19 Temmuz 2023 Çarşamba

Doğu Seyahati…


DOĞU SEYAHATİ…

Prof. Dr. Şaban ÖZ

Aslında başlığı “Kürtlerle Altı Gün” diye düşünmüştüm ama eşimin “zaten ırkçısın bir de böyle başlık atarsan…” diye başlayan itiraz cümlesine kısmî haklılık payı verdiğimden başlığı değiştirmiş gibi yaptım.

Zor zamanlardan geçiyoruz. Sadece şehirlerimiz değil bizler de çaktırmasak da paylaşmasak da ifade edemesek de zor bir yıl yaşıyoruz… 50 yaşıma bir gıdım kalmışken bu yıl içerisinde yaşadıklarımı, gördüklerimi geriye kalan ömrümde bir daha görür müyüm bilmiyorum ama görmek istemediğimden eminim… Özellikle yakın geçmişimde yaptığım hatalara son verip yeniden besmele çektiğim bir süreçte… Aslında bu işi hep en iyi bildiğim yöntemle yapar, habire çalışırdım ama bir noktada artık çalışmanın da kifayetsiz kaldığını görüyorsunuz. O yüzden e hadi o zaman deyiverdik.

Daha önce ailecek Karadeniz ve Akdeniz’i dolaşmıştık. Çaktırmadan ısrar etsem de çocuklar beni bahane ederek rest çektiler. Yok gergin oluyormuşum da yok kendilerine uymuyormuşum da yok navigasyonu dinlemiyormuşum da… Ben de “restlerine rest” çektim!

Malatya’da atlattığımız ciddi trafik kazasını ve Şırnak’tan Siirt’e giderken dağ yolunda yükseklik korkumdan mütevellit adrenalin patlamasını saymasak hamd olsun sorunsuz bir gezi oldu…

Tunceli hariç gideceğim yerlere dair hiçbir önyargımın olmadığını peşinen belirtmeliyim. En nihayetinde Kürtleri yakından tanıyordum ve bu sefer olacak olan sadece çok sayıda Kürt’le kendi coğrafyalarında tanışacaktım.

Tek tek şehirleri veya gördüklerimi sıralamayacağım haliyle… Ama bazı anekdotlar var ki… 

Tunceli’de önyargılarımı bıraktığımı belirtmeliyim. Burada insanların davranışlarındaki saygıya ayrı bir yer açmak gerekiyor sanırım. Kıbleyi sorduğum Hüseyin’in boynunu bükmesi, idareci Ali abinin “hocam bir emriniz var mı” diye hürmeti, kahvaltı çayımızı ısrarla masaya taşıyan genç… Munzur suyunun çıktığı yerde nasıl hacı olacağımı anlatan amcaya “inancımız farklı” demek istediysem heyecanını kırmamak adına çıra yakmayı uzun uzun anlatmasını dinledim… Her ne kadar “insana inanmak” takıntımdan dolayı sık sık kandırılmış, kullanılmış olsam da riya ile gerçek samimiyeti birbirinden ayıracak tecrübeye sahip olduğumu düşünüyorum… O yüzden adamların samimiyetini tartışmayacağım…

Şunu açık yüreklikle ifade etmeliyim ki hem Tunceli’de hem de ziyaret ettiğim bütün şehirlerde gördüğüm tek “şehre gelen her ziyaretçiyi” kendi misafirleri görmeleri: Sık sık şunu duyduk “Siz misafirsiniz!”  

Bingöl yolu üzerinde 33 askerimizin şehit edildiği noktadan geçerken… Kelimelerin boğazımıza düğümlenmesi… Güya çaktırılmadan göz yaşlarının akması…  O coğrafyanın hiç de ucuz, hiç de kolay olmadığını bir daha hatırlattı… Cennet mekân şehitlerimizi bir daha rahmet ve minnetle andık...

Bingöl’de şehir merkezinde görmemiz gereken nereler var sorusuna benzinlikte çalışanlardan biri “Valla şehirdir ne isterseniz vardır” demesine diğer çalışan tepki göstererek “bir şey almayacaklar, gezecekler” deyince önceki “e şehirdir işte gezilir” demesine “eyvallah dayı” dedim gülümseyerek. Aslında gezinin özeti Bingöl’de bir lokantada yaşadığımız “müthiş” olaydı. Bir yemeğin ne olduğunu sordum. Esasen işi ürünü övüp satmak olan garsonun, “Vallah diğerlerinden bir farkı yoktur üzerine iki parça et koymuşuzdur, paranıza yazık” demesi…

Bitlis’te beş minarenin peşine düştük ve dördünü gördük. Zaten beşincisi de tartışmalıymış. Şehir merkezinde yoğun bir çalışma var. Bittiği zaman harika bir şehre dönüşeceği kesin. Bindiğimiz taksi şoförü ise aynı fikirde değildi: “Yok hocam, üç yıldır bitiremediler, on iki köprü var, her köprünün altında altın vardı, onları çaldılar şimdi kaleyi kazıyorlar” demesi…

Cuma namazını Nemrut Gölü’ne çıkarken köyde (Çekmece) kılarım demiştim de… Olayın mezhebî boyutunu unutmuştum. Camiinin avlusunda iki üç kişiyi görünce anladım. Selam verip sordum, “40’a tamamlandı mı?” diye. Anadolu’daki “Küçük Ayasofya”lardan biri olduğu söylenen kiliseden bozma camiin imamı sağ olsun hemen karşıladı. “Ben 12 kişiye de kıldırıyorum” deyince en azından ümitlenerek “Eyvallah” dedim. Muhabbet vs. derken camide oturup cemaati beklemeye daha doğrusu gelenleri saymaya (galiba sadece ben) başladık. Bir ara hoca, Kürtçe tekrar anons edip Cuma saati çalışmanın haramlığını, cemaatin tamamlanmak üzere olduğunu ve gelmelerini söyledi. Anons işe yaramış olacak ki, beş altı kişi daha gelince Cuma’yı kılıverdik.

Ahlat’ta Selçuklu mezarlarını gezerken kazı ekibi ile tanıştık. Burada bir ön yargım daha yıkıldı. Sanat tarihçilerinin hep cami eyvanlarının metre karesini bildikleri ve ezberlettikleri yolundaki… Daha yüksek lisans öğrencisi olan Seda isimli genç bir sanat tarihçisinin verdiği bilgiler, çalışma şekilleri vs. ayrı bir tecrübe oldu…

Seyahat boyunca en çok duyduğumuz ifadeler ise “hoş gelmişsiniz” “başımla” “başım üstüne” “misafirsiniz” …  “Hocam” demeleri de yanlış anlaşılmasın tanıdıklarından değil, herkese hocam diyorlar… Sadece hocam da demiyorlar kimi dayı, kimi amca… Ama hepsine yaşlarına bakmaksızın “yeğenim” dedim gülerek. İkisini birden diyen bile oldu. Van kalesinden inerken bana “amca çıkmaya değer mi?” diyen polis memuruna “yeğenim gelmişken çıkıver” deyince başlayan muhabbet “dayı senin maşallahın var”a geçince “e yeğenim sen de bir karar ver, dayın mıyım amcan mıyım?” dedim.

Sık sık laf attığım zamanlar da oldu. Yöresel yemekler yapan ve menüsünde “Kürt köftesi” olan işletme sahibine “niye ırkçılık yapıyorsunuz, Kürt böreği kavgası bitmeden şimdi de köftesini çıkarttınız” dedim. Önce şaşkınlıkla “yok hocam, adı o” derken ben “biz köftemize Türk köftesi diyoruz mu siz niye köfteyi ayrıştırıyorsunuz” deyince gülerek, “hocam babaannem yapardı ve hiç sevmezdim şimdi herkes acayip yiyor” dedi. Hakkari’de gelin arabasını süsleyenlere ise arabayı yaklaştırıp “yol kesmek serbest değil mi?” dedim, o da önce bir şaşırdı sonra “yarım saat sonra yola çıkıyoruz hocam” dedi gülerek… Sonradan aslında kırdığım potu anladım, yol kesmek falan… Tövbe ya Rabbim!

Bazen (aslında sık sık) komik anlar da yaşadık. Şırnak’ta cami temizlik görevlisinin, “Bizim eski müftü de Malatyalıydı. Hani şöyle uzun boylu yaşlıca biri…” diye müftüyü tanıtmasına girişmesini “İsmi yok mu adamı nereden tanıyayım” dememe “vallah unuttum” cevabı; yine Şırnak’ta yol tarifi yaparken “hani şu ileride İŞ-KUR var ya” diye tarifini “hah işte ben o İŞ-KUR’u da bilmiyorum” dememe “ya şurada var ya işte” diye ısrarla aynı noktayı işaret etmesi…

Şırnak’tan Siir’te geçerken İhsan Süreyya Hocamın kulaklarını çınlattım. Hatta bir ara arayıp, “neden dağları sevdiğinizi şimdi anladım hocam” demeye de niyetlenmiştim ama o yükseklikte zaten zar zor araba kullanırken başıma iş almayayım dedim… Eruh üzerinden o muhteşem dağ yolu… Hani hiçbir şey görmemiş olsaydım da sırf o dağ manzarası… Bir iki defa araç kontrolünü kaybetsem de o güzellik…

Dönüş yolunda Ömerli’den geçtikten sonra fotoğrafları Adnan Hoca’ya gönderdim: “Bir Doğanyol olmasa da” notuyla beraber. Bir müddet sonra aradı; “Benden habersiz nasıl Ömerli’den çıkarsınız, geri dönün” dedi. Başıma geleceği bildiğimden teşekkür edince, “o zaman borcum olsun” dedi. Kaç defa oldu saymadım ama her seferinde sana borcum vardı deyip yemek ısmarlıyor… Bir kere bile alacağımı inkâr etmediğimi söyleyeyim…

Uzun uzun yazmayacağım dedim ama uzun oldu… Yukarıda da dediğim gibi şehrine gelen her insanı “kendi misafiri” gören bir anlayış… Hep bir memnun etme telaşı… Riyadan, gösterişten uzak samimiyet… Yol sorunca yardım etme gayreti, bilmeyince cevap verememenin mahcubiyeti… Sanki inanmayacakmışım gibi her cümleye yeminle başlamaları… Kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi sohbete girişmeleri… Hep bir “emrin var mı?” cümlesi…

Ve’l-hâsıl; Sevgili Kürtler güzel insanlarsınız be ya!

Bir Türk milliyetçisi olarak gururla söylüyorum ki, iyi kardeşiz!

Rabbim kardeşliğimizi daim kılsın!

Kardeşliğimizi bozmaya kalkanların belasını versin!

Âmin, Âmin, Âmin…

 

 

 

 

 

 


 

1 yorum:

Yazarlar