28 Mayıs 2018 Pazartesi

İlim Adamı Ya Da Birinin Adamı Olmak

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Eskiden hoca ile talebe arasındaki ilişki bilgi bir alış veriş işiydi. Bir mirasın tevarüsüydü. Bu yüzdendir ki, tâlip kendisini bir hoca ile kayıtlamaz, ilmi her kimde bulursa alırdı. Çünkü o, kişilerin değil, ilmin peşindeydi. İlmi kimden aldığını da asla inkar etmezdi. Hocaya nispeti ilim nispetiydi. Onun derdi bilginin güvenliğini sağlamak, bildiğini sağlam kazığa bağlamaktı; ilminin kaynağını göstermek, bir dipnot düşmekti. Bu yüzden hocanın hakkını da ketmetmezdi. Kimden aldığını ve ne aldığını iyi bilirdi. Aldığı adamı da ilmi de unutup geçmezdi. Bir fasıkın verdiği bilgiyi en ince elekten geçirir ama çöplükte bulduğu altının kıymetini de inkar etmezdi. Kimden aldığına değil ne aldığına bakardı.  İradesini birine teslim edip onun adamı olmazdı. Adamı olmak, o zamanlarda ya kralın kapı kulu veya eşkıyanın tetikçisi olmaktı. Zanaatkarın yanındaki çırak bile, kendisini ustasına zanaat ve maharet yönünden nispet ederdi. 

Peygamberimiz O ulu kişi, sahabesinin kendisine olan mutlak bağlılığını ilahi emirler çerçevesinde tutmuştu. Çünkü Allah insana kalp vermiş, akıl fonksiyonu ile onu donatmış, duyularla dış dünyayı kendisine açmıştı. İnsanların iradelerine müdahale etmek öncelikle Allah’ın verdiği bu nimetleri inkar anlamı taşırdı. Bu yüzdendir ki O, Rabbinin emri doğrultusunda sahabesiyle istişare ederdi. Onları adamı olarak görmez, adam yerine koyardı. Akıllarına ve iradelerine değer verir, her daim görüş ve önerilerini alırdı. Çünkü onlar en güvenilir danışmanlarıydı. Hesapsız ve ajandasız, bütün hasbilikleriyle…
O Yüce İnsan, Mekke’de doğmuş ve oranın kültürüyle büyümüştü. Her Mekkeli gibi o da ticareti çok iyi bilir ve yapardı. Medine’ye geldiklerinde hurma bahçeleriyle karşılaştı. Hurmaların aşılandığını gördü ve biraz da yadırgadı. Hatta bu aşılamanın bir faydasının olmayacağını söyledi. Medineliler O söylüyorsa bir bildiği vardır deyip aşılama işini terk ettiler… Ama iş beklendiği gibi gitmedi. Aşı yapılmaması hurma üretimini düşürmüştü. Onlar yine Yüce Peygamber’e geldiler. Sorunu bütün açıklığı ile arz ettiler. O da şu tarihi sözünü söyledi: “Ben ancak bir beşerim. Size dininizle ilgili bir bilgi verirsem bunu hemen alınız. Kendi düşüncemle ilgili bir şey söylersem unutmayın ki ben sadece bir beşerim. Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz” (Müslim “Fadail” 38)
Demek ki neymiş? O, peygamber de olsa her şeyi bildiğini iddia etmezmiş. Ben ne diyorsam o, demezmiş. Kendi sınırını bilir ve bunu bütün açık yürekliliğiyle ve alçak gönüllülüğüyle söylemekten de kaçınmazmış. Ama bazı kendini bilmezleri O’ndan ne çok şey istiyordu. Bunaltıyorlardı o gönlü geniş insanı. Bunu en iyi bilen Rabbi şöyle demesini istedi: “Ben size Allah’ın hazineleri elimin altında demiyorum. Gaybı da bilmem. Ben bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahyoluna tabiyim. Hiç Allah’ın kendilerine bahşettiği gözü gereği gibi kullananlarla kullanmayanlar bir olur mu? (Size bir kalp verilmiş danışasınız diye, akıl verilmiş düşünesiniz diye) Hiç mi düşünmüyorsunuz?” (6/50)
Evet, O bir masumdu, korunmuştu. İlahi alandan gelen hiçbir buyruğu eksiltme ve ona ekleme yetkisi de yoktu. Ne verilmişse, olduğu gibi ümmetine iletmek zorundaydı. Sahabisi de getirdiğini alır, öper ve başına koyardı. Ama dünyevî işler söz konusu olduğunda sahabesiyle kafa kafaya verir, düşünür ve kararını verirdi. Bu yüzden işler asan giderdi. Ne bir kırgınlık olur ne kibir ne de alınganlık… Kimse kimseye öte git demez, herkes yerini bilir, yerinde dururdu. Peygamber’e itaat, Allah’a itaatti. Çünkü O, bir peygamberdi, Allah tarafından görevlendirilmişti. Bu yüzden Allah’ın rızasına ermenin O’na itaatten geçtiğini herkes bilirdi. Ama hiç kimse O’ndan insanüstü bir iş beklemez, O’nda ilahi bir özellik görmek ve aramak da aklından geçmezdi. Onlar aklın sınırlarını da bilirdi. Şu buyruğun ne anlama geldiğini iliklerine kadar hissetmişlerdi: “De ki, ben sizin gibi bir beşerim. Şu kadar var ki, ilahınızın tek bir ilah olduğu bana vahiyle bildiriliyor…” Öyleyse yaratan ve yöneten sadece Allah’tı, O ise bir kul ve elçiydi. O’nun elçisi… (18/110)
Sonra uzaklaştık bu iklimden, insanlara olan sevgimiz onları aşırı yüceltme noktasına götürdü. Hıristiyanların düştüğü yanlışı göremez olduk. Onlar peygamberlerini aşırı yüceltmiş ve tanrılaştırmışlardı. Tanrının oğlu saymışlardı. İyi mi etmişlerdi? Asla… Yüce Allah da Kur’an’da her geçtiği yerde onu Meryem oğlu İsadiye anmıştı. Hz. İsa’nın tanrının oğlu değil, bir beşer olan Hz. Meryem’in oğlu olduğunun altını en kalın çizgiyle çizmişti. Ahirette soracak: “Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi söyledin bunlara ‘beni ve anamı Allah’ın yanında tanrılar edinin’ diye…” O da cevap verecek:“Ben bana emrettiğini söyledim ey Rabbim... Benim ve sizin rabbiniz olan Allah’a ibadet edin dedim sadece…” (5/116-117)
Onların hatası neydi? İlme değil, kişiye bakmalarıydı. İlmi ve kudreti gerçek sahibine değil de gördükleri kişiye nispet etmeleriydi. Bu yüzden hatadan hataya düştüler. Hastaları iyileştiren, kötürümleri ayağa kaldıran, görmeyenleri gördüren bir varlık insan olabilir miydi? O ancak tanrı olabilirdi, en azından tanrının oğlu. Doğru mantıkla yanlış hükme varmışlardı. Doğru, o işleri bir insanın gerçekleştirmesi mümkün değildi. Zaten bütün o işleri yapan ve yaratan Allah’tı. Ancak görünen Hz. İsa’nın elinde gerçekleşmesiydi. Onların aldandığı nokta da, işte tam burasıydı. Düşünmediler ki: İsa’nın ne gücü olabilirdi ki, onları yapabilsin. O bir insandı. İnsanı göremediler, sınırlarını fark edemediler ve doğru yoldan sapıp gittiler…
Biz de mi onlar gibi mi olacağız. Üç beş keramet görünen insanı, insanlıktan mı çıkaracağız. Her şeyi bildiğini, kalplere muttali olduğunu mu söyleyeceğiz. Halbuki keramet Yüce Rabbimizin kuluna özel ikramıdır. Eski dervişler bunu çok iyi bildiklerinden özenle gizlerlerdi. Şimdi onu ortalığa saçtık. Ne özel kaldı ne özen. Nasıl bir şey bu Allah aşkına?!
 Kurtarıcılar çıktı ortaya şimdilerde. Cehennemden kurtaran, cennete götürenler… Kalplerden geçeni bildiği zannedilenler… Büyük İmamlar Ebû Hanife ve Matüridî kendinden öncekilerden tevarüs ettiği ilmiyle kişinin kalbini melekler bile bilmezhükmüne varmışlardı. Çünkü kalpleri Allah kendisine ayırmıştı. Kalpleri ancak O bilir, başkası değil… O yüzden Peygamberine “Gerçek şu ki senin görevin sadece tebliğ etmendir, hesabı görecek olan biziz” (13/40) “Sen her sevdiğini hidayete erdiremezsin, hidayete erdirecek olan ancak Allah’tır. Çünkü O’dur, kimin hidayete layık olduğunu yegane bilen.” (28/57) buyurmuştu. Bu aslında o Yüce Peygamber’in görev sınırlarının çizilmesiydi. O, herkesin inanmasını ve kurtuluşa ermesini isterdi. Ama ilahi nizam böyle kurulmamıştı. Yüce Allah kurtuluşa ermeyi kişinin aklı ve iradesine bağlamıştı. Bu O’nun değişmez kanunu yani sünnetiydi. Öyleyse başkasının istemesiyle değil, ancak kişi kendi azmi, gayreti ve kararlılığı ile kurtuluşa erebilirdi.
Dedik ya, o güzel iklimden uzaklaştık. Sevdiğimiz insanları uçurdukça uçurduk. Onları Allah ile konuşan, Peygamber ile her daim beraber olan varlıklar olarak görmeye başladık. Öyleyse onların her söyledikleri Allah’tan bir bilgi, Peygamber’den bir nakil idi. Peygamberler masum ise onlar da mahfuz ve masun idiler. Düşünmediler ki, bu üç kelime aynı anlamı ifade eder. Masum olan mahfuz olan ve masun olan Allah’ın izni, iradesi ve kudretiyle sadece peygamberlerdi. Görevleri gereği Allah, sadece onlara korumalütfunda bulunmuştu.
Eeee…. İnsanoğlu, bir kere aklını arkasına atıp duygularının esiri olmaya görsün… İşte böyle yanlışlara peş peşe imza atar. Peşine gittiği insanı yere göğe sığdıramaz. Önünde el pençe divan durur, kalbinin ona açıldığını zanneder, uzaklaştığında kendisini kontrol ettiğini sanır. Korku dağları altında titrer. Halbuki bunların hiç birini yapma şansı yoktur o zannettiği zatın. Çünkü o, bir insandır. Sahabeden böyle bir hareket hiç duyduk mu? Münafıklar korkardı sadece. Gizli ajandalarının ortalığa döküleceğinden it gibi korkarlardı. Halbuki haber veren Allah’ın indirdiği ayetti. Allah’ın ayetiydi, Peygamber’in değil. Bilen Allah idi, Peygamber O’nun bildirdiğini iletendi. Bunu bilirdi sahabesi. Bildiği için de O’ndan değil Allah’tan korkarlardı. Bu yüzden sahabiler, Peygamber’in adamları değil arkadaşlarıydı. O’nun sohbet meclisinin kahramanlarıydı. Bütün dertleri, Allah’ın ipine tutunma çabasıydı. 
Birileri türedi modern zamanlarda… Benim adamların, benim takipçilerim, benim talebelerim benim, benim, benim… demeye başladılar… İlmi değil, kendilerini öne çıkardılar. Zaten öne çıkaracakları bir ilimleri de yoktu. Cennetlik olduklarını söyleyecek kadar ileri gittiler. Kurtuluşun kendilerinde, sadece kendi yollarında olduğunu söyleme cüreti gösterdiler. Ayrılanları sapkın ilan ettiler, düşkün saydılar… Benim teknemden yiyip başkasına sağılıyorlar diye hakaret ettiler… Ellerine fırsat geçtiğinde acımasızca cezalandırma, dışlama, ötekileştirme, hatta kafir sayma yoluna gittiler. Ne deyim? Allah ıslah etsin… 
Eskiden mürşitler olurdu. En sağlamından. Onların ismi değil kendileri sağlamdı. Yol tarif eden, yolu gösteren denirdi onlara. Amaç onlara gitmek değil, onların gösterdiği yola gitmekti. Yol, Allah yolu, Hakkın razına erme yoluydu. O sağlam mürşitlerin tek amacı, rıza yolunun hakiki işaretleri olmaktı. Bilirlerdi ki işaretler yolu gösterir, kendilerini değil. O yüzden de insanlar işarete bakar yollarına giderlerdi.
Şimdi devir değişti. O tevazu kalıbı içinde kibir heykelleri yüzünden yol görünmez, yordam bilinmez oldu. Allah’ın rızası değil, birinin eteğine tutunmak, hoşnutluğunu elde etmek aranır oldu. Anlayacağınız Allah adamı değil de birinin adamı olmaktı artık kıymet ifade eden. O yüzden onun icazeti önemliydi. Usulüyle verilmiş veya alınmış olması önemli değildi. Önemli olan onun elinden bir şey almaktı ve onun adamı olduğunu tescil ettirmekti.
Bu yüzden icazet de ayağa düştü. Ne hallere düşürüldü… El çabukluğu ile tez elden, bir an evvelinden bir kopya yapılıp alınan bir meta idi artık icazet. İlmin adamı değil, birinin adamı olmanın icazeti. İmam Muhammed üç yılda almıştı icazeti Medine’nin İmamı Malik’den. Biz üç ayda hatta daha kısa sürede halleder olduk bu işi. Seri üretim şeklinde… Ne de olsa modern zamanlar seri üretim zamanlarıydı. Her şeyin ucuzladığı, ucuzluğun pirim yaptığı zamanlar… Halbuki İmam Muhammed’in, İmam Ebu Hanife’nin öğrencisi olması, İmam Malik’in öğrencisi olmasına engel olmamıştı. Çünkü o ilmin peşindeydi. İmam’ın adamı değil, yolunun yolcusuydu. İmam onun için bir yol işaretiydi. Yol sırat-ı müstakîm idi. Yolun istikameti de sadece Allah’a idi. Ne güzel özetlemiş şair:
“Allah’a dayan saye sarıl hikmete ram ol,
Yol varsa budur bilmiyorum başka yol...”
   12 Ramazan 1439 / 27 Mayıs 2018

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar