir. Problemleri
için çare arayan bir kadın ve kocası hakkında Hz. Peygamber’i de rahatlatan, Cenab-ı
Hakk’ın yeni bir hükmü ve çözümü söz konusudur. Olayın ayrıntılarını merak
edenler ilgili âyetlerin tefsirlerine bakabilirler. Hz. Peygamber’in hicretini
bir kaçış olarak değerlendirmek de takdir edersiniz ki kaba ve maksadını aşan
bir ifade biçimidir. Hicret bir kaçış değildir. “Aksine İslâm’ı öğrenmek,
öğretmek, yaşamak ve yaşatmak için yeni imkân ve zemin arayışıdır.”
Hz. Peygamber’in bir beşer olduğu Kur’an-ı
Kerim’de değişik âyetlerde vurgulanmaktadır. Elbette Hz. Muhammed (s.a.s.), bir
melek veya ilah değildir. O bir kul ve beşerdir. Allah bildirmedikçe gaybı ve
olayların arka planını bilemez. Ancak beşerden beşere fark olduğunu da aklı
başında olan herkes bilmektedir. Arapçadaki
veciz bir sözle bu durum şöyle tasvir edilmektedir:
محمد
بشر لا كالبشر/ بل هو كالياقوت بين الحجر
“Muhammed (s.a.s.) bir beşerdir ama (sıradan bir) beşer gibi
değildir / Bilakis O, taşlar arasındaki yakut gibidir.” Bilindiği gibi yakut da
taştır ama kaya taşı gibi alelade bir taş değil; paha biçilmez müstesna bir
mücevherdir.
Kur’an-ı
Kerim’in farklı iki sûresinde yer alan iki âyet-i kerimede aynı sözcüklerle Hz.
Peygamber’in kendisine vahyolunan bir beşer olduğu belirtilmektedir. “De ki:
“Ben, yalnızca sizin gibi bir insanım. Şu var ki bana, ilâhınızın, sadece bir
ilâh olduğu vahyolunuyor.” (Kehf, 18/110; Fussilet, 41/6) Şüphesiz
Hz. Muhammed (s.a.s.) bir insandır. Kendisine vahyedileni bilir. Hiç kuşkusuz bir
insana vahyin gelmesi büyük bir ayrıcalıktır. Resûlullah’ın bu özelliği asla
göz ardı edilmemelidir.
Hz.
Peygamber’e saygı ve ona karşı edepli olunması hususunda Hucurât sûresinin ilk âyetlerini
sürekli bir şekilde hatırda tutmakta yarar vardır. Zira Cenab-ı Hak bu konuda
şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah ve resulünün önüne geçmeyin,
Allah’a itaatsizlikten sakının! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve
bilmektedir. Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden fazla
çıkarmayın, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan
amelleriniz boşa gider. Allah resulünün yanında seslerini kısanlar var ya, işte
onlar, Allah’ın gönüllerini takvâ yönünden denemeye tâbi tuttuğu kimselerdir.
Onlar için büyük bağışlanma ve büyük bir ödül vardır. Odaların dışından sana
seslenenlerin çoğu kuşkusuz düşünemiyorlar.” (Hucurât, 49/1-4)
Hz.
Peygamber’i çağırırken, ona seslenirken, hitap ederken, ondan söz ederken edebe
muhalif davranmamak, insanların birbirine hitap ettiği sıradan bir üslûp
kullanmamak gerekmektedir. Bu konuda da Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
“(Ey
inananlar!) Peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi
tutmayın. İçinizden birbirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten
bilir. Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden
veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nûr,
24/63)
Hz.
Peygamber’in dinî emri, çağrısı, talebi Allah’ın emri gibidir; çünkü o, Allah
elçisidir. Birçok âyette ona itaat etmenin Allah’a itaat demek olduğu açıkça
ifade edilmiştir. Bu tersine çevrildiğinde şu anlam çıkar: Ona itaat etmemek,
çağrısına katılmamak, talebini yerine getirmemek Allah’a itaatsizliktir. Hz.
Peygamber’in emri Allah’ın emri gibi olduğuna göre ona uymayanların, aykırı
hareket edenlerin hem dünyada birtakım belâ ve musibetlere duçar olmaları hem
de âhirette yaptıklarının cezasını görmeleri, din mantığına göre tabiidir.
Resûlullah’ın vazifesinin tebliğden ibaret olduğunu bildiren âyetler bizi
yanıltmamalıdır. Bunlardan maksat, tebliğ vazifesini yerine getiren Hz.
Peygamber’in, buna rağmen inkârda veya günahta ısrar edenlerin yaptıklarından
sorumlu tutulmayacağından ibarettir. Kur’an’da olsun yahut olmasın Peygamber’in
emrine uymayanlara, aykırı davrananlara dünyada ve âhirette neler yapılacağı,
bunların hangi haklardan mahrum kalacakları, nasıl cezalandırılacakları gibi
konular başka âyetlerde hükme bağlanmış ayrı meselelerdir.[2]
Resûlullah
(s.a.s.), Kur’an-ı Kerim ve sahih siret kaynaklarının tanıttığı şekliyle bilinip
anlatılmalıdır. Yüce kitabımızda Hz. Peygamber güzel örnek (üsve-i hasene)
olarak tanıtılmaktadır. “İçinizden Allah’ın lütfuna ve âhiret gününe umut
bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel
bir örneklik vardır.” (Ahzab, 33/21).
Yüce
Allah müminler içerisinde onlara bir peygamber göndermek suretiyle onlara büyük
bir lütufta bulunmuştur. Bu konuda şöyle buyurulmaktadır:
“And
olsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran,
onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere
büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar, apaçık bir sapkınlık
içinde bulunuyorlardı.” (Âl-i İmrân; 3/164)
Mü’minlerin
Resûlullah’ı (s.a.s.) nasıl bildikleri, onu nasıl sevdiklerini aşağıdaki âyet-i
kerime çok iyi bir şekilde açıklamaktadır:
“Peygamber,
müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba
olanlar, Allah’ın Kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer
müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir
vasiyet yapmanız müstesnadır. Bunlar Kitap’ta yazılı bulunmaktadır.” (Ahzâb, 33/6)
Kâfirlerin
Hz. Peygamber’i veya genel olarak peygamberleri nasıl tasavvur ettiklerine dair
çok sayıda âyet bulunmaktadır. Burada konu ile ilgili bir ayet meali
zikredilmekle yetinilecektir:
“Kavminden
ileri gelen kâfirler dediler ki: “Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak
görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana
uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz.
Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.” (Hûd, 11/27)
Münafıklar Resûlullah ile
karşılaştıklarında ağızları ile onun Allah’ın elçisi olduğunu söylüyorlardı. Ancak
kalpleri onun Peygamber olduğunu kabul etmeye yanaşmıyordu. Kur’an-ı Kerim’de
münafıkların düşüncelerini ortaya koyan ve ismi Munâfıkûn olan bir sûre
bulunmaktadır. Münafıkların gerçek kimlikleri bu sûrede ve diğer sûrelerdeki değişik
ayetlerde açıklanmaktadır. Aşağıdaki âyet-i kerime münafıkların Hz. Peygamber’i
nasıl tasavvur ettikleri, onu nasıl sıradanlaştırdıkları ve ona nasıl eziyet
vermek istediklerini açıklar mahiyettedir.
“Onlardan
peygamberi inciten ve “O her söylenene kulak veriyor” diyenler var. De ki: “O
sizin için hayırlı olana kulak veriyor; Allah’a inanıp müminlere güveniyor. Ve
o içinizden iman edenler için bir rahmettir. Allah’ın resulünü incitenler için
elem verici bir azap vardır.” (Tevbe, 9/61)
Gelinen
noktada yaşadığımız toplumun bir bölümünün Hz. Peygamber sevgisinin yukarıda
yer verdiğimiz kesimden etkilendiğini, asr-ı saadete ve tarihi seyrine uygun
bir şekilde ilerlemediğini, onun sevgisine vurgu yapan şiir ve naat gibi edebi
türlerin sayı ve niteliğinde de giderek azalmaların olduğunu teessüf ile müşahede
etmekteyiz. Burada
eğitim kurumlarımıza önemli bir sorumluluk düşmektedir. Bu kurumlarda, dinî
içerikli ders, sohbet, konferans vb. platformlarda Hz. Peygamber’e duyulan
sevgi, saygı ve muhabbetin ön plana çıkarılması bir gerekliliktir.
Şunu
da belirtmekte yarar vardır: Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tasavvuru, İslam
geleneğinde farklı şekillerde yorumlanabilir ve farklı kültürel ve dini bağlamlarda
çeşitlilik gösterebilir. Bununla birlikte, genel olarak Hz. Muhammed,
dürüstlük, güvenirlilik, adalet, cömertlik, sabır, merhamet ve ahlaki üstünlük
gibi değerlere sahip mükemmel bir insan olarak tasvir edilir.
Bütün
bu gerçeklikleri görerek Hz. Peygamber’i gerçek anlamda anlamaya, tasavvur
etmeye çalışarak onun Yüce Allah tarafından insanlara gönderiliş amacı hiçbir
zaman göz ardı edilmemelidir. Yüce Allah Resûlullah’ın gerçek misyonunu şu
âyet-i kerimelerde açıklamaktadır:
“Ey
Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak
gönderdik. Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nûr saçan bir kandil olarak
(gönderdik).”
(Ahzâb, 33/45-46)
Ezcümle, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu
ayetlerde vurgulanan gerçek görevi göz önünde bulundurulmalı, kendisinin bir
kul, bir beşer ve nihayet bir peygamber olarak gerçekleştirdiği bireysel ve
toplumsal değişimler anlaşılmaya çalışılmalıdır. Onun aile içerisinde eşlerine
karşı nasıl davrandığı, insanlara karşı dostluğu ve düşmanlığı, savaş ahlakı, köle
ve efendi arasında tesis ettiği kardeşliği, doğruluğu, adaleti, cömertliği, sabrı,
merhameti, davet metodunu ve üstün ahlakı özelliklerini kavrayıp anlatmak Mü’minlerin
vazifesi olmalıdır. Bu vazifeyi icra ederken Hz. Peygamber’e karşı ihtiram ve
saygıyı elden bırakmamalı; kendisinin genelde bütün insanlık, özelde de
Müslümanlar için kurtuluş çaresi, üsve-i hasene, ideal bir örnek olduğu
hatırdan çıkarılmamalıdır.
Allah razı olsun,hocam,çok güzel bir yazı olmuş!
YanıtlaSilAllah razı olsun muhterem hocam. Faydalı ve önemli bir meseleye değinmişsiniz.
YanıtlaSil