31 Mayıs 2018 Perşembe

Kitap Tanıtımı: İslam’da Yönetim Sistemi ve Temelleri


İSLAM’DA YÖNETİM SİSTEMİ VE TEMELLERİ

Eserin orijinal adı: en-Nazariyyâtu’s-Siyasiyyetu’l-İslamiyye

Yazar: Prof. Dr. Muhammed Ziyauddin er-Rayyıs

Çeviren: Prof. Dr. İbrahim Sarmış

FCR YAYIN, Ankara 2017, 359 Sayfa 
ISBN: 978-605-9652-52-0

3. Baskı: Kasım 2017

                                                                                                               Edip AKYOL / Doktora


Muhammed Ziyauddin er-Rayyıs’ın bu çalışması, İslam Siyasi Düşünce Tarihi alanındaki önemli bir boşluğu doldurmakla birlikte bu alanda yapılan çalışmalara duyulan ihtiyacı ortaya koymuştur.  Arapça’ sının arka arkaya sekiz baskı yapması ve okuyucuların büyük ilgisi de eserin alanında önemli bir boşluğu doldurmasından kaynaklanmıştır. Eserin Türkçe olarak birinci ve ikinci baskıları daha önce Nehir Yayınları tarafından yapılmış, üçüncü baskısı da Kasım 2017 yılında Fecr Yayınevi tarafından yapılmıştır.
                    
Müslümanların siyasal alanda köklü, kapsamlı ve değişik bir düşünce örgüsüne sahip oldukları ve Müslüman düşünürlerin bu çerçevede birçok bilimsel kuram oluşturdukları bilinmektedir. Kitapta, Batı düşüncesinin ancak yakın zamanda erişebildiği nice sonuçların, Müslümanlar arasında geçmişte tartışılmış, irdelenmiş ve hatta uygulanmış olan kuramlar arasında bulunduğu, Batının bunlardan birçoğuna henüz yaklaşamamış olduğunun altı çizilmiştir. 


İçeriği, sosyal bilimlerle uğraşan çevrelerin beğenisini, ulaştığı sonuçlarsa, bilim ve siyasal alanındaki yetkin kimselerin övgüsünü kazanmış, bunlar, birçok kalem sahibince dile getirilmiştir.

Kahire Üniversitesi Hukuk Fakültesi İslam Hukuku Profesörü Muhammed Ebu Zehra, büyük bir İslami dergide yayınlanan yazısında kitap hakkında şunları söylemektedir:

“İslam’da Yönetim Sistemi ve Temelleri” kitabının yazarı, İslam’ın siyasal felsefesini ve İslam mezhepleriyle fırkalarının eğilimlerini ele alarak, birleştikleri esasları ve ayrıldıkları ayrıntıları çok güzel açıklamıştır. İncelemesinde çeşitli görüş ve kuramların dinsel kökenleri ve gerçekleştiği dönemleri bir arada ele almış, böylece yazar, konusuna tam anlamıyla hâkim olmuştur. Dikkatte, derinlikte, açıklamada, çeşitli sorunları ve görüşleri ele alıp değerlendirmede son derece başarılı olmuştur.”

İçeriği, sosyal bilimlerle uğraşan çevrelerin beğenisini, ulaştığı sonuçlarsa, bilim ve siyasal alanındaki yetkin kimselerin övgüsünü kazanmış, bunlar, birçok kalem sahibince dile getirilmiştir.

Yazar, Orta Çağ Avrupa’sının, kendi orta çağından ve derebeylik sisteminden, böylesine bir anarşiden ve başıboşluktan “modern devlet” anlayışına ve uygulamasına Müslümanlardan esinlenerek ve örnek alarak adım attığını ifade ettikten sonra, Avrupa’da meydana gelen ve modern devletin doğuşunu sağlayan hukuk hamlesinin, bütün üniversitelerinde fıkhı yahut kanunu birinci ders olarak kabul eden İslam ülkelerindeki hukuk çalışmalarının bir yankısından başka bir şey olmadığını vurgulamıştır. 

Bununla birlikte, Fransa ve İtalya’da üniversitelerin bu ruhtan etkilenmiş olarak kurulduğunu ve Doğu’da gördüğü şekliyle sistemini gerçekleştirmeye çalıştığını ve Pratik siyaset alanında ve değişik ilim dallarında İslam toplumunun etkisi bu olunca, siyasi düşünce sahasında da buna benzer bir sonucun olduğunu belirtmektedir. Ancak o asırda kültürün ve sosyal gelişmenin ulaştığı seviyeyi tabiatıyla gözden uzak tutmamanın ve o günkü sınırları akıldan çıkarmamanın gerekliliğini hatırlatarak bu gerçeğin birçok kişi tarafından bilinmediğinin altını çizmiştir.

Ayrıca, o gün vardıkları teorilerin; fıkıh usulü, tarih, felsefe, kelam ve âdâb ilminin bir parçası olduğunu. Bu teorilerin bir kısmının da Kur’an tefsirlerinde ve hadislerin şerhlerinde yer alması bakımından, onların görüşlerini gerçekten anlamak ve tümüyle ihata etmek isteyen bir kimsenin mutlaka bütün bu ilimlere başvurması gerektiğini vurgulamıştır.

Yazar, bunların dışında siyasal İslam düşüncesinin yapısını başkalarından ayıran şu özelliklerini de saymaktadır:
1. Tarihte gerçekleşen evrimin sonucu olarak doğup gelişmiştir.
2. Toplumun pratik hayatında uygulanabilmesi için şartlar elverdiği ölçüde uygulama sahasına konması amacıyla unsurlarının kanun şekline konulması amaçlanmıştır.
3. Her zaman ahlak değerlerine bağlı olmuştur. Ondan ayrılması veya görmemezlikten gelmesi mümkün değildir. Hatta bu ahlak değerleri onun temel amaçları ve yitirdiği takdirde hayatını da yitireceği varlığının özü olmuştur. Bu özelliklerinden dolayı Batı düşüncesinden tümüyle ayrılmıştır.
4. Doğuşundan beri sınırları belirlenmiştir. Bu sınırlar, gelişmesini aşamayacağı gayenin yanında durmasını sağlamıştır.

Elimizdeki kitap, sekiz bölümden oluşmakta ve her bir bölüm, araştırmanın oluştuğu temel bir konuyu temsil etmektedir. Hâliyle ana bölümler yan bölümlere de ayrılmaktadır. İlk bölümlerde nazariyelerin doğuşu ve fırkalarla hiziplerin oluşması konusu ele alınmıştır. 

Daha sonraki bölümlerde, İslam’da imamette ifadesini bulan siyasal araştırmanın doğuşu açıklanmış ve diğer nizamlardan ayrıldığı yerleri belirtilmiştir. Yönetimin esasları ve hedefleriyle ilgili muhtelif mezheplerin görüşleri de ele alınarak ekseriyetin görüşü olan imametin vacipliğine dair deliller teker teker ortaya konmaya çalışılmıştır. Yazar Özellikle Şia mezhebinin prensiplerini de belirtmeye özen göstermiştir.

Sonra “siyasi sözleşme” ve onunla ilgili meseleleri ele aldığı bölümde Yazar, ümmetin iradesi, hall ve akd ehli, veliahtlık ve benzeri konularla birlikte velayetleri ve velayet şartlarını, bilhassa vezirlik (bakanlık) ve hükümlerini, devletin genel görevlerini ve bunlar arasından sosyal dayanışmayı etraflıca ele almıştır.

Son bölümde ise halkla devlet başkanı arasındaki ilişkiler, devlet başkanının sorumluluğunu da içeren yönetimin temel kuralları konularını incelenmiştir.

En sonda egemenliğin gerçeğini ve devletin tabiatını belirleyerek bitirmiştir. Bütün bu bölümlerde görüşleri teker teker ortaya koyarak ve ihtilaflı meselelerin değerlendirmesini yapılmıştır. Yazar bu değerlendirmeleri yaparken, her görüşün dayandığı akli esasları beyan etmeye çalışmıştır.

Ayrıca Yazar, bu araştırmasında; daha önce bilinmeyen ve bu nazariyelerin onun esaslarına göre okutulacağı yeni bir metodu ortaya koyduğunu, aynı şekilde yeni sayılması gereken bir ilmin belirli niteliklerini de belirttiğini iddia ederek, bundan sonra İslam kültür mirasına “Siyasal İslam Düşüncesi İlmi” olarak bu ilim dalının da ilave edileceğinin altını çizmiştir. Bununla birlikte, bu konu ile ilgili bilimsel bir metotla ortaya konulan ilk kitabın da bu olduğunu belirtmiştir.


BİRİNCİ BÖLÜM

İSLAM DEVLETİNİN OLUŞUMU

Siyasal görüşlerin doğuşu ile tarihsel olayların gelişmesi arasındaki sıkı ilişkinin, genelde, siyasal kuramlar üzerine araştırma yapanların çoğunluğunca gözlemlenen ve belirlenen bir gerçeklik olduğunu ifade eden er-Rayyıs, ‘İslam Devletinin Oluşum Süreci’ni, İslam tarihinin ilk çağı olan ve diğer çağlardan belirgin özelliklerle ayrılan, İslam’ın “ideal” örneklerinin en mükemmel biçimde gerçekleştiği zaman parçası olarak tarif ettiği Allah Rasûlü’nün döneminden itibaren ele almıştır.

Bu dönem, iki zaman dilimine ayrılmış ve Hicret, aradaki çizgi olarak belirtilmiştir. Birinci dönem ikincisine hazırlık olurken, ikincisi de birincinin tamamlayıcısı olmuş ve sonuç olarak İslam, sosyal amaçlı bir gelişmeye yönelik eylemli ve bütünleşmiş bir olgunluk belirten biçimini almıştır.

Bununla birlikte, siyasal açıdan, tarih, birinciden çok ikinci dönemle ilgilenir. Çünkü bu dönem İslam toplumunun kendi başına buyruk, bağımsız ve etkin olduğu bir dönemdir. Gerçek anlamıyla egemenlik bu dönemde ele geçirilmiştir. İlkeler eyleme dökülmüş olarak bu dönemde ortaya çıkmış, uygulama alanına konulmuştur. Ama gerçekte, Risalet’in her iki yanıyla birden en büyük özelliği, bu dönemin kuruluş aşaması ve kurumlaşma dönemi oluşudur. Bu açıdan büyük önem taşımaktadır.

 Ayrıca, bu dönem boyunca kuramsal bir düşüncenin gelişmesinin de söz konusu olmadığını ifade eden yazar, toplumsal yapıya uygun düşen de her şeyin yerli yerinde olduğu bu dönemde kimi kuramlara gerek duyulmaması olarak açıklamaktadır. Bununla birlikte bu doğrultuda bir işleve yol veren kimi oluşların, oluş belirtileri henüz Risâlet dönemi sona ermeden görünür olduğudur. Bu, siyasal kuramlara varlık kazandıran kimi etmenlerin oluşması demektir. Bunlardan;

1. Allah Rasûlü’nün kurduğu sosyal düzenin yapısı.
2. Kişilerin düşünce özgürlüğünü vurgulayan ilkelerin yerleşmesi. 
3. Düzenin ayrıntılarında, ‘yönetimin güdümünde ve biçimsel kimi yönlendirmelerin belirlenmesinde ve sınırlanmasında işlerin “ümmet” kararına bırakılması’ gibi etmenlerin önemine vurgu yapılarak ve tarihi delilleriyle birlikte açıklanarak bir devlet için gerekli olan her şeyi içinde barındırdıklarının altı çizilmiştir (s. 27-30).

Bundan sonra, tüm Müslüman düşünürlerin ilgi alanına girecek olan İmamet/Hilâfet meselenin ilk ele alındığı toplantı olan “Sakife toplantısı” ele alınmıştır.

Yazar, Allah Rasûlü tarafından apaçık bir belirleme/atama yapılmamış olması, yerine kimin geçeceğini, yerine geçirilecek kişinin seçiminde uyulması gereken yöntemi ve hatta yerine geçecek kişide bulunması gereken özellikleri belirlemediği için O dönemin İslam toplumunu oluşturan iki belli başlı kümeden birisi olan Ensar’ın, durumu görüşmek üzere, Benî Saide Sakifesi’nde, hemen bir toplantı düzenlediğini belirterek  Allah Rasûlü’nün ölüm gününde ve henüz cenaze töreni yapılmadan Ensar’ın böyle bir toplantıya kalkışmalarının anlık bir düşünce sonucunda olmadığını, birkaç gün önce de olsa bu işin kesin kez düşünülmüş olduğunun altını çizmiştir (s. 40). 

Bununla birlikte yazar, Allah Rasûlü’nün Rabbine kavuşmasından sonra Ashabın, bir devleti, yeni siyasal bir toplumu devraldığını ve her üyenin bununla ilgili düşünme, araştırma, sorumluluk taşıma ve oy açıklama hakkına sahip olduğunu gördüğünü ve bu haktan kendilerini alıkoyan ve amaçları doğrultusunda köstekte bulunacak herhangi bir şart ve engelin bulunmadığına da tanık olduklarını ifade ederek bu konuda konuşmaya ve tartışmaya başladıkları ilk adımdan itibaren düşünce ve yorumlar ortaya çıkmaya, bakış farklılıkları göze çarpmaya başlaması açısından ilk örneğin Sakife toplantısı olduğunun altını çizmiştir.

Diğer taraftan “Papaz Lammens’in öne sürdüğü ve kimi doğu bilimcilerin yineleyip durdukları iddialarda olduğu üzere, bu iş, hiçbir zaman kimi birleşmelere, elbirliklerine, strateji belirlemelerine, komplolara kadar varmış değildir. Bunların hilafeti ele geçirmek için Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Ebu Ubeyde’nin iş ve güç birliğine gittikleri yolundaki iddiaları, doğrudan doğruya sahabeyi lekelemeye yönelik iftira niteliğinde olduğunu belirtmektedir” (s. 41) diyerek müsteşriklerin bu konudaki görülerini kesin bir şekilde reddetmektedir.





İKİNCİ BÖLÜM

İSLAM’DA SİYASAL KURAMLARIN DOĞUŞU
(Bir Dönemden Diğerine)

İslam’da imamette ifadesini bulan siyasal araştırmanın doğuşu açıklanmış ve diğer nizamlardan ayrıldığı yerler belirtilmiştir.

Parlak ve özellikle de ülkü üstü dönemler çok kısa ömürlüdür. Ümmetlerin geçmişini, özellikle değişik çağlardaki devrim ve düzenleme çalışmalarının tarihini incele-yen herkesin bildiği bir gerçektir

Ayrıca ortam ve şartlar da sürekli değil, değişkendir. Nitekim yeniden derlenip toparlanmalar, hep çeşitli sebeplerin bir araya gelmesinin, böylece oluşan yeni ortamların ve bu ortam içindeki şartların sonucu oluşmaktadır.

Buna ilaveten şunu da söyleyebiliriz: Ahlak ve siyasal ölçülerine göre herhangi bir toplumun üstün bir düzlemde hayatını sürdürebilmesi, büyük ölçüde toplumdaki yetenek ve şartlara bağlı olduğu oranda, toplumu yönlendiren ve örnekleşen seçkin bir önderin varlığına da bağlıdır. Önderlikse, bilindiği gibi, hikmet, yetenek, uzak görüşlülük, derin kavrayış, amaçta yücelik gibi herkeste bulunmayan kimi üstün ve seçkin niteliklerin ve özelliklerin oluşturduğu bir yetenektir. Bu türden bir önderin yeri boşalınca toplum, onun yerini doldurma yeterliliğinde bir ikinci kişiyi bulma sorunuyla karşılaşır. Bu ilk sorun, zaman içinde giderek, yeni sorunların üremesi, insanların sorunlarla uğraşırken de yüce yerinden kayması, gidiş ve arayış sırasında tökezlemesi gibi sevimsiz sonuçlar doğurur çoğu kez. İşte bu süreç, dönemin birinin bitişi, diğerinin başlaması olayının gerçekleştiği bir süreçtir.

İslam tarihinde grupların veya fırkaların doğmasına ve oluşmasına bu çalkantılı dönemdeki kimi büyük olaylar yol açmıştır.

Soruşturmalar, kışkırtmalar, değerlendirmede göze çarpan tutarsızlıklar, özellikle de istikrarın kayıp gitmiş bulunması, insanları -üstelik bir diğerine karşı tavır takınıcı doğrultuda- kimi görüşlere itti ve bu görüşler çevresinde halkalaşmalar oldu. İş, artık kimi kuramların oluşması çizgisini aşmış, uygulamalar içinde gelişen bir kitleleşme düzlemine erişmiştir.

Bu bölümde, bir olgu hâline gelinceye kadar geçen zaman süreci içinde mezheb ve fırkaları, bir bakıma onların doğuş süreçlerini, kimi keskin çizgiler taşıyan özelliklerini, genel niteliklerini, hayatla ilgi derecelerini, uygulamadaki siyasal sonuçlarını ve etkilerini anlattık. Bundan sonraki bölümlerde son biçimini almış olarak, oluşmasındaki ögeleri mantıksal bir düzene oturtan, kuramlarını ortaya koyan ve amaçlan yönünde etkinlik gösteren görüşleri ele alacağız.


ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İMAMET/DEVLET BAŞKANLIĞI
            
“Sorunları-Niceliği” alt başlığıyla, İmamet” konusunun değişik yüzyıllar boyunca İslam’da, siyasal araştırma ve incelemelerin çevresinde dönüp dolaştığı en belli başlı sorun olduğunu ifade eden yazar, “Ümmet arasındaki en büyük uyuşmazlık “imamet” konusundakidir. Hiçbir dinsel sorundan dolayı bu ölçüde kılıç çekilmemiş, kan dökülmemiştir” diyerek aslında en başından beri Müslümanların başını ağrıtan bir mesele olduğunun altını çizmiştir.

Ayrıca, (diğer bazı sebeplerin yanında) özellikle fırkaların doğmasında ve fırkalar arası çekişme ve sürtüşmelerin sürüp gitmesinde çok büyük işlevleri yanında, İslam tarihinin akışında ve olayların yöneliminde en büyük etmenlerden biri, bu yoldaki çatışmaların ve mücadelelerin olduğu belirtilmiştir. Çünkü “imamet” yaşanan olaylarda olduğu ölçüde bilimsel çerçevede de yönlendirici bir etken olmuş, o alanın da başlıca tartışma konuları arasında buluna gelmiştir. Bu uyuşmazlıktan doğan sonuçlar, siyasal alanda yol açtığı sorunlardan, uygulamada ve yaşamda görünen çatışmalardan bağımsız değildir. Hatta iki yön birbirleriyle sıkı ilişkidedir ve sürekli olarak bir diğerini etkileye gelmişlerdir.

Bununla birlikte yazar, Hilafet kuramlarının kesin biçimini aldığı zamanı açık olarak belirlemenin mümkün olmadığını, ulaştığımız araştırma sonuçlarının bu doğuma ışık tutacağı, hatta zamanını apaçık belirleyeceği, ancak kimi gerçeklerin bilgisini yakalama imkânını vereceği kanısında olduğunu belirtmiştir.

“Hilafet ve Krallık Açısından İmametin Niteliği” ile deimametin gerçekliğini açıklamak ve bu adla adlandırılmış bulunan kurumun niceliğini ortaya koyma amacında olduğunu belirten yazar,  bunun da iki yolla olabileceğini; birincisi, anlamlar üzerinde durmak, tanımlar yapmak, buna ilişkin olarak tarihsel olayları yorumlamak, kurumla ilgili teknik kavramları incelemek,  İkincisi de bu kurumun genel çerçevesini belirlemek, bilim adamlarının yaptıkları tanımlamaları ele almak, karşılaştırmak olduğunu ifade etmiştir.

Burada da‘Üç Önemli Kavram’olarakİmam, Halife, Emîru’l-Mü’minin kavramları üzerinde durarak imametin gerçekliği, onun düzen ve yapısını, konunun neden bu ölçüde önem taşıdığını, hangi sebeplerle üzerinde bunca büyük anlaşmazlıklar ve uyuşmazlıklara düşüldüğünü, bu doğrultudaki görüşlerin niçin kimi fırkaların doğuş ve oluşumunda böylesine büyük bir rol oynadığını geniş bir şekilde izah etmeye çalışmıştır. 

İslam’da devlet başkanının aldığı ünvanlar bunlardır. Her birinin bir diğerine göre doğduğu şartlarda farklılığına rağmen, sonuçta hepsi de aynı kuruma ad olarak belli bir görevi yüklenmiş olan kişiyi belirten bir simgenin anlatımında kullanılmıştır.



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
İSLAM VE YÖNETİMİN GEREKLİLİĞİ

Bu bölümde, “İmametin Gerekliliği Görüşü” “İmametin Farz Değil, Caiz Olduğunu Söyleyen Görüşler” ve “Şia Mezhebinin Görüşü” alt başlıklarıyla; yönetimin esasları ve hedefleriyle ilgili muhtelif mezheplerin görüşleri de ele alınarak ekseriyetin görüşü olan imametin vacipliğine dair deliller teker teker ortaya konmaya çalışılmıştır. Yazar Özellikle Şia mezhebinin prensiplerini de belirtmeye özen göstermiştir.

Yazar, “imamet”in gerçek anlamının “İslami yönetim” olduğunu, bugün “anayasal yönetim” dediğimiz yönetim biçimine benzetebileceğimizi ve en doğru biçimiyle “Yasası İslam hükümleri olan yönetim” olarak tanımlayabileceğimizi ifade etmektedir.

Bununla birlikte, İncelememizin konusu olan yönetim, tüm bunların dışında, “İslam’ın hükümlerini uygulayan, esaslarını Kur’an ve Sünnet’ten almış olan yönetimdir. Böyle bir yasama dört ana temele dayalı olarak gelişmiş, ayrıntılara girebilecek ölçüde alanını genişletmiştir. Bunlardan ilk ikisi, Kur’an ve Sünnet’tir. Üçüncüsü, ümmetin genel kanaati anlamına gelen “icma”dır. Dördüncüsüyse, bireylerin akıl yürütme ve yorumlarının ürünü olan “kıyas”tır. Bu yasama yönteminde Yaratıcının buyruğu, Peygamber’in aydınlatması ile kitlesel ve bireysel aklın hikmeti bir noktada odaklanmaktadır. Bu yüzden de yapılan değerlendirmeler ve başvurulan yorumlar ürünü olarak gerçekleştirilen yasama, sözü edilen diğer insan emeği yasalardan daha tutarlı, daha geniş kapsamlı ve daha insan yararınadır” şeklinde açıklanmıştır.

Konu ile ilgili iki ayrı görüş üzerinde durulmuştur:

I- İmametin Gerekliliği Görüşü
İmametin veya İslami yönetimin yapısı bu olunca, konuyla ilgilenen bilim adamlarının üzerinde durdukları ilk sorun, kuşkusuz, bu yönetimi gerçekleştirmenin ve uygulamaya koymanın gerekli oluşu, yani vücubiyetidir. Yönetimin gerçekleştirilmesindeki toplumsal zorunluluk, bu görevi ümmetin bütününe “farz” bir uygulama durumuna getirmekte; gerçekleştirilmemesini ise, günah olarak değerlendirmektedir. Görüş budur ve bunun belirlenmesi için de ortaya birçok deliller konulmaktadır. Bu, böyle bir yönetimi “vacip” değil de, “caiz” görenlere karşılık vermek için yapılan bir çalışmadır.

İmametin Gerekliliğini Savunanların Delilleri 

Ehl-i Sünnet’in birinci, hatta diğerlerini de ona bağlı saydıkları biricik ve en büyük delilleri, “icma’dır. İmamet, “icma” ile belirlenmiştir. Kelam bilimi ve onunla ilgili tartışmalar doğmadan ve başlamadan önceki zamanlarda, imamet, ashabın ve sonra da ümmetin “icma”ı ile sabittir. İcma, şeriatın kaynaklarından biri olduğu için imametin vacipliğinin kaynağı da yine şeriattır demişlerdir.

Birinci Delil: Ümmetin İcma’sı
İmametin vacipliğini savunanlarca öne sürülen “icma” delili, özetle şöyle: Allah Rasûlü’nün ölümünü öğrenen ashabın, hemen Sakife’de toplandığı, bu toplantıya Ensar ve Muhacir’in önde gelenlerinin katıldığı, Allah Rasûlü’nün teçhiz ve defni başta olmak üzere tüm işleri bir yana bıraktıkları, ilk adımda “halife” atama işine el attıkları sabittir. Burada bulunanlar, kime “biat” edileceği ve biat edilecek kimsenin nitelikleri konusunda -ilk başta- uyuşmamış olmakla birlikte, bir “imam’ın gerekliliği noktasında icma etmişlerdir. İçlerinden hiçbiri “Böyle bir şey gerekli değildir.” dememiştir.

İkinci Delil: Başıboşluğun Önüne Geçmek. Bu da akla ve şeriata dayanan bir delildir.

Üçüncü Delil: Dinsel Görevlerin Yerine Getirilmesi
Dinsel görevlerin yerine getirilmesinden kaynaklanan üçüncü delilin özet olarak açıklaması ise şöyledir: 
Dinsel görevlerin yerine getirilmesi ve dinin gerçekleştirmek istediği amaçların gerçekleşmesi, imametin varlığına bağlıdır. Hiç kuşkusuz, dünya hayatında can ve mal güvenliği, itaat edilen bir yönetici olmadığı sürece gerçekleşemez. Devlet başkanlarının ve imamların ölümü sırasında ortaya çıkan kargaşa bunun en belirgin örneğidir.

Dördüncü Delil: Adaleti Tam Anlamıyla Sağlamak
İmametin vacipliğiyle ilgili delillerin sonuncusu da, adaleti tam anlamıyla sağlama düşüncesinden kaynaklanan delildir.

İmametin vacip olduğunu savunanlardan biri olan İbni Haldun, şöyle demektedir: “Bir otoritenin veya egemenliğin veya benzeri gücün doğması kaçınılmazdır, imametin vacip olduğunu söylemekten kaçınmak, kimseye yarar sağlamaz.”

II- İmametin Farz Değil, Caiz Olduğunu Söyleyen Görüşler
İmametin caiz olduğunu söyleyenler, ancak, küçük bir azınlık oluştururlar. Bunlar da, “Birinci Muhakkime” ve Haricilerden olan Necedat fırkası bağlılarıdır.

“Caizdir” Görüşünün Delilleri Ve Bu Delil-Lerin İrdelenmesi
İmamet’in “caiz” olduğu görüşündekilerin belirttiğimiz genel prensiplerine ek olarak akla dayalı kimi delilleri de vardır. Bunlara değinmeden geçemeyeceğiz. Ki, bunlar -doğrudan doğruya- imametin varlığının doğurduğu zararların sayılıp dökülmesi diye özetlenebilir. Sıralayalım:
1.     İmametin vacipliği eşitlik ilkesine aykırıdır. Çünkü “İnsanlar, bir tarağın dişleri gibidir.” veya “Birbirinden farksız yüz deve gibi eşittir.” Müçtehidlerin her biri diğeri gibi olduğuna göre, neden, birinin diğerine uyması, baş eğmesi vacip olsun? 

2.     Baş eğmek ile içtihad (yorum) hakkı, görüş belirtme özgürlüğü arasında çelişki vardır. Kendisine karşı çıkılması caiz olan birini, baş eğilmesi gereken bir imam yapmak nasıl mümkün olur? Bir kimseye -içtihad gereği- karşı çıkmak caizken, o kimsenin karşı çıkılmayıp da baş eğilmesi, uyulması gereken “imam” yapılması mümkün mü? 

3.     İmamet, özgürlüğe ve haklara aykırı bir durumdur. İnsanı bildiği ve bilmediği tüm şeylerde buyurgan yapmak, kesinlikle, buyruk altına sokulanın zararınadır. 

4.     İmamet, anlaşmazlığa yol açar. Geçmiş dönemlerde olduğu ve bir alışkanlığa dönüştüğü gibi, bazı kimseler imam konusunda çekimser kalabilir veya görüş ayrılığına düşebilir; bu da kargaşa ve yıkıma yol açabilir. Sonuçta insanlar zarar görür. 

5.     İmam seçilecek kişinin “masum” olması gerekmediği için, fasık veya kâfir olması mümkündür. Görevden alınmazsa, küfrü ve fıskı yüzünden ümmete zarar verir. Alınırsa, fitne ve kargaşa doğabilir. Çünkü görevden alınması için onunla savaşmaya gerek duyulabilir. 

6.     İmam’dan gerekli yararı sağlamak ancak, ona ulaşa-bilmekle mümkündür. Oysa uygulamada, yurttaşlardan tüm bireylerin ona ulaşma güçlüğü görülmektedir. Bu, açıktır. Bu yüzden de, “genel kapsamlı” bir imam belirlenmesi yararsızdır. 

7.     İmamet’in kimi şartları vardır ve bu şartlara uygun birinin bulunması, her yerde ve her zamanda bulunması oldukça zordur. Bu şartlara uygun olmayan biri imam yapılırsa, vacip yerine getirilmemiş olur.

III- Şia Mezhebinin Görüşü

Şia mezhebi de imametin vacip olduğu görüşündedir. Önce de söylediğimiz gibi Ehl-i Sünnet, Mu’tezile ve Haricilerin çoğunluğu ile bir görüş birliği içindedir. Şu var ki Şia’nın, “imametin vacipliği” görüşü biraz daha özeldir. Onlar imametin ümmet üzerinde değil, Allah’a vacip olduğunu öne sürmektedirler.

“Lütuf (iyi olanı) yapmak Allah’a vaciptir, imamet de bir lütuf, üstelik lütfun en büyüklerinden biridir. Öyleyse bu lütuf da Allah üzerine vaciptir.”
Bunu delillendirme sadedinde birçok önermeler öne sürülür. Bu önermelerle de, aynı zamanda, “imamın masumluğu” noktasına varılır. Lütuf olan imamet, onlara göre, herhangi bir kimsenin imameti değil, masum olan imamın imametidir. Dolayısıyla Allah’a vacip olan imamet de budur.

Görüldüğü gibi Şia, imameti nübüvvete kıyaslamaktadır. Bu kıyas, onlarda hüccetin temelidir. Delillerini aldıkları başlıca kaynaklarıdır.



BEŞİNCİ BÖLÜM
DÜŞÜNCE VE OLGU AÇISINDAN İMAMET

İmamet Farz Mı, Rükün Mü?

Geçen bölümlerde imamet veya hilafetle ilgili görüşler üzerinde duruldu ve İslam ümmetinin çoğunluğunun, “gerçek bir imamet veya hilafetin dinin temel farzlarından bir farz; hatta diğer farzların yerine getirilmesi de kendisine bağlı olan bir farzdır” görüşünde olduğu görülmüştür. es-Seyyid el-Cürcani’nin dediği gibi, imamet, Müslümanların yararı için dinin en önde gelen amaçlarındandır.

Bütün Ehl-i Sünnet’in, Mürcie’nin, Mu’tezile’nin çoğunluğunun ve Haricilerin büyük bir bölümünün bu görüşte olduğu; bunların da, İslam ümmetinin çoğunluğunu oluşturduğu bilinen bir konudur.

Raşid Halifelerin Hilafeti
Bu soruların cevaplarına eğildiğimizde göreceğiz ki, “hilafet” bazı evrelerden, daha doğru bir deyişle, değişik dönemler içinde başka başka biçimlerden geçmiştir. Müslümanların büyük çoğunluğunu oluşturan Ehl-i Sünnet, birinci kuşaktaki Raşid Halifeler dönemi uygulamalarına, gerçek hilafet gözüyle bakar.

Uyuşmazlık, halife seçilecek kimse üzerinde olmuş olsa da, seçmenin gerekliliği ve eylemi konusunda olmamıştır. İkinci icma da, görüşme ve tartışmadan sonra Hz. Ebu Bekir’in Allah Rasûlü’ne halife kılınması, halife olarak seçilmesi noktasında gerçekleşmiştir. Bunlardan anlıyoruz ki, ashab, hilafet sistemini icma ile ortaya koymuş, icma ile kurmuşlardır. Tarihin akışı içinde izlenebileceği gibi, bu olaydan sonra da, ashab, hilafetin sürdürülmesi, bunun vacipliği konusunda yeni yeni icmalarda bulunmuşlardır.

İcma İle Hilafet
Görüldüğü üzere, ilk üç halifeye biat, şûra yöntemine dayalı olarak, ümmetin seçimi ve rızasıyla gerçekleşmiş, böylece, biat icma ile oluşmuştur. Hilafetlerin şûra ile seçim ve halkın rızası ile gerçekleşmiş olması, onu, dinin buyruklarına uygun bir kurum hâline getirmiştir.

Hz. Ali ise, Medine ehlinin biatını almış olmakla, biatın gerçekleştiğine ve hilafetinin geçerli olduğuna inandığından, topluluk arasında birliği sağlamak ve karşı çıkanları egemenliği altına almayı kendisi için vacip saydı.

Bu durumda Hz. Ali’nin hilafeti için yapılacak değerlendirme nasıl olacaktır? Ehl-i Sünnet’e göre onun hilafeti gerçekleşmiştir. Çünkü Medine halkı ve çoğunluk ona biat etmiştir. Daha önceki üç halifenin biatı da bu halkla gerçekleşmişti.


ALTINCI BÖLÜM
SİYASAL SÖZLEŞME VE SORUNLARI

“Siyasi sözleşme” ve onunla ilgili meseleleri ele aldığı bu bölümde Yazar, ümmetin iradesi, hall ve akd ehli, veliahtlık ve benzeri konuları etraflıca ele almıştır. İslam’da siyasi sistemin hakikatini, üzerinde kurulacağı sözleşmeyi, otoritesini alacağı kaynağı, bu sözleşmeden kaynaklanan yahut ona dayalı kurulan diğer konuları ve meseleleri irdelemiştir.

Akid Kuramı
Nass ve ilahî belirlemeyi temel alan Şia dışındaki tüm Müslüman fırkaları, imametin seçimle ve ittifakla gerçekleşeceği konusunda oy birliği hâlindedir. İmametin kesinleşmesi için bu ikisi dışında bir başka yol yoktur. Hilafet, yasal açıdan tüm şartları taşıyan bir sözleşme oluyor. Bu akd’in “rıza”ya dayandığını; imamın halktan aldığı bir otoriteyi kullanmasının amaçlandığını ve bunun da imam ile halk arasında gerçekleştirilmiş bir akid olduğu belirtilmiştir.

Yazar, İslam’ın siyasal sözleşmesinin kesin bir olgu ve yaşanmış tarihî bir olay olduğunu belirterek, bunun da İslam’ın altın çağı olan Raşid Halifeler döneminde ümmetin gerçekleştirdiği yaşanmış bir deneyim olduğunu ifade etmiştir.

Hall Ve Akd Ehli
Sözünü ettiğimiz düşünce, fakihlerin “hall ve akd ehli” diye tasarladıkları ve Maverdi’nin “seçim ehli” dediği özel heyetin temelini oluşturur, imam seçme sorumluluğu bu heyete bırakılır. Gerekli araştırma ve incelemenin sonunda seçme işini yaparak “sözleşme”yi gerçekleştirenler işte bu heyetin üyeleri olacaktır. Ancak şu var ki, bu iş sırasında kendilerine özgü bir hakkı değil de, ümmetin hakkını (niyabeten) kullanmış olmaktadırlar. Ümmetin temsilcisi durumunda ve onun adına iş görmektedirler.

Yine de bilinmesi gerekir ki, en başta gelen özellik bu heyetin seçiminin de ümmete bırakılmış olmasıdır. Heyetin diğer özellikleri, yani seçimi sırasında ümmetin göz önünde bulunduracağı ölçütler ise, zamanın ve durumun şartlarına bağlı olmaktadır. Bununla birlikte Maverdi’de, bu heyetin üyelerini oluşturacak kimselerde bulunması gereken niteliklere ilişkin kimi belirlemeler görmekteyiz. Seçim ehlinde aranan şartlar şu şekilde sıralanmıştır.

1. Tüm şartlarıyla birlikte adalet. (Adalet, istikamet, emanet, vera, takva, ahlak).
2. İmamda aranması gereken şartları göz önünde tutmasına elverecek ölçüde bilgi.
3. İmamet için daha uygun ve işleri yürütmede daha başarılı olabilecek olanı seçebilmek doğrultusunda görüş ve hikmet

Son iki şart, cahil ve bilgiden yoksun kimselerin oylarının önemsizliğini vurgulamak bakımından ilginçtir. Bunlar, seçebilme yetkinliğine sahip olmayan kişiler olarak değerlendirilmiş olmaktadır.


YEDİNCİ BÖLÜM
DEVLET, ŞARTLAR VE GÖREVLER

Yazar bu bölümde, velayetleri ve velayet şartlarını, bilhassa vezirlik (bakanlık) ve hükümlerini, devletin genel görevlerini ve bunlar arasından sosyal dayanışmayı etraflıca ele almıştır.
Yazar, devlet başkanının tek başına bütün işleri yürütmesinin zor olduğunu ve mutlaka yardımcılara ihtiyaç duyduğunu Maverdi’den yaptığı şu alıntıyla ifade etmiştir: “Çünkü imam, görmesi gereken işleri naibler atamadan yalnız başına ve doğrudan kendisi yürütemez.”

İbni Haldun da şunları nakleder: “Şunu bil ki devlet başkanı taşımakta olduğu yüke göre çok zayıftır. Başkalarının yardımından yararlanmak zorundadır. Günlük yaşantısında nasıl ki başkalarının işlerinden yararlanıyorsa, yönetimde de diğer insanların destek ve yardımını almak durumundadır.”  




SEKİZİNCİ BÖLÜM
YÖNETİLENLER VE DEVLET BAŞKANI

Son bölümde ise halkla devlet başkanı arasındaki ilişkiler, devlet başkanının sorumluluğunu da içeren yönetimin temel kuralları konuları incelenmiştir.

En sonda egemenliğin gerçeğini ve devletin tabiatını belirleyerek bitirmiştir. Bütün bu bölümlerde görüşleri teker teker ortaya koyarak ve ihtilaflı meselelerin değerlendirmesi yapılmıştır. Yazar bu değerlendirmeleri yaparken, her görüşün dayandığı akli esasları beyan etmeye çalışmıştır.

Yazar Yönetimin Temel İlkelerinişu şekilde sıralamıştır
       
I-             Adalet       
İslam bilginleri, devlet başkanının görevlerini ayrıntılarıyla belirttikten sonra, bunların tümünü “adalet” sözcüğünün içinde görürler. Adalet, genel amaçtır. İslam yönetiminde amaçların amacıdır.


1-    Kanun Karşısında Eşitlik
Bu genel anlamın kapsamına adaletin (eşitliğin) tüm anlamları girmektedir. İşlemde, yargıda, mallarda, haklar-da adalet gibi... Bu yüzden de müellifler, bunlardan hangilerini işliyorlarsa, adalet konusunu o açıdan tartışmışlar ve irdelemişlerdir.
Adaletin sözlük anlamı “uygulamada ve davranışta eşitlik”tir. Bundan dolayı da adalete yapılan çağrı, eşitliğe çağırmak demektir. Bu eşitliklerden biri de yasalar karşısındaki eşitliktir. Hz. Ebu Bekir’in, biatın hemen ardından halka yaptığı konuşmasında üzerinde dura dura belirttiği anlam budur. Şöyle demiştir: “Biliniz ki, kendisinden haklının hakkı alınıncaya kadar en güçlünüz benim yanımda en zayıfınızdır. Kendisinin hakkı kendisine verilinceye kadar da en zayıfınız benim yanımda en güçlü olanınızdır.” 
Hz. Ömer de kadı olarak atadığı Ebu Musa Eş’ari’ye yazdığı ünlü mektubunda bunu şöyle dile getirmiştir: “Adaletinde, meclisinde ve davranışında halkı eşit tut. Böylece, güçlü olan senden yandaşlık ummasınve zayıf olan da senin adaletinden ümit kesmesin.”.
            
2- Adalet ve Bayındırlık
İslam düşünürleri, toplumsal ve siyasal açıdan da “adalet” ilkesi üzerinde durmakta, devlet başkanının veya yöneticinin, halkın malları ve işlerine ilişkin durumlarda adaletli davranmasının hem kendisinin hem de halkın huzuru ve güveni açısından önem taşıdığını, böyle bir davranışın halkta çaba ve çalışmayı arttırdığını, bu yolla bayındırlığın yayıldığını, malların bollaştığını, bu bayındırlık ve bollaşmanın da devleti güçlendirdiğini, böylece de devletin ve yönetimin devamının sağlandığını vurgulamaktadırlar.
       
3- Azınlıklar İçin de Adalet
İslam’ın emrettiği adalet alanlarından biri de “zimmetli”lere karşı adalettir. İslam’da bunların da tıpkı Müslümanlar gibi güvence altında bulunduklarını ve bunların her tür güvenliklerinin devletçe yüklenildiğini daha önce gördük. Daha büyük yükümlülük ve sorumluluk taşımalarına rağmen, Müslümanlarla zimmet ehli eşit durumdadır, inanç ve ibadet özgürlükleri güvence altındadır. Dinde zor-lama yoktur. Böylesine bir hoşgörüyü ne İslam’dan önce ne de sonra herhangi bir düzende görmek mümkün değildir. Avrupalının dinde hoşgörüyü ancak yüzyıl önce tanımış olmasına karşın, bugün bile İslam’ın eriştiği düzeye geldiğini söylemek mümkün değildir.   

II- Şûra
İslam yönetiminin adaletten sonraki ikinci temel direği şûra/danışmadır. İslam’ın önerdiği ve onayladığı yöne-tim örgüsünün yapısı, şûraya dayalı bir düzenlemeye oturmaktadır. Yüce Allah, iki ayette (Âl-i İmran, 159, Şûra, 36-38) “şûra”yı ümmete vacip kılmış; bu ayetlerde şûra ile uygulama yapmanın vacip olduğunu açıkça belirtmiştir. Allah Rasûlü’ne emir olarak gelen ilk ayetteki açıklık, elbette, aynı tutumun mü’minler açısından da öncelikle vacip olduğunu gösteren niteliktedir. İkinci ayette ise mü’minlerin niteliklerinden biri olarak işlerdeki tutum dile getirilmekte, karşılıklı görüş alışverişinde bulunmaları, anlaşma içinde olmaları ve yönetim işlerini aralarında danışarak yürütmeleri vurgulanmaktadır.       

III- Yöneticinin Sorumluluğu
İslam yönetim sisteminin üçüncü temeli, devlet baş-kanı ve yöneticilerin sorumluluğudur. Devlet başkanı ve diğer yöneticiler, Allah’ın emrini yerine getiriyor, adaletli davranıyor, dinin kurallarına uyuyor, işlerinde kurallar dışına çıkmıyor, emanet ve ahdi gözetiyorsa, ayrıca imamet akdi yapıldığında akid için gerekli şartları taşıyorsa bunlar adaletli kimselerdir. Bu durumda ümmet üzerine iki hak vacip olur: Birincisi, itaat etmek, ikincisi de desteklemek.

Son bölümü de “İslam ve Demokrasi”ile bitiren yazar bu konuda da şunları dile getirmektedir: İslam’ın, diğer yönetim sistemlerinden hiçbiriyle tıpatıp uyuşmadığını, hiçbiriyle tam bir uyum içine girmediğini, böylece, belirttiğimiz gibi egemenliğin sahibinin devlet başkanı, yani imam olmadığını hemen vurgulayabiliriz. Çünkü İslam, otokrasi değildir. Tanrının temsilcileri olduğunu ve onun sözcülüğünü yaptıklarını iddia eden din adamlarının yönetimi de değildir. Çünkü İslam, teokrasi değildir. Bu egemenliği yalnız başına yasada da göremeyiz. Çünkü İslam, nomokrasi değildir. Egemenliği salt ümmete de iliştiremeyiz. Çünkü İslam, beşer aklının ürünü olup ufku sadece dünya hayatı ile sınırlı bulunan, helal haramı ve ahiret inancı olmayan beşerî sistemlerdeki gibi dar anlamda bir demokrasi de değildir.

Bu sorunun doğru cevabı şudur: İslam devletinde egemenlik iki boyutludur. Egemen olan “birleşik iki şey vardır”. Birbirinden ayrılması mümkün olmayan iki şey... Öyle ki bu birleşiklik olmadan devletin kurulması da sürmesi de düşünülemez. Bunlar da ümmet ve yasa ikilisidir. Yasa, doğrudan doğruya Allah’ın gönderdiği ölçülerdir. Ümmet de özgür iradesiyle seçtiği devlet başkanı ve temsilcileri eliyle bu yasaları uygulayan organdır. Ümmet ve yasa, ikisi birlikte İslam devletinde egemenliğin sahibidir.
Buna göre İslam devleti, bu biçimiyle diğerlerinden farklı ve benzeri olmayan bir düzendir. İslam’a özgü bir düzen. Bilinen yönetim sistemlerinden herhangi birine tıpa-tıp uyduğunu veya tam benzerlik gösterdiğini hiç kimse söyleyemez. Bu yüzden, onun için özel bir kavram kullanmak gerekir. Onun gerçekliğini ve niceliğini dile getirecek bir kavram veya bir isim bulunamadığı ve konulamadığına göre, ona genel olarak “İslam Düzeni” demekten başka bir yol bulamıyoruz.

Yukarıda belirttiğimiz temel farklılıklar göz önünde tutulmak şartıyla ve ille de “demokrasi” sözcüğü de kullanılmak isteniyorsa, bu düzene yaklaşık bir anlatımla “insani, evrensel, dinî, ahlaki, ruhi ve maddi demokrasi” de denebilir. Böyle bir nitelemeyi içermek üzere daha kısa ve özlü bir kavram kullanmak adına da “İslam Demokrasisi” denilmesi caiz sayılabilir. Fakat yine de her şeye rağmen, beşerî demokrasiyle de karıştırılmaması gereken özgün bir düzendir.










SONUÇ

Sonuç olarak yazar bu çalışmasında, İslam’ın siyasal felsefesini ve İslam mezhepleriyle fırkalarının eğilimlerini ele alarak, birleştikleri esasları ve ayrıldıkları ayrıntıları genişçe açıklamıştır. İncelemesinde çeşitli görüş ve kuramların dinsel kökenleri ve gerçekleştiği dönemleri bir arada ele almış ve neredeyse her bölümde gerek müsteşriklerin gerekse çağdaş yazarların konuyla ilgili görüşlerine de yer vererek eleştirilerde bulunmuştur. Bu da yazarın konuları biraz savunmacı bir yaklaşımla ele aldığını göstermektedir.

Bununla birlikte olayları tam bir ‘ehl-i sünnet savunmacılığı’ ile işlediği de gözden kaçmamaktadır.

“İmamet” konusunun değişik yüzyıllar boyunca İslam’da, siyasal araştırma ve incelemelerin çevresinde dönüp dolaştığı en belli başlı sorun olduğunu ifade eden yazar, “Ümmet arasındaki en büyük uyuşmazlık “imamet” konusunda olduğunu ifade etmekle birlikte, hiçbir dinsel sorundan dolayı bu ölçüde kılıç çekilmemiş, kan dökülmemiştir” diyerek aslında en başından beri Müslümanların başını ağrıtan bir mesele olduğunun altını çizmiştir. 

Mamafîh, uyuşmazlığın, halife seçilecek kimse üzerinden olmuş olsa da seçmenin gerekliliği ve eylemi konusunda olmadığı dile getirilmiştir.  Yani ashab, hilafet sistemini icma ile ortaya koymuş, icma ile kurmuştur. Tarihin akışı içinde izlenebileceği gibi, bu olaydan sonra da ashab, hilafetin sürdürülmesi, bunun vacipliği konusunda yeni yeni icmalarda bulunmuşlardır denilerek dört halifenin de icma ile başa geldiklerinin altı çizilmiştir. Bununla birlikte Raşid Halifeler dönemi, hilafet/İmamet açısından altın çağ olarak değerlendirilmiştir.

Son söz olarak da Muhammed Ziyauddin er-Rayyıs’ın bu çalışması, İslam Siyasi Düşünce Tarihi alanındaki bir boşluğu doldurmak adına önemli bir çalışma olduğu söylenebilir.

                                                                                                         

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar