5 Mart 2020 Perşembe

Osmanlı’nın Ermenileri - I

Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ
Osmanlı Devleti çok sayıda etnik kimliğin bir arada yaşadığı coğrafyada kurulmuş, gelişimini de bu coğrafyada sürdürmüştür. Yönetim sisteminde Müslim ve gayr-ı müslim şeklinde ayrıma giden devletin, çağdaşlarından farklı biçimde vatandaşlarını tebea düzleminde değerlendirmesi ve haklar bakımından farklı tasniflere tâbi tutmaması, Osmanlı’nın uzun süren ve devletleri yıkıma götüren iç karışıklara meydan verilmeden varlığını devam ettirmesini sağlayan unsurlardan olmuştur. Politik açıdan vatandaş, bir başka ifadeyle tebea olmanın yeterli görüldüğü dönemlerde Osmanlı’nın toplumsal düzeni ve bu bağlamda sağlanan sosyal ahenk, bugün bile ilgiyle tetkik edilmektedir. 

Milliyetçiliğe dair bir takım görüşler, fikirler ya da ilkeler, davranış biçimleri ve özelliklerden oluşan, siyasî açıdan belki de olumsuz durumlara sebep olabilecek benzer akımların tezâhür etmemesi söz konusu toplumsal bütünlüğün devamı noktasında önem arz etmektedir. Ancak şu var ki, Osmanlı Devleti’nin hem içte hem de dışta güçlü varlığını koruyor olması da bu bağlamda zikredilmelidir. Zira dış devletlerin Osmanlı’nın iç işlerine müdahale edebilecek kudrette olmaması da toplumsal bütünlüğün sürdürülmesinde hayati önem taşımıştır. Ne var ki devletin zayıflamaya başlamasıyla, bahsi geçen etnik kimliklerin pek çoğu milliyetçi söylemlerle iç karışıklıklara sebep olmaya başlamış hatta devletin son yüzyılında tebea arasında derin ve zaman zaman şiddetli ayrılıklar oluşmuştur. 
Osmanlı’nın bir tebeası olarak devletin sınırları içerisinde yaşamlarını sürdüren Ermeniler, uzunca bir süre devlete olan sadâkatlarını sürdürmüşse de son yüzyıldaki akımlar onları da etkilemiş ve devlet karşıtı faaliyetlerin içinde olabilmişlerdir. Bu çerçevede Ermenilerin sadece XIX. yüzyılda kurdukları devlet karşıtı zararlı cemiyetlerin sayısı hayli artmıştır. 
İstanbul’un fethinden sonra Osmanlı Devleti ile sıkı münasebetler kurmaya başlayan Ermeni toplumunun ne zaman ve nereden Anadolu’ya geldikleri, hatta millî bir kimliğe sahip olup olmadıkları, bir başka ifadeyle müstakil olarak sahip oldukları etnik kökenleri tartışılagelen konulardandır. Genel kabule göre Ermeniler, Frigyalıların bir kolonu olarak Batı Trakya’dan göç ederek Anadolu’ya gelmiş bir topluluktur. Ancak Ermenileri etnik bir kimlik olarak Frigyalılara nispet etmek de doğru değildir. Nitekim söz konusu göçleri dışında Ermenilerle Frigyalıları bir araya getiren başka bir unsur bulunmamaktadır.
Şu ya da bu şekilde Ermeniler, Batı Trakya’dan evvelâ Marmara Denizi’nin güney bölgelerine oradan da bugünkü Doğu Anadolu bölgesine göç etmişlerdir. Doğu Anadolu’nun yüksek kesimlerine yerleşen Ermenilere, bu andan itibaren Ermeni ismi verilmeye başlanmıştır. Çünkü Ermenistan olarak anılan bölge, Ermenilerin göçlerinden önce de bilinmekteydi. Daha açık bir ifadeyle Batı Trakya’dan Frigyalılarla birlikte Ermenistan bölgesine göç eden halka daha sonra Ermeni ismi verilmiştir. 
Elbette bu durum, Ermenileri anılan bölgenin hâkimi yapmamaktadır. Zira öncesinde Urartular sonrasında hem Romalılar hem de Perslerin gücü karşısında Ermenilerin devlet kurabilmesi mümkün olamamıştır. Hatta denilebilir ki Ermeniler kimi zaman Romalıların, kimi zaman da Perslerin hâkimiyeti altında yaşamış, sürekli göçlere mecbur bırakılmış ve dolayısıyla Ermenilerin tarihleri de nerdeyse bu göçlerden oluşmuştur.
Hıristiyanlığın Ermenistan Bölgesi’nde yayılmasından ve IV. yüzyılın sonlarında Rumlarla Perslilerin Ermenistan Bölgesi’ni kendi aralarında taksîm etmesinden sonra dinî seçimleri nedeniyle Ermeniler, Persliler tarafından baskıya maruz bırakılmışlardır. Ermeniler, bu baskı neticesinde Perslilerden uzaklaşmışlar, kimi Fırat Nehri’nin batı tarafına, Suriye topraklarına kimi de Roma İmparatorluğu’nun merkezi olan Konstantinapol’e yerleşmişlerdir. 
Ermenistan Bölgesi’nin XI. ve XII. yüzyıldan itibaren Selçuklular tarafından hâkimiyet altına alınması ile birlikte, Ermeni milleti için başlayan yeni sürecin, mevzubahis olan iki milleti birbirine yakınlaştırabilecek sebepler üreteceği açıktır. Zira Anadolu’daki Türk hâkimiyeti Ermenilerin olduğu kadar Romalıların da hem dinî hem de siyasî açıdan kabullenemeyecekleri bir durumdur. Nitekim öyle de olmuş, Müslüman Türklerin Anadolu fetihleri Romalılarla Ermenileri aynı safta geçici de olsa birleştirmiştir.
Ermenilerin Müslümanlarla yoğun münasebet kurdukları dönem Selçuklulardan sonra Osmanlılar’dır. Esasında Ermenilerin millî kimliklerini uzunca süre emniyet altında tutan da Osmanlı’nın siyasî gücüdür. Bir kez daha belirtmek gerekirse Hristiyan dinine mensup olan Ermeniler, diğer gayr-ı müslim topluluklar gibi Osmanlı Devleti’nin tebeası/vatandaşı konumunda, zımmî statüye sahip olarak uzunca süre Müslüman toplumla iç içe yaşamış bir millettir. Dindaşları Rumlardan ve diğer gayr-ı müslim tebeadan farklı olarak Ermeniler, İstanbul’un fethinden sonraki süreçte devlet kademelerinde sürekli yükselen bir konumda olmuştur. Hatta bir dönem "sâdık tebea" tamlamasıyla nitelendirilerek, sosyal çeşitlilik içinde bir topluluk olduklarını beyânla Ermenilerin devletle olan müsbet münasebetleri, mezkûr tamlama ile delillendirilmiştir. Muhtemelen bu ve benzeri sebeplerle Ermeniler, bir İtalyan seyyâh tarafından ‘devletin yükünü çeken develer’ olarak tanımlanarak, devlet içindeki konumlarına dikkat çekilmiştir. 
Takdir edileceği üzere, Osmanlı’da Ermeni toplumunun devlet içindeki temsili kilise tarafından sağlanıyor, bu temsilin her türlü muhteviyatı da kilisenin en üst makamı olan patrikliğin yetki alanına giriyordu. Bir başka ifadeyle, Osmanlı Ermenilerinin yönetiminde en üst konum, yetkili en üst merci İstanbul Patrikliği’ne aitti. Binâenaleyh Osmanlı Ermenilerinin salt ruhanî değil, dünyevî işlerinde de merkezî rol oynayan patrikliğin yönetimini, faaliyetlerini hatta haricî münâsebetlerini mutlak biçimde kontrol altında tutmak devlet için fevkalâde önem arz ediyordu. Özellikle XIX. yüzyılda bir vâkıa olarak kiliseye hâkim olmakla Ermeni milletine hâkim olmak arasında organik bir bağ olduğunu, devletin toplumsal içerikte dahi olsa, gelişen kimi siyasî olaylar neticesinde derhal patrikliğe hitâben hatt-ı hümâyûnlar veya irâde-i seniyyeler ısdâr etmesini örneklendirerek öne sürmekteyiz. Diğer bir ifadeyle, toplum-kilise ilişkisini ve buna bağlı olarak patriklik makâmına irsâl buyurulan emir-nâmeleri, devletin kiliseyi kontrol etme mekanizmasının nihaî bir sonucu olarak değerlendirmekteyiz.
Ezcümle, XIX. yüzyılın siyasî hâdiselerinden Osmanlı toplumunda yaşayan hemen her kesimin şu ya da bu biçimde etkilendiğini söylememiz mümkündür. Gerçekleştirilmeye çalışılan ıslahât projeleri ile nisbeten umûm menfaatin sağlanmaya çalışıldığı ifade edilebilirse de mutlak manada gelecek herhangi bir zamanda müstakilliyet fikrine sabitlenmiş kesimlerden olan Ermeni milletinin, daha önce zikrettiğimiz sâdık millet nitelemesinden giderek uzaklaştığını açıkça söylemeliyiz. Nitekim imtiyâzât-ı ecnebiyye başlığı altında yapılan/yapılacak olan düzenlemelerle birlikte devletin kendilerine olan kadîm tavrı da söz konusu menfî duruma engel teşkil etmeyecek, başta kilise olmak üzere Ermenilerin devletle olan ilişkileri tarihî süreç içerisinde hiç olmadığı kadar gergin bir hâle dönüşecektir.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar