İNSANIN ÜSTÜNLÜĞÜ: TANIMA DAYANIŞMA TAKVA
Cağfer KARADAŞ
أعوذ بالله، بسم الله...
يَٓا اَيُّهَا النَّاسُ
اِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَاُنْثٰى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوباً
وَقَـبَٓائِلَ لِتَعَارَفُواؕ اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْؕ
اِنَّ اللّٰهَ عَلٖيمٌ خَبٖيرٌ
“Ey insanlar!
Şüphesiz sizi bir erkek ve bir kadın olarak yarattık. Tanıyasınız, tanışasınız
ve dayanışma içinde olasınız diye sizi boy ve milletler kıldık. Allah katında
en değerliniz takva özelliği kazanmış olanınızdır. Allah her halinizi bilendir,
her yaptığınızdan haberdardır.” (Hucurât 49/13)
***
İnsanoğlu yaratılış itibariyle ya erkek ya kadın cinsinden biri
olarak dünyaya gelir. Üremesi ve neslinin devamı bu iki zıt cinsin birlikteliğine
yani aile kurmasına bağlıdır. Bu, insanın var olmasının şartı ve gereğidir. Bu
cinslerden biri yok olduğunda, yozlaştırıldığında, aşındırıldığında, fıtrî
değerini ve işlevini yitirdiğinde üreme süreci durur.
Boy ve millet gibi toplumsal unsurlar ise insanoğlunun varlığını sürdürmesinin
şartı ve gereğidir. Kadın ve erkekten oluşan anne-baba yani aile insanın
varlığa gelmesini sağlarken ailelerin birleşmesiyle oluşan boy ve milletler
varlığının devamını sağlar ve güvence altında alır. Hatta bunun için devlet
şeklinde içe dönük düzenleme ve dışa dönük savunma işlevi gören organize
yapılar oluşturulur. Çünkü boy ve millet,
yardımlaşma ve dayanışma ruhuyla ortaya çıkar. Bu ruhun olmaması veya
kaybolması bencilleşme, çatışma, karmaşa, fesat ve helak ortamının doğmasına
yol açar.
Demek ki Yüce Allah beşerin varlığı ve güvenliği için iki sistem
oluşturmuştur. Birincisi varlığının sebebi olan aile, ikincisi ise varlığını
sürdürmenin güvencesi olan boy ve millettir. Bunlar birer gerçekliktir. Bu
gerçeklikler üzerinden ırkçılık ve benzeri üstünlük değeri üretilemez veya
bunlara üstünlük değeri yüklenemez. Aksine bu gerçeklikler olduğu gibi kabul
edilir, korunur ve saygı duyulur. Böylece insanî fıtrat yani insaniyet korunmuş
olur.
Bu tutum yaratıcıya duyulan saygının da bir gereğidir. Çünkü Allah
katında insan olmak bakımından kadın-erkek, yöneten-yönetilen, sultan-tebaa,
hür-köle arasında bir fark yoktur. Diğer bir deyişle ırkları, cinsiyetleri ve
konumları ne olursa olsun bütün insanlar insaniyet ortak paydasında eşittirler.
Ayette geçen ve genellikle tanışasınız diye anlam verilen (لِتَعَارَفُوا)
kavramı marifet veya marûf anlamlarının her ikisini de içinde barındırır. Marifet
bilmek, tanımak ve tanışmak; marûf ise iyilik ve güzellik için dayanışma
ve yardımlaşmadır. Bu çerçevede aile ve toplum demek olumlu anlamda bilmek,
tanımak, yardımlaşma ve dayanışma içinde olmak demektir.
İnsanoğlu bazen doğal ve fıtrî gerçeklikler üzerinden değer
üretmeye veya onlara kendince değerler yüklemeye meyillidir. Ailesiyle,
toplumuyla veya toprağıyla övünmek tam da bu değer yüklemeye örnektir. Halbuki insanın
ailesi, toplumu ve toprağı doğduğunda hazır bulduğu doğal yapılardır. Bunlar
üzerinden kişinin ilave değer üretmesi ve diğer insanlara ve milletlere karşı
üstünlük iddiasında bulunması boş ve geçersizdir.
İşte bu ayet tarih boyu değişmeden gelen bir gerçekliği
hatırlatmak, doğal yapıyı istismardan korumak ve insanın üstünlüğünün neyle
olması gerektiğinin bilgisini vermek üzere indirilmiştir.
Buna göre üstünlük ancak kişinin kendi kazanımları üzerinden olabilir.
Burada da kalıcı ve geçici şeklinde iki kazanımdan bahsedilebilir. İstisnalar
olmakla birlikte genelde insanın sahip olduğu şeyler geçici ve özellikleri kalıcıdır.
İnsanın sahibi oldukları mal, mülk ve makamdır. Mal, kişinin elde ettiği veya kazandığı menkul
ve gayrı menkul varlıklarıdır; mülk ve makam ise verilmiş veya kazanılmış güç
ve yetkidir. Bunlar kimi zaman kazanmayla elde edilse de bazen veraset, atama veya
bağışlama yoluyla da gerçekleşmektedir. İlave olarak bunların elden gitmesi,
bitmesi, yok olması veya başkaları tarafından ele geçirilmesi her zaman mümkün
ve muhtemeldir.
İnsanın sıfatı haline gelen
özellikleri ise bilgi, beceri, inanç ve ahlaktır.
Bilgi ve beceri öğretim ve eğitimle; inanç düşünme, tercihte
bulunma ve karar vermeyle; ahlak ise yaşantıda tutarlılık ve dürüstlükle
kazanılır.
Bunlardan bilgi ve beceri zaman içinde unutulabilir, zayıflayabilir
veya yok olabilir, ancak inanç ve ahlak kişinin şahsiyetini belirler ve asla
yok olmaz. Kişi ölse bile toplum içinde o iki özelliğiyle her daim hatırlanır.
Takva dediğimiz de kişinin işte bu inancı
ve ahlakıdır. İnancın göstergesi ibadet, ahlakın göstergesi ise tutarlı ve
dürüst olmaktır.
Öyleyse kişinin ailesi, toplumu, makamı, malı, bilgisi ne olursa
olsun değerini olumlu ya da olumsuz belirleyen husus inanç ve ahlaktır. Bunun
anlamı kişinin ne ise o şekilde görünmesi ve nasılsa öyle davranmasıdır. Bir
başka deyişle inanç kalbin hakikati kabullenmesi, ahlak ise kalpteki hakikatle
kalıptaki davranışın uyum sağlamasıdır.
Öyleyse temel belirleyici kalptir, yani kalbin niyeti, kastı ve tercihidir.
Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber “İşler ve davranışlar niyetlere göre belirlenir” (Buharî
“Be’dü’l-Vahy” 1) buyurmuştur. Öyleyse ahlakın
doğru ve yeterli işlev görmesi arka planındaki inanca bağlıdır.
Demek ki aile ve toplum içinde gerçek anlamda iyi, güzel ve faydalı
kişilik ancak takvayla kazanılır. Bu da kişinin toplumla hemhal olmasını,
diğerkâm özelliği kazanmasını, düşenin dostu, üşüyenin elbisesi olmasını
beraberinde getirir. Sonuçta takva Yaratıcısına inanan, kendisini bilen,
toplumu düşünen ve kısaca insan olduğunun bilincine varan kişide tam anlamını
bulur.
Sonuç olarak ayette dört konuya dikkat çekilmiş ve üç maksat ortaya
konulmuştur.
Dört konu:
1- İnsanın bir erkek ve kadından
yaratılması ve bunun sonucunda oluşan aile,
2- Ailelerin birleşmesiyle oluşan
toplumsal yapılar boylar ve milletler,
3- İnsanî ve toplumsal yapıların
amacı bilme, tanıma ve dayanışma,
4- İnsanı Allah katında üstün kılacak yegâne özellik takva.
Üç maksat:
1. Fıtrî
ve doğal olan insanî yapı ve aidiyetleri korumak,
2. Bu doğal aidiyetlere ırkçılık gibi keyfî ve fıtrata aykırı değer
yüklenerek istismar edilmesi hususunda uyarmak,
3. Üstünlüğün insanın kendi kazanımı olan takvayla
gerçekleşeceğini bildirmektir.
Bakınız: Matüridî, Te’vilât Ehli’s-Sunne,
nşr. Fatıma Yusuf el-Hıyemî, Beyrut, IV, 548-549.
Zemahşerî, el-Keşşâf, nşr. M. Said Muhammed, Kahire
ts. Daru’t-Tevfikiyye, IV, 406-408.
Farheddin er-Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr,
İhyau’t-Turasi’l-Arabî, XVIII, 136-140.
Safedî, Keşfü’l-esrâr ve hetkü’l-estâr, nşr. Bahattin
Dartma, İstanbul 2019, IV, 132-134.
0 yorum:
Yorum Gönder