23 Şubat 2018 Cuma

Tarih Usûlü Bağlamında Şakk-ı Kamer Hâdisesi


Doç. Dr. Cahit Külekçi
Tarih ilminin insanlara sağladığı en büyük faydalardan birisi kuşkusuz insanların yaşamları için yeni yolların inkişâfını sağlamasıdır. Nitekim En’am Sûresi 90’da meâlen ‘İşte, o peygamberler, Allah’ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Sen de onların tuttuğu yola uy.’ denilerek sözünü ettiğimiz inkişâfın bir veçhesi gösterilmiş olmaktadır.
Çağlar boyunca insanlar, tarihî rivâyetler bağlamında, hakîkatın vücûbiyeti ve açığa çıkarılması konusunda ittifâk etmişler ancak bunun ortaya konmasında takip edilecek yollar hususunda, doğal olarak farklı görüşlere sahip olabilmişlerdir. Bir genelleme yapılacak olursa ki genellemeler kronik hataları da beraberinde sürükler, Ortaçağ’ın ortalarından itibaren tarihçilerin de dâhil olduğu bir kısım zevât, tarihin işlevini sadece dünyada Tanrı’nın amaçlarını ortaya koyuşunun kaydedilmesi olarak tasvîr etmiştir. Belki bu tasavvurlardan, Ortaçağ’ın son müelliflerinden İbn Haldûn’un görüşlerini ayrı tutmak lâzımdır ancak o da tarihî meselelerin akılla izâh edilmesini gerekli görürken, naklin durumunu ortaya koymada sıkıntı yaşamıştır. Bizim buradaki amacımız elbette mezkûr işlevsel durumu tartışmaya açmak değildir. Aksine Mâide Sûresi, 13’te ‘يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَن مَّوَاضِعِهِ’, meâlen ‘Sözleri yerinden değiştirerek tahrif ederler.’ âyetinde işâret edilen, sözleri bağlamından kopararak hâdiselerin olduklarından farklı biçimlerde takdim edilmesini temel problem olarak göstermektir.

Yaşadığı dönemden çok daha önceleri vukû‘ bulmuş hâdiseleri aktarmayı misyon edinmiş bir tarihçi, sırf kendi kanaatlerinden yola çıkarak bir eser vücûda getiremez. Muhakkak sûrette bazı rivâyetlere dayanarak meselelerin halli yolunu tercih eder. Ancak bu faaliyet esnasında, Taberî’ye de rahmet dileyerek, rivâyetlerin doğrusu ile yanlışının ayrımını yapmak durumundadır. En azından yaşadığı dönemin şartları içerisinde, rivâyetleri kısa bir değerlendirmeye tabi tutmalıdır. Meselâ ilk rivâyet daha doğrudur ama en doğrusunu Allah bilir, gibi ucu açık önermelerde bulunabilmelidir. Şayet mutlak sûrette bir hüküm vermesi gerekiyorsa oldukça ihtiyatlı davranmalı ve bunu da bir yargıç edâsıyla yapmamalıdır. Sözü gelmişken, bizim şu anda beyân ettiğimiz gibi kadîm tarihçilere de ‘ayar’ vermemeli, gerektiğinde kendisini dahi eleştirebilmelidir.
Tarihçinin aktardıklarında, sonraki nesiller için ciddi bir bilgi birikiminin saklı olduğu kabulden uzak değildir. Bu açıdan tarihçi de esâsında, itikadî meseleler gibi olmasa da, büyük vebal ve mesuliyet altındadır. Derhâl bir kez daha gözden kaçırılmaması gereken bir kayıt olarak şunu da düşelim ki, tarihçilerin muayyen prensipler dâhilinde dahi olsa aktardıkları, söyledikleri, işâret ve hatta imâ ettikleri birer âyet değildir. Her ne olur ise olsun, insan unsurunun müdâhil olduğu rivâyetleri yanılmaz, değiştirilemez hükümler silsilesi olarak değerlendirmek en basit ifâdeyle ruhî bir bunalımın göstergesidir. Gerçi bu da rivâyetlerin tamamını şüpheli hale mi getirmektedir? Kanaatimize göre böyle değildir. İhtiyatlı olmak, septik olmaktan çok daha başka bir durumu izhâr eder.
Eberhard, Çin Seddi’nin inşâ edilme sürecini tahkiye ederken somut bir takım siyasî verilerden hareket etmektedir. Günümüze kadar gelen bu duvarın MÖ. 215 yılından itibaren yapımına başlandığını da bir takım gerekçeler öne sürerek açıklamaktadır. Eberhard, örneğin oldukça yükseklere kadar uçabilen ve ağızlarından alevler saçan ejdarhaların Çinlilere olan saldırısından bahsetmiyor, meseleyi mitolojiden kurtarmaya çalışıyordu ancak MÖ. 657 yılında Chu derebeyliğinin Çin’in ortalarında inşâ ettiği duvarı da pek ala açıklayamıyordu. Mademki bu duvar, dış saldırılara bir savunma aracı olarak inşâ edilmişti, o halde Çin’in içlerindeki duvarların görevi neydi? Bu kadar abartılı olmasa da Çin Seddi’nin inşâ edilmesine başka unsurlar da sebep olmuş olamaz mıydı? Her hâdise insan unsuruna dayanarak açıklanabilir miydi?
Eberhard’dan farklı olarak Gibbon ise Roma’nın gerileyişi ve çöküşünde insan unsurunu tamamen görmezden geliyordu. Ona göre ahlakî niteliklerin yok oluşu, toplumun maneviyattan uzaklaşması, ruhbânların depresif hâlleri, dindeki bozulmalar, hurâfelerin yaygınlık kazanması Roma’nın sonunu hazırlamıştı. Şu halde Roma buhrânında Germen kavimlerinin hiç mi rolü yoktu? Osmanlı Devleti’nin Doğu Roma’yı yerle yeksân etmesinde hangi unsurlar bulunmaktaydı? Ranke de benzer görüşlere sahipti ve o da ulusların gelişmesinde veya gerilemesinde insan unsuruna pek atıfta bulunmuyordu. Belki de burada asıl zikredilmesi ve incelenmesi gereken ölmez, öldürülemez, gerektiğinde görünmez, görüntülenemez olan Perslilerin askerî sınıfı Medlere dair olan inançlardı. Perslilerin Spartalı Leonidas karşısındaki olağanüstü savaşlarından hiç bahsetmiyoruz bile. Ancak yazımızın amacını farklı satıhlara taşıyacağından sadece temas etmekle iktifâ ediyoruz.
Tarihin usulü zımnında Eberhard ve diğerlerinin ne kadar farklı düşüncelere sahip olduğunu, isim vermeden yazımızın başında zaten zikretmiş, ‘Tarihçiler, hakîkatın ortaya konmasında takip edilecek yollar hususunda, doğal olarak farklı görüşlere sahip olabilmişlerdir.’ demiştik.
Şu ya da bu şekilde, Pers de olsa, Yunan da olsa, Romalılarda da Çinlilerde de tarihin aktarımına bir takım olağanüstü haberler eşlik etmiş, bu durum adeta tarihçinin kara yazgısı olarak belirmiştir. Elbette bu hâlden Müslümanların tarihini tamamen uzaklaştırmamız mümkün değildir. Kara yazgı, ayniyle Müslüman tarihçiler için de bir tehdit olarak varlığını sürdürmüştür.
Resûlullah’ın (as) büyük bir öngörüyle ‘Hristiyanların Meryem oğlu İsa'ya yaptıkları gibi, beni aşırı şekilde övmeyin! Ben ancak Allah'ın kuluyum. Bana 'Allah'ın kulu ve Resûlü' deyin!’ şeklinde işâret buyurduğu hususların künhüne vâkıf olunması ve bu minvalde rivâyetin Müslüman tarihçilerin rehber olarak öne çıkarılması gerekmektedir.
Tam bilgi sahibi olunmayan konularda tahmin yürütülmemesi gerektiğini de bildiğimiz halde şunu da ifade etmekten kendimizi alamamaktayız. Okuyucu, yazının başlığına bakarak ‘şakk-ı kamer’e ne zaman gelineceğini büyük bir sabırsızlıkla beklemektedir. Oysa önceki aktardıklarımızın satır aralarında meseleyi vuzûha kavuşturduğumuzu da düşünmekteyiz.
Nasıl oluyor da meseleye hiç temas etmeden, mesele vuzûha kavuşturulabilirdi? Şöyle ki, Eberhard gibi mi davranmalıyız yoksa Ranke’ye mi kulak vermeliyiz? Mâide Sûresi, 13. âyetinin anlaşılmasında bir sorun mu yaşanmaktadır? Resûlullah’ın (as) sözleri rehber edinilemiyor mu?
Resûlullah’ın (as) hayatını inceleme iddiasında olan bir takım ilim adamının, Siyer’in esâsında örnek alınamaz yönlerini oluşturan sahalarına emek sarf etmelerini büyük bir taaccüple izlemekteyiz. Ortaçağ’dan sonra bir tasnif yapılacaksa, ismi ‘aba altından sopa gösterir’ şekilde konulan Romantikçağ tarihçilerinin en büyük çıkmazını da bu tür anlatımlar oluşturmaktadır.
Şakk-ı Kamer’in tarihî bir sahaya intisâb ettirilip kısa bir muhâkeme yapılacak olursa… Böyle bir hâdise meydana gelmişse kimler bu duruma şâhit olmuştur? Şâhit olunmadıysa, mütekellimînin mucize tanımına ters düşülmüş olmuyor mu? Şahit olanlar varsa, bunların Müslümanlığı tercih edip etmedikleri ortaya konulmuş mudur?
Oysa… Medîne Vesîkası’nın sosyolojik temelleri analiz edilip, elde edilen sonuçlar güçlü bir şekilde âlem sathına yayılabildi mi? İslâm’ın ilk fetihlerindeki psikoljik unsurlara yeteri kadar değinildi mi? Resûlullah’ın (as) sâir coğrafyalara gönderdiği diplomatik metinlerin dili çözülebildi mi? Arap siyasî aklının temel dinamikleriyle İslâm siyasî tarihinin mukayesesi anlaşılabildi mi? Moğolların Bağdat’ı yakıp-yıkmaları sadece bir tür işgal hâdisesi olmaktan öteye geçti mi? Beyt-i Midras tanımlandı mı? Beytü’l-Hikme’nin genetiği çözüldü mü? Osmanlı’nın etnik kökeni herkese anlatılabildi mi? Hz. Ali’nin yalnızlığına dokunabildik mi? Hz. Hasan’a ne oldu? Münâfıklar nereye kayboldu? Selçuk Bey’in Anadolu’daki harekât tarzını maddeleştirebildik mi? Mutasavvıf Türk dervişlerini tanıtabildik mi? Ebû Zerr ya da Zeyd b. Hârise veya Es’ad b. Zürâre’nin içinde bulundukları durumu kavrayabildik mi? Sahabeye ulaşabildik mi sahiden?
Yazımız şakk-ı kamerin olabilirliğini ya da olmasının imkânsızlığını sorgulamaktan ziyâde Resûlullah’ın (as) hayatında örnek alınması mümkün olmayan kesitlerle insanların zihnini meşgul etmenin neye hizmet ettiğini anlayabilmek, Siyer’in asıl odak noktasının kaçırılmasına sebep olunduğunu söyleyebilmektir. Nitekim bu sahada olası bir ihmâl, sonraki süreçte kurulacak Müslüman devletler için de bir zaaf noktası oluşturacaktır.

Netice itibariyle tarihçinin ya da tarih yazma iddiasında olan birisinin olay ve olgular arasındaki sebep-sonuç ilişkisinin tespiti ve bu yolla hâdiselerin bağlamlarından koparılmadan meydana geliş keyfiyetlerini ve olayların birbirini takip etme süreçlerini ortaya koymada ihmâlkâr ve kötü niyetli olmaması gerektiğini ifade etmekteyiz. Çin Seddi’nin inşâsında da Spartalıların Perslilerle olan mücadelelerinde de Romalıların gerilemesi ve çöküşünde de asıl unsurun insan olduğu gözden kaçırılmamalı, tarihî hâdisâtın muhteviyâtını sırlar dünyasına çevirmemeliyiz. Hele ki Resûlullah’ın (as) sîretini. Şakk-ı kamer meselesini ise belki farklı akademik satıhlarda ele almanın daha doğru olduğu kanaatini taşıdığımızı da ifade etmeliyiz.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar