8 Temmuz 2023 Cumartesi

Nasıl Bir Peygamber Tasavvur Etmeliyiz?


NASIL BİR PEYGAMBER TASAVVUR ETMELİYİZ?

Prof. Dr. Mehmet Salih ARI

Hz. Peygamber (s.a.s.) hakkında Kur’an-ı Kerim’de Mü’minlerin, münafıkların ve kâfirlerin ayrı ayrı tasavvurlarının bulunduğu yer yer belirtilmektedir. Bunun yanında Hz. Peygamber’in şahsı hakkında İslâm tarihi boyunca değişik tasavvurlar yapılmış ve yapılmaktadır. Zira onun hakkında mezhep, fırka ve ekoller farklı düşünceler; Tefsir, Hadis, Siyer, Fıkıh, Kelam, Felsefe, Edebiyat gibi disiplinler farklı tasavvurlar ortaya koymuşlardır. Bütün bunların yanında oryantalistler ise Hz. Peygamber’i vahiy olgusundan tamamen soyutlayarak ve konuya dışarıdan bakarak onun hakkında daha da farklı algılar oluşturmaya çalışmışlardır.

Tarihte ve günümüzde kimi insanların Hz. Peygamber’e beşer üstü bir misyon yükleyerek onu aşırı bir şekilde yüceltmeye çalıştıklarını görüyor, söylemlerine maruz kalıyoruz. Bu kesim, Hz. Peygamber’i olağanüstü bir varlık olarak telakki ettiklerinden adeta bir melek statüsünde görüp insani özelliklerden soyutlamaktadırlar. Bunlar arasında Resûlullah’ı ya da onun kabrini putlaştırma eğilimi içerisinde olanlar bile görülebiliyor. Hz. Peygamber, bu tehlikeyi ön görmüş olacak ki, vefat etmeden önce kabrinin put haline getirilmemesi için Allah’a niyazda bulunmuş ve kabrini bu hale getirmek isteyenleri uyararak şöyle buyurmuştur: “Allah’ım! Kabrimi tapılan bir put haline getirme! Peygamberlerinin mezarlarını mescitler edinen kavme Allah’ın gazabı artmıştır.” Başka bir rivayette de “Dikkat edin sizden öncekiler peygamberlerinin ve salih kişilerinin mezarlarını mescitler edindiler. Siz mezarları mescitler edinmeyin. Sizi bundan sakındırıyorum.”[1] buyurmuştur.

Bazı tanınmış kişi veya gruplar ise Hz. Peygamber’in beşerî yönünü ortaya koymaya çalışırlarken bilerek veya bilmeyerek onu alabildiğine sıradanlaştırarak anlatmaya çalışmaktadırlar. Günümüzde de değişik mekân ve mecralarda yazıp çizen, farklı platformlarda konuşmalar yapan bu tür yazar, akademisyen ve onların etkisinde olan öğrenciler, Hz. Peygamber hakkında sanki mahalledeki bir oyun arkadaşı gibi söz etmektedirler. Ne bir saygı ifadesi ile ne de salat ve selam ile onu anmaktadırlar. Bunlar arasında ilahiyatçılar olduğu gibi değişik branş ve ekollerden kişilerin de bulunduğunu teessüf ile müşahede etmekteyiz.

Yukarıda zikredilen bu iki kesimin yanı sıra, bir de Resûlullah’ı (s.a.s.) Kur’an ve Sünnet ölçüsüne göre algılama gayretini canlı tutan, ona gereken saygı ve ihtiramı göstermekle hassasiyetini koruyan, ondan söz ederken edebî üslubunu muhafaza etmeyi şiar edinen mutedil bir kesimden de söz etmek gerekir. Bu kesim, tarih boyunca varlığını sürdürmekle birlikte günümüzde de vakur bir duruş sergilemektedir.

Resûlullah’ı (s.a.s.) en doğru bir şekilde anladıklarını iddia eden bazı yazar ve akademisyenlerin, düzenledikleri, sohbet, seminer, konferans ve toplantılarda bazen edep sınırını zorlayan birtakım sözlere tesadüf edebilmekteyiz. Bu kesim, Hz. Peygamber’i alabildiğine sıradanlaştırarak ona karşı hatalar işlemektedirler. Zaman zaman İslâm tarihi veya farklı İslami alanlarda uzmanlaşan ilahiyatçıların da maksadı aşan bazı sözler sarf ettiklerine tanıklık edilmektedir. Burada bir örnek üzerinden mülahazamı somut kılmaya gayret edeceğim.

Bir defasında Resûlullah’ın beşerî yönünü ortaya koymak isteyen ve çok sayıda takipçisi olan bir akademisyeni internette dinlerken şu sözleri sarf ettiğini dinledim. (Konuşmaya dokunmadan tırnak içerisinde vermeye çalışacağım. Gerekli yerlerde bazı ek açıklamaları köşeli parantez içerisinde vereceğim.)

“Hz. Peygamber’in aslında yığınlarla zaafı olan Kur’an-ı Kerim ifadesiyle yanlışlar yapan birisidir. Ama biz bunları şey etmeyiz” “Bir kadınla tartıştığında kadını haksız çıkarttığında âyet geliyor ey Muhammed, sen yanıldın kadının haklı olduğu söylüyor. Allah, ‘lime ezinte lehum’ [Onlara niye izin verdin? (Tevbe, 9/43)] Allah seni affetsin ey Muhammed niye böyle yanlış yaptın? Sen yanıldın kadın doğru söylüyor. “Peygamber’in her yönden eksikliklerini sunan yığınlarca âyet verebiliriz? ‘felâ tekûnenne mine’l-cahilîn’[sakın cahillerden olmayın. En’am, 6/35]” Aynı zat hicretten bahsederken de “Peygamber kaçtı hicret için soruşturma açtı.” diyordu.

Bu sözlerin kim tarafından sarf edildiği önemli değildir. Kendisine sorulursa muhtemelen Hz. Peygamber’in daha doğru bir şekilde anlaşılması için öyle konuştuğunu belirtecektir. Sadece yukarıdaki sözler hakkında etraflıca bir yazı yazılabilir. Dikkat çekmek istediğim husus sözlerin sahibi değil, içeriğidir. Öz olarak ifade etmek istersem bu konuşmada âyetlerin kastettiği anlam çerçevesinin dışına çıkıldığı, üslup ve içerik olarak bazı yanlışlıkların yapıldığı kanaatini taşımaktayım. Elbette Yüce Allah Sevgili Elçisi’ni zaman zaman bazı konularda indirilen vahiylerle uyarmıştır. Ne var ki âyetlerde kullanılan üslup incitici, azarlayıcı ve rencide edici değildir. Kanaatimce Yüce Allah’ın bir konuda Resûlünü uyardığında kullandığı ifadelere dikkat etmek, konuları/bağlamı birbirine karıştırmamak, dolayısıyla sınırı aşmamak ahlâki bir sorumluluktur. Yüce Allah Tebük Gazvesi’ne katılmamak için mazeret uyduran ve Hz. Peygamber’den izin isteyip savaştan geri kalan münafıklar hakkında, “Allah seni bağışladı. Onlara niye izin verdin?” (Tevbe, 9/43) buyuruyor. Burada kullanılan ifadelere dikkat etmek, âyetin anlam çerçevesini göz önünde bulundurarak ihtiyatlı bir dil ile olayı anlatmak gerekmez mi? Örnek olarak yukarıdaki âyete “Ey Muhammed! Sen büyük yanlışlıklar yaptın. Niye böyle davrandın?” gibi sözler eklemek yersiz değil mi? Yüce Allah bir hikmet gereği Resûlünün ismini açıkça anmamıştır. İlk önce Resülünü bağışladığını belirttikten sonra, “onlara (münafıklara) niye izin verdiği” sorusunu sorarak uyarmıştır. Bir bakıma onun bu konuda acele davrandığını bildirmiştir. Ayetin bütün olarak meali ise şöyledir: “Allah seni affetti de, doğru söyleyenler sence belli olmadan ve kimlerin yalancı olduğunu bilmeden niçin onlara izin verdin?” (Tevbe, 9/43).

Ayrıca yukarıda sözü edilen konuşmacı Kur’an-ı Kerim’de zikredilen birkaç olayı birbirine karıştırarak anlatmaktadır. Tevbe sûresinde münafıkların Tebük Gazvesi’ne gitmemek için uyduruk bahane ve mazeretlerle izin istemesi üzerine inen âyetle Mücadele sûresinde anlatılan ve aralarında geçen bir meseleden dolayı kocasını Resûlullah’a şikâyet eden bir kadının olayını anlatan âyetleri karıştırarak güya Resûlullah’ın eksikliklerini (!) anlatmaya çalışmaktadır. Mücadele sûresinde sözü edilen kadın ile ilgili inen ilk âyet-i kerimenin meali şöyledir: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a yakınan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin karşılıklı konuşmanızı işitiyordu. Çünkü Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir.” (Mücadele, 58/1). Dikkat edilirse bu âyet ve devamındaki âyetlerde Resûlullah’ın eksik ve hataları ile ilgili bir muhteva söz konusu değildir. Problemleri için çare arayan bir kadın ve kocası hakkında Hz. Peygamber’i de rahatlatan, Cenab-ı Hakk’ın yeni bir hükmü ve çözümü söz konusudur. Olayın ayrıntılarını merak edenler ilgili âyetlerin tefsirlerine bakabilirler. Hz. Peygamber’in hicretini bir kaçış olarak değerlendirmek de takdir edersiniz ki kaba ve maksadını aşan bir ifade biçimidir. Hicret bir kaçış değildir. “Aksine İslâm’ı öğrenmek, öğretmek, yaşamak ve yaşatmak için yeni imkân ve zemin arayışıdır.”

Hz. Peygamber’in bir beşer olduğu Kur’an-ı Kerim’de değişik âyetlerde vurgulanmaktadır. Elbette Hz. Muhammed (s.a.s.), bir melek veya ilah değildir. O bir kul ve beşerdir. Allah bildirmedikçe gaybı ve olayların arka planını bilemez. Ancak beşerden beşere fark olduğunu da aklı başında olan herkes bilmektedir.  Arapçadaki veciz bir sözle bu durum şöyle tasvir edilmektedir:

محمد بشر لا كالبشر/ بل هو كالياقوت بين الحجر

“Muhammed (s.a.s.) bir beşerdir ama (sıradan bir) beşer gibi değildir / Bilakis O, taşlar arasındaki yakut gibidir.” Bilindiği gibi yakut da taştır ama kaya taşı gibi alelade bir taş değil; paha biçilmez müstesna bir mücevherdir.

Kur’an-ı Kerim’in farklı iki sûresinde yer alan iki âyet-i kerimede aynı sözcüklerle Hz. Peygamber’in kendisine vahyolunan bir beşer olduğu belirtilmektedir. “De ki: “Ben, yalnızca sizin gibi bir insanım. Şu var ki bana, ilâhınızın, sadece bir ilâh olduğu vahyolunuyor.” (Kehf, 18/110; Fussilet, 41/6) Şüphesiz Hz. Muhammed (s.a.s.) bir insandır. Kendisine vahyedileni bilir. Hiç kuşkusuz bir insana vahyin gelmesi büyük bir ayrıcalıktır. Resûlullah’ın bu özelliği asla göz ardı edilmemelidir.

Hz. Peygamber’e saygı ve ona karşı edepli olunması hususunda Hucurât sûresinin ilk âyetlerini sürekli bir şekilde hatırda tutmakta yarar vardır. Zira Cenab-ı Hak bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah ve resulünün önüne geçmeyin, Allah’a itaatsizlikten sakının! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir. Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider. Allah resulünün yanında seslerini kısanlar var ya, işte onlar, Allah’ın gönüllerini takvâ yönünden denemeye tâbi tuttuğu kimselerdir. Onlar için büyük bağışlanma ve büyük bir ödül vardır. Odaların dışından sana seslenenlerin çoğu kuşkusuz düşünemiyorlar.” (Hucurât, 49/1-4)

Hz. Peygamber’i çağırırken, ona seslenirken, hitap ederken, ondan söz ederken edebe muhalif davranmamak, insanların birbirine hitap ettiği sıradan bir üslûp kullanmamak gerekmektedir. Bu konuda da Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:

“(Ey inananlar!) Peygamberin (sizi) çağırmasını aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. İçinizden birbirini siper ederek sıvışıp gidenleri Allah gerçekten bilir. Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nûr, 24/63)

Hz. Peygamber’in dinî emri, çağrısı, talebi Allah’ın emri gibidir; çünkü o, Allah elçisidir. Birçok âyette ona itaat etmenin Allah’a itaat demek olduğu açıkça ifade edilmiştir. Bu tersine çevrildiğinde şu anlam çıkar: Ona itaat etmemek, çağrısına katılmamak, talebini yerine getirmemek Allah’a itaatsizliktir. Hz. Peygamber’in emri Allah’ın emri gibi olduğuna göre ona uymayanların, aykırı hareket edenlerin hem dünyada birtakım belâ ve musibetlere duçar olmaları hem de âhirette yaptıklarının cezasını görmeleri, din mantığına göre tabiidir. Resûlullah’ın vazifesinin tebliğden ibaret olduğunu bildiren âyetler bizi yanıltmamalıdır. Bunlardan maksat, tebliğ vazifesini yerine getiren Hz. Peygamber’in, buna rağmen inkârda veya günahta ısrar edenlerin yaptıklarından sorumlu tutulmayacağından ibarettir. Kur’an’da olsun yahut olmasın Peygamber’in emrine uymayanlara, aykırı davrananlara dünyada ve âhirette neler yapılacağı, bunların hangi haklardan mahrum kalacakları, nasıl cezalandırılacakları gibi konular başka âyetlerde hükme bağlanmış ayrı meselelerdir.[2]

Resûlullah (s.a.s.), Kur’an-ı Kerim ve sahih siret kaynaklarının tanıttığı şekliyle bilinip anlatılmalıdır. Yüce kitabımızda Hz. Peygamber güzel örnek (üsve-i hasene) olarak tanıtılmaktadır. “İçinizden Allah’ın lütfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır.” (Ahzab, 33/21).

Yüce Allah müminler içerisinde onlara bir peygamber göndermek suretiyle onlara büyük bir lütufta bulunmuştur. Bu konuda şöyle buyurulmaktadır:

“And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar, apaçık bir sapkınlık içinde bulunuyorlardı.” (Âl-i İmrân; 3/164)

Mü’minlerin Resûlullah’ı (s.a.s.) nasıl bildikleri, onu nasıl sevdiklerini aşağıdaki âyet-i kerime çok iyi bir şekilde açıklamaktadır:

“Peygamber, müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır. Akraba olanlar, Allah’ın Kitabına göre, (mirasçılık bakımından) birbirlerine diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır. Bunlar Kitap’ta yazılı bulunmaktadır.”  (Ahzâb, 33/6)

Kâfirlerin Hz. Peygamber’i veya genel olarak peygamberleri nasıl tasavvur ettiklerine dair çok sayıda âyet bulunmaktadır. Burada konu ile ilgili bir ayet meali zikredilmekle yetinilecektir:

“Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: “Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.”  (Hûd, 11/27)

Münafıklar Resûlullah ile karşılaştıklarında ağızları ile onun Allah’ın elçisi olduğunu söylüyorlardı. Ancak kalpleri onun Peygamber olduğunu kabul etmeye yanaşmıyordu. Kur’an-ı Kerim’de münafıkların düşüncelerini ortaya koyan ve ismi Munâfıkûn olan bir sûre bulunmaktadır. Münafıkların gerçek kimlikleri bu sûrede ve diğer sûrelerdeki değişik ayetlerde açıklanmaktadır. Aşağıdaki âyet-i kerime münafıkların Hz. Peygamber’i nasıl tasavvur ettikleri, onu nasıl sıradanlaştırdıkları ve ona nasıl eziyet vermek istediklerini açıklar mahiyettedir.

“Onlardan peygamberi inciten ve “O her söylenene kulak veriyor” diyenler var. De ki: “O sizin için hayırlı olana kulak veriyor; Allah’a inanıp müminlere güveniyor. Ve o içinizden iman edenler için bir rahmettir. Allah’ın resulünü incitenler için elem verici bir azap vardır.” (Tevbe, 9/61)

Gelinen noktada yaşadığımız toplumun bir bölümünün Hz. Peygamber sevgisinin yukarıda yer verdiğimiz kesimden etkilendiğini, asr-ı saadete ve tarihi seyrine uygun bir şekilde ilerlemediğini, onun sevgisine vurgu yapan şiir ve naat gibi edebi türlerin sayı ve niteliğinde de giderek azalmaların olduğunu teessüf ile müşahede etmekteyiz. Burada eğitim kurumlarımıza önemli bir sorumluluk düşmektedir. Bu kurumlarda, dinî içerikli ders, sohbet, konferans vb. platformlarda Hz. Peygamber’e duyulan sevgi, saygı ve muhabbetin ön plana çıkarılması bir gerekliliktir.

Şunu da belirtmekte yarar vardır: Hz. Muhammed’in (s.a.s.) tasavvuru, İslam geleneğinde farklı şekillerde yorumlanabilir ve farklı kültürel ve dini bağlamlarda çeşitlilik gösterebilir. Bununla birlikte, genel olarak Hz. Muhammed, dürüstlük, güvenirlilik, adalet, cömertlik, sabır, merhamet ve ahlaki üstünlük gibi değerlere sahip mükemmel bir insan olarak tasvir edilir.

Bütün bu gerçeklikleri görerek Hz. Peygamber’i gerçek anlamda anlamaya, tasavvur etmeye çalışarak onun Yüce Allah tarafından insanlara gönderiliş amacı hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Yüce Allah Resûlullah’ın gerçek misyonunu şu âyet-i kerimelerde açıklamaktadır:

“Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nûr saçan bir kandil olarak (gönderdik).”  (Ahzâb, 33/45-46)

Ezcümle, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) bu ayetlerde vurgulanan gerçek görevi göz önünde bulundurulmalı, kendisinin bir kul, bir beşer ve nihayet bir peygamber olarak gerçekleştirdiği bireysel ve toplumsal değişimler anlaşılmaya çalışılmalıdır. Onun aile içerisinde eşlerine karşı nasıl davrandığı, insanlara karşı dostluğu ve düşmanlığı, savaş ahlakı, köle ve efendi arasında tesis ettiği kardeşliği, doğruluğu, adaleti, cömertliği, sabrı, merhameti, davet metodunu ve üstün ahlakı özelliklerini kavrayıp anlatmak Mü’minlerin vazifesi olmalıdır. Bu vazifeyi icra ederken Hz. Peygamber’e karşı ihtiram ve saygıyı elden bırakmamalı; kendisinin genelde bütün insanlık, özelde de Müslümanlar için kurtuluş çaresi, üsve-i hasene, ideal bir örnek olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

 



[1] İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, I-VIII, Beyrut ts., II, 241.

[2] Hayreddin Karman ve dğr., Kur’an Yolu, I-V, Ankara 2012, IV, 103-104. 


 

2 yorum:

  1. Allah razı olsun,hocam,çok güzel bir yazı olmuş!

    YanıtlaSil
  2. Allah razı olsun muhterem hocam. Faydalı ve önemli bir meseleye değinmişsiniz.

    YanıtlaSil

Yazarlar