EĞİTİMDE EDEP VE EDEBİYAT
Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Eğitim eskiden beri güzellikleri, yararları ve katkılarının yanında zorluğu, bıktırıcılığı ve çekilmezliği de dillendirilen bir alan olmuştur. Öğreten de öğrenen de insan olunca, insanî her durum eğitime yansımıştır. Öğretmekten, öğrenmekten ve okumaktan zevk alanlar kadar; uzaklaşanlar, bıkanlar, bıktıranlar vardır. Hasılı zıtlıklar meydanıdır eğitim. Ülfet ve nefret, kifayet ve zafiyet, ziyafet ve eziyet, iştiyak ve tembellik, hırs ve tükenmişlik, hoşnutluk ve tatminsizlik ya aynı anda bulunur ya birbiri peşine gelir. Çünkü bu meydanda toparlayanların yanında dağıtanlar, birleştirenlerin yanında ayıranlar, çekenlerin yanında itenler, sevdirenlerin yanında nefret ettirenler bulunur.
İnsan varsa işin içinde, iyiliği de bitmez, kötülüğü de fazileti de
rezaleti de… Niye böyle? İnsanın olduğu
yerde, her şey olur da ondan. Bıktıran bir öğretmen, bezdiren bir öğrenci hep
olagelmiştir. Yersiz bir davranış, zamansız bir çıkış hep oluvermiştir.
ÖĞRETMENDE EDEP
İmam Matüridî özellikle öğretmenin
edebini önemsemiş ve şöyle bir uyarı getirmiş:
“İlim elde etmek ve tecrübesinden istifade etmek için bir âlimin dersine
devam eden öğrenci, onda bir çirkinlik, çekilmez bir kabalık ve zulüm görürse
derhal terk etsin”.
İlim öğrenmek süreklilik ister. Çünkü bilgi aşama aşama öğrenilir.
Bir anda bilgi öğrenmek mümkün değildir. Bu iş bakkaldan, çarşıdan, pazardan
bir şeyler almaya benzemez. Kaldı ki alışverişte bile zamana ihtiyaç vardır.
Zaman ayırıp zahmete girip bir alimden yararlanan öğrenci, eğer
onda ahlakî zafiyetler, zararlı birtakım çirkinlikler, sınır aşımı veya ihlali
gibi yüz kızartıcı uygunsuzluklar ve zulüm derecesinde kabalıklar görürse ondan
ilim almaktan ve tecrübe edinmekten vaz geçmelidir. Çünkü ilim bir güzelliktir ama
çirkin bir elde, özürlü hale gelir. İlim almak, huy almak ve haliyle hâllenmektir;
verenin halinin ve huyunun alıcıya geçmesidir. Çirkinlik, kabalık ve zulüm ilim
adamında bilgiyi sıfat olmaktan çıkarır, pazarlanan mal haline getirir; bilgi
sahibini de simsar konumuna indirir ve istikametten saptırır.
ÖĞRENCİDE EDEP
Fahreddin Razî de öğrencilerin edebine dikkat çekmiş. Kendi
zamanında ve eğitim hayatında iki tip öğrenci bulunduğunu görmüş ve kayda
geçirmiş:
“Birinci tip öğrenci, bir şey bilmez ama bilmediğinin farkındadır, ilim
ortamına girmemiş, söz ve sohbet meclislerinde bulunmamıştır. Derste gayet sakindir
ne bir şey söyler ne itiraz eder.”
“İkinci tip ise bir şeyler öğrenmiş, bilgiç bir kişilik kazanmış, kendince
delil getirir, çıkarsama da bulunur hatta itiraz eder. Üstün gördüğü kişilerle
bir arada olmak ve onlarla görünmek hoşuna gider. Ancak bunun freni yoktur, bir
şeyler biliyor edasıyla sürekli müdahale eder, kendince yanlış gördüğü her şeye
itirazda bulunur. Hâlbuki itiraz ettiği şey, gerçekte güzel ve doğrudur ama göremez,
çünkü ilmi ve tecrübesi yetmez. Neden itiraz eder? Çünkü bilmediğini bilmez.”
Bu hale eskiler cehl-i mürekkep demişler. Katmerli cehalet
demek. Bilmemek, bir de üstüne bilmediğini bilmemek. Böylesi tiplere laf
anlatmak tam bir eziyet.
Ama öyle öğrenci de var ki bilmez ama bilmediğinin farkındadır.
İşte bu ilim yoluna girmiş, edep havasını solumuş, irfan bahçesinin kokusunu
almıştır. Zaten Fahreddîn Razî’nin gönlündeki öğrenci budur: Son derece mütevazı
ne ezik ne ukala, ikisi arası orta halli, istikamet ehli, dilinde ve gönlünde
edep bulunan...
Öğrencinin bu noktada durması ve bu özelliği kazanması büyük ölçüde
öğretmene bağlı: Öğrenciyi ezmeyecek ama gurur ve kibre kapılmasına da meydan
vermeyecek; merhamet ve hilimle muamele edecek ama disiplini de elden
bırakmayacak; bilgi, beceri ve tecrübesi yerinde olacak, asla alçak tarafını
öğrenciye göstermeyecek…
MÜRŞİTTE EDEP
Mürşit-mürit ilişkisi de bir öğretmen-öğrenci ilişkisidir. Bu
yüzden Safedî irşat eden, yordam öğreten, yol gösteren ve yola koyan
mürşitlerin edebini öne çıkarmış:
“Mürşit, hakka ulaştıracak yolu ve yöntemi müridine gösterir, yola
koyar; asla Rabbi ile müridi arasına girmez”.
Demek ki mürşit öğrencisi olan müridine ilmi, irfanı, ameli,
takvayı ve ihsanı öğretir; zâhirin esas, bâtının ona bağlı olması gerektiği
bilincini verir; pergelin sabit ucunu sürekli şeriatta tutmasını tembih çeker;
bilgisi olmayan konulara dalma konusunda uyarır, yolu gösterir, yolcu eder ve
Allah’a ısmarlar. Gerçek mürşit, müridin yakasına yapışıp ve dizi dibine mıhlayıp
ona iç güvesi muamelesi yapmaz, zihnine pranga vurmaz, mankurtlaşmasına izin
vermez; aksine yolu gösterir, yola koyar, cennet-i alâda, hamd sancağı altında
buluşmak üzere Allah’a ısmarlar ve yolcu eder… O kendisinin de bir yolcu
olduğunu bilir. Müride bunu öğretir.
Müridin edebi de şeyhin eteğine tutunmak veya sırtına yük olmak
değil, eğitimin amacının yolda yürümek ve yürüme becerisi kazanmak olduğunu
bilmektir. Zira yolcu yolcuyu değil, yol yolcuyu taşır. Öyleyse yolcuyu yola
koymak, ona hidayet ışığı, istikamet işareti olmak, yolda yürüyecek beceri
kazandırmak mürşidin baş görevidir.
EĞİTİMDE EDEBİYAT
Edebiyat edepten doğmuştur. Çünkü o dilin edebidir. Dil; meramı
anlatmanın, iletişim kurmanın, yazı ve hitabet yoluyla düşünceyi ifade etmesinin
yegâne aracıdır.
Dilin hükümdarı, karar vericisi ve niyet kurucusu kalptır. İster
buna irade ister akıl deyin fark etmez. İrade de akıl da bunun bir parçasıdır. Zira
bunlar kalbin hareketi ve bilfiil halidir. Zaten kalbin hareketi dil yoluyla söze
dönüşür.
Öyleyse dilin edebi kalpten başlar. Bu da niyet, kasıt ve ortaya
konulan iradedir. Zira söz ağzın ve dilin hareketiyle ortaya çıkan bir
eylemdir. Eylemin niteliğini belirleyen arka planındaki kalbin niyetidir.
Rahmet Peygamberi’nin “Yapılan işler ve söylenen sözler niyetlere göre
değerlendirilir”[1]
kutlu sözü buna işaret eder.
Zaten söz ağızdan çıkınca elden çıkar. Onu geriye döndürmek, hiç
söylenmemiş hale getirmek veya yok saymak imkansızdır. Kişinin tek yapacağı şey
edebe uygunsa sevinmek, edep dışıysa üzülmek, birini kırdıysa özür dilemektir. Onu
hiç olmamış hale getirmek artık elinde değildir.
Bu da gösteriyor ki, düşünce özgürlüğümüz kalbimizle sınırlıdır.
Söze dönüştürdüğümüzde somuta intikal eder. Bu aşamada artık sorumluluk başlar.
Kişi kalpteki mücerret düşüncesinden değil, söze ve fiile dönüşmüş somut sözden
sorumlu tutulur. Bu yüzden eskiler “Bin düşün bir söyle” demişler. Çünkü
düşünme aşamasında insan düşüncesine hâkimdir, ağızdan çıktığında ise söz
insana hâkim olur.
Demek ki edebiyatın arka planında safiyeti korunmuş kalp, sağlam
irade, terbiye edilmiş kişilik ve inancın membaı zihniyeti yansıtan dil vardır.
Zihniyetteki aşınma ve bozulma dile yansıdığı gibi dildeki yozlaşma,
kısırlaştırma ve istilaya uğratılma zihniyete yansır. Vatanın istilası neyse
zihnin ve dilin istilası odur. Toprak vatanı, mavi vatanı ve gök vatanı korumak
ne kadar önemliyse zihin vatanı korumak da en az onun kadar önemlidir.
Zihin vatanı istilaya uğramamış olanlar toprak vatanı korurlar, istilaya
uğramışsa er veya geç onu kurtarabilirler ama zihin vatanları istilaya uğramış
olanlar her şeylerini yitirmişler, mankurtlaşmaya maruz kalmışlar demektir.
Bilimcilik tavrı, entelektüellik hevesi, bilgiçlik havası maalesef
dili karmaşaya, aşınmaya sürükler, yaban istilaya açar ve atık denizine döndürür.
Bu da dilde edebi, sözde safiyeti, yazı ve hitabette edebiyatı ifsat eder.
Dilin amacı iletişim kurmak, edebiyatın amacı ise en güzel biçimde
meramı anlatmak ve anlaşılır kılmaktır. Buna eskiler mukteza-i hale göre
konuşmak demişlerdir. Bunun anlamı yerine, zamanına ve muhataba göre bir dil ve
üslup belirlemektir.
Bir konuşma berrak değilse, kelimeler anlaşılmıyorsa veya muhatabın
hali dikkate alınmıyorsa konuşanın veya yazanın edebinde ve edebiyatında bir
eksiklik ve yetersizlik var demektir. Bu eksiklik ve yetersizlik ya konuştuğu konuyu
tam kavrayamamaktan ya yerli yerince söz söylememekten ya zamanı
ayarlayamamaktan veya muhatabın durumunu göz önünde bulundurmamaktan
kaynaklanır.
Hasılı düşünce istikamete, bilgi bilince, edep edebiyata, dürüstlük
davranışa, safiyet tutuma ve sabır duruşa dönüşmedikçe ortada ya terkedilmiş bir
vatan ya heba edilmiş bir çaba ya da israf edilmiş bir ömür var demektir.
Bakınız:
· Matüridi, Te’vilâtü’l-Kur’an, nşr. Bekir Topaloğlu-Murat
Sülün, Mizan Yayınevi, İstanbul 2007, IX, 39, 83-84.
· Fahreddîn er-Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Daru
İhyâu’t-Turasi’l-Arabî, XXI, 152-153.
· Cemaleddîn es-Safedî, Keşfu’l-esrâr ve hetku’l-estâr, nşr.
Bahattin Dartma, İSAM, İstanbul 2019, III, 36.
5 Zilkade 1445 / 13 Mayıs 2024
0 yorum:
Yorum Gönder