DOĞU SEYAHATİ…
Prof. Dr. Şaban ÖZ
Aslında başlığı “Kürtlerle Altı Gün” diye düşünmüştüm ama eşimin “zaten ırkçısın bir de böyle başlık atarsan…” diye başlayan itiraz cümlesine kısmî haklılık payı verdiğimden başlığı değiştirmiş gibi yaptım.
Zor
zamanlardan geçiyoruz. Sadece şehirlerimiz değil bizler de çaktırmasak da
paylaşmasak da ifade edemesek de zor bir yıl yaşıyoruz… 50 yaşıma bir gıdım
kalmışken bu yıl içerisinde yaşadıklarımı, gördüklerimi geriye kalan ömrümde
bir daha görür müyüm bilmiyorum ama görmek istemediğimden eminim… Özellikle
yakın geçmişimde yaptığım hatalara son verip yeniden besmele çektiğim bir
süreçte… Aslında bu işi hep en iyi bildiğim yöntemle yapar, habire çalışırdım
ama bir noktada artık çalışmanın da kifayetsiz kaldığını görüyorsunuz. O yüzden
e hadi o zaman deyiverdik.
Daha
önce ailecek Karadeniz ve Akdeniz’i dolaşmıştık. Çaktırmadan ısrar etsem de
çocuklar beni bahane ederek rest çektiler. Yok gergin oluyormuşum da yok
kendilerine uymuyormuşum da yok navigasyonu dinlemiyormuşum da… Ben de
“restlerine rest” çektim!
Malatya’da
atlattığımız ciddi trafik kazasını ve Şırnak’tan Siirt’e giderken dağ yolunda
yükseklik korkumdan mütevellit adrenalin patlamasını saymasak hamd olsun sorunsuz
bir gezi oldu…
Tunceli
hariç gideceğim yerlere dair hiçbir önyargımın olmadığını peşinen belirtmeliyim.
En nihayetinde Kürtleri yakından tanıyordum ve bu sefer olacak olan sadece çok
sayıda Kürt’le kendi coğrafyalarında tanışacaktım.
Tek
tek şehirleri veya gördüklerimi sıralamayacağım haliyle… Ama bazı anekdotlar
var ki…
Tunceli’de
önyargılarımı bıraktığımı belirtmeliyim. Burada insanların davranışlarındaki
saygıya ayrı bir yer açmak gerekiyor sanırım. Kıbleyi sorduğum Hüseyin’in
boynunu bükmesi, idareci Ali abinin “hocam bir emriniz var mı” diye hürmeti,
kahvaltı çayımızı ısrarla masaya taşıyan genç… Munzur suyunun çıktığı yerde
nasıl hacı olacağımı anlatan amcaya “inancımız farklı” demek istediysem
heyecanını kırmamak adına çıra yakmayı uzun uzun anlatmasını dinledim… Her ne
kadar “insana inanmak” takıntımdan dolayı sık sık kandırılmış, kullanılmış
olsam da riya ile gerçek samimiyeti birbirinden ayıracak tecrübeye sahip
olduğumu düşünüyorum… O yüzden adamların samimiyetini tartışmayacağım…
Şunu
açık yüreklikle ifade etmeliyim ki hem Tunceli’de hem de ziyaret ettiğim bütün
şehirlerde gördüğüm tek “şehre gelen her ziyaretçiyi” kendi misafirleri
görmeleri: Sık sık şunu duyduk “Siz misafirsiniz!”
Bingöl
yolu üzerinde 33 askerimizin şehit edildiği noktadan geçerken… Kelimelerin
boğazımıza düğümlenmesi… Güya çaktırılmadan göz yaşlarının akması… O coğrafyanın hiç de ucuz, hiç de kolay
olmadığını bir daha hatırlattı… Cennet mekân şehitlerimizi bir daha rahmet ve
minnetle andık...
Bingöl’de
şehir merkezinde görmemiz gereken nereler var sorusuna benzinlikte
çalışanlardan biri “Valla şehirdir ne isterseniz vardır” demesine diğer çalışan
tepki göstererek “bir şey almayacaklar, gezecekler” deyince önceki “e şehirdir
işte gezilir” demesine “eyvallah dayı” dedim gülümseyerek. Aslında gezinin
özeti Bingöl’de bir lokantada yaşadığımız “müthiş” olaydı. Bir yemeğin ne
olduğunu sordum. Esasen işi ürünü övüp satmak olan garsonun, “Vallah
diğerlerinden bir farkı yoktur üzerine iki parça et koymuşuzdur, paranıza
yazık” demesi…
Bitlis’te
beş minarenin peşine düştük ve dördünü gördük. Zaten beşincisi de
tartışmalıymış. Şehir merkezinde yoğun bir çalışma var. Bittiği zaman harika
bir şehre dönüşeceği kesin. Bindiğimiz taksi şoförü ise aynı fikirde değildi:
“Yok hocam, üç yıldır bitiremediler, on iki köprü var, her köprünün altında
altın vardı, onları çaldılar şimdi kaleyi kazıyorlar” demesi…
Cuma
namazını Nemrut Gölü’ne çıkarken köyde (Çekmece) kılarım demiştim de… Olayın
mezhebî boyutunu unutmuştum. Camiinin avlusunda iki üç kişiyi görünce anladım.
Selam verip sordum, “40’a tamamlandı mı?” diye. Anadolu’daki “Küçük
Ayasofya”lardan biri olduğu söylenen kiliseden bozma camiin imamı sağ olsun
hemen karşıladı. “Ben 12 kişiye de kıldırıyorum” deyince en azından ümitlenerek
“Eyvallah” dedim. Muhabbet vs. derken camide oturup cemaati beklemeye daha
doğrusu gelenleri saymaya (galiba sadece ben) başladık. Bir ara hoca, Kürtçe
tekrar anons edip Cuma saati çalışmanın haramlığını, cemaatin tamamlanmak üzere
olduğunu ve gelmelerini söyledi. Anons işe yaramış olacak ki, beş altı kişi
daha gelince Cuma’yı kılıverdik.
Ahlat’ta
Selçuklu mezarlarını gezerken kazı ekibi ile tanıştık. Burada bir ön yargım
daha yıkıldı. Sanat tarihçilerinin hep cami eyvanlarının metre karesini bildikleri
ve ezberlettikleri yolundaki… Daha yüksek lisans öğrencisi olan Seda isimli
genç bir sanat tarihçisinin verdiği bilgiler, çalışma şekilleri vs. ayrı bir
tecrübe oldu…
Seyahat
boyunca en çok duyduğumuz ifadeler ise “hoş gelmişsiniz” “başımla” “başım
üstüne” “misafirsiniz” … “Hocam”
demeleri de yanlış anlaşılmasın tanıdıklarından değil, herkese hocam diyorlar… Sadece
hocam da demiyorlar kimi dayı, kimi amca… Ama hepsine yaşlarına bakmaksızın
“yeğenim” dedim gülerek. İkisini birden diyen bile oldu. Van kalesinden inerken
bana “amca çıkmaya değer mi?” diyen polis memuruna “yeğenim gelmişken çıkıver”
deyince başlayan muhabbet “dayı senin maşallahın var”a geçince “e yeğenim sen
de bir karar ver, dayın mıyım amcan mıyım?” dedim.
Sık
sık laf attığım zamanlar da oldu. Yöresel yemekler yapan ve menüsünde “Kürt
köftesi” olan işletme sahibine “niye ırkçılık yapıyorsunuz, Kürt böreği kavgası
bitmeden şimdi de köftesini çıkarttınız” dedim. Önce şaşkınlıkla “yok hocam,
adı o” derken ben “biz köftemize Türk köftesi diyoruz mu siz niye köfteyi
ayrıştırıyorsunuz” deyince gülerek, “hocam babaannem yapardı ve hiç sevmezdim
şimdi herkes acayip yiyor” dedi. Hakkari’de gelin arabasını süsleyenlere ise
arabayı yaklaştırıp “yol kesmek serbest değil mi?” dedim, o da önce bir şaşırdı
sonra “yarım saat sonra yola çıkıyoruz hocam” dedi gülerek… Sonradan aslında
kırdığım potu anladım, yol kesmek falan… Tövbe ya Rabbim!
Bazen
(aslında sık sık) komik anlar da yaşadık. Şırnak’ta cami temizlik görevlisinin,
“Bizim eski müftü de Malatyalıydı. Hani şöyle uzun boylu yaşlıca biri…” diye
müftüyü tanıtmasına girişmesini “İsmi yok mu adamı nereden tanıyayım” dememe
“vallah unuttum” cevabı; yine Şırnak’ta yol tarifi yaparken “hani şu ileride İŞ-KUR
var ya” diye tarifini “hah işte ben o İŞ-KUR’u da bilmiyorum” dememe “ya şurada
var ya işte” diye ısrarla aynı noktayı işaret etmesi…
Şırnak’tan
Siir’te geçerken İhsan Süreyya Hocamın kulaklarını çınlattım. Hatta bir ara
arayıp, “neden dağları sevdiğinizi şimdi anladım hocam” demeye de
niyetlenmiştim ama o yükseklikte zaten zar zor araba kullanırken başıma iş
almayayım dedim… Eruh üzerinden o muhteşem dağ yolu… Hani hiçbir şey görmemiş
olsaydım da sırf o dağ manzarası… Bir iki defa araç kontrolünü kaybetsem de o
güzellik…
Dönüş
yolunda Ömerli’den geçtikten sonra fotoğrafları Adnan Hoca’ya gönderdim: “Bir
Doğanyol olmasa da” notuyla beraber. Bir müddet sonra aradı; “Benden habersiz
nasıl Ömerli’den çıkarsınız, geri dönün” dedi. Başıma geleceği bildiğimden
teşekkür edince, “o zaman borcum olsun” dedi. Kaç defa oldu saymadım ama her
seferinde sana borcum vardı deyip yemek ısmarlıyor… Bir kere bile alacağımı
inkâr etmediğimi söyleyeyim…
Uzun
uzun yazmayacağım dedim ama uzun oldu… Yukarıda da dediğim gibi şehrine gelen her
insanı “kendi misafiri” gören bir anlayış… Hep bir memnun etme telaşı… Riyadan,
gösterişten uzak samimiyet… Yol sorunca yardım etme gayreti, bilmeyince cevap
verememenin mahcubiyeti… Sanki inanmayacakmışım gibi her cümleye yeminle
başlamaları… Kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi sohbete girişmeleri… Hep bir
“emrin var mı?” cümlesi…
Ve’l-hâsıl;
Sevgili Kürtler güzel insanlarsınız be ya!
Bir
Türk milliyetçisi olarak gururla söylüyorum ki, iyi kardeşiz!
Rabbim
kardeşliğimizi daim kılsın!
Kardeşliğimizi
bozmaya kalkanların belasını versin!
Âmin,
Âmin, Âmin…
Hocam tekrar mı tanıştık ☺️
YanıtlaSil