Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma
“Allah’a karşı olan görevler”ini yapmayan insanlara karşı görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışan “görevli Korona”, hakkıyla görevlerini yerine getiriyor, “nankör insanoğlu” ise Yaratıcılarına karşı isyanda inat edip duruyorlardı. Bütün “Müslüman devletleri(!)”nde ilhȃd başını almış gidiyor, Mümin(!) olduklarını söyleyenler de, قالرسول الله صلى الله عليه وسلم : ( من رأى منكم منكرا فليغيره بيده ، فإن لم يستطع فبلسانه ، فإن لم يستطع فبقلبه ، وذلك أضعف الإيمان “ Hadis-i şerifini duymazlıktan gelip günlerini gün ediyorlar. İşte bu dünya insanlarına karşı, hiçbir insanın çıplak gözle göremediği Korona, görevini hakkıyla yerine getiriyor, insanlara Yaratıcı’yı hatırlatıyor, adeta O’na kul olmaya davet ediyordu. Derken, “Sayın Korona”, nükleer bombalarıyla, biyolojik silahlarıyla Şeytana taş çıkartacak seviyede böbürlenip bütün insanlığı yok edebileceklerinin havasını atan müstekbirlerin, tamamını teslim aldı.
Beşer için anlaşılması güç olan bu “Korona olayı” toprağa gömülmeye mahkûm ettiği insanlarla uzadı da uzadı ve nihayet Müslümanların Ramazan ayına da tevafuk etti. İşte Müslümanların çoğunlukta olduğu söylenen bir ülkede yaşayan bir kul da, yetkililerce herkese yapıldığı gibi, “Korona’dan sakınmak” için/Korona’nın emrine ittibaen, evde kalmaya mahkûm edilmişti…
Bu kulun evinde, hizmet edecek kimse olmadığından, her oruçlu gibi, vakit dolunca iftarını açtı, akşam namazını kıldı ve demlediği çayını içmek üzere koltuğuna koyulmuştu ki, “akılsız telefon”u çaldı:
Telefonu açtığında, karşıdaki ses[1], “Assalamun aleykum kardeşim, nasılsın? Ülkeniz nasıl? Müslümanlarla Mr. Korona’nın arası iyi mi?........ Bu Korona, uyumakta olan Müslümanları uyandırır mı sence?”dedi.
Karşıdaki ses telefonu bitirip kapatınca, “Kul Efendi”, içmek için elini, çayına uzattı. Ama o çay öylesine soğumuştu ki, neredeyse Pervari’nin Botan suyunu andırıyordu… Erzurumlular sevmez böyle çayı! Çay dedim mi, “Leb rîz olacak, leb giz olacak ve tabi leb renk olacak”!
Kul Efendi, çaresiz, soğumuş olan çayını mutfağa götürüp, sıcağını getirdi. Çayı sehpaya koyduktan sonra, çaya eşlik edecek olan “Besni üzümü”nden bir tane alıp ağzına koymuştu ki, “akılsız telefon”u tekrar çaldı. Bir “akılsız telefonu”na bakıyor, bir de yeni doldurduğu çay bardağına… Ya bardağı alacak, ya da telefona cevap verecekti. Tam da tercihlerden birini düşünürken, Hz. İsȃ(a.s)’ın söylediği rivayet edilen, “kapınız çalındığı zaman açın!” sözünü hatırladı ve çayı bırakarak, “akılsız telefon”unu açtı:
“Alo, esselamu aleykum Kul Efendi Kardeşim! Nasılsınız, iyi misiniz? Bizim burada, Müslümanlar per perişan, kendi aralarında birbirlerine düşman, kȃfirlere de dost oldular. Sen belki bilirsin. Muhtemelen duymuşsun; buralara “Korona” diye bir bela geldi. Camiler kapandı, okullar açılmaz oldu; her gün onlarca kişi ölüyor. Acaba bütün bu belalar, Allah’ı unutup, bu Batılıların kanunlarına uyduğumuzdan mıdır? Oysa Allah hiç kimseye vermediği petrolü bize verdi; Müslümanlar Dolar ve Euro’larla kâşanelerde zevkusefa içinde bir hayat sürüyorlar. Dünyanın birçok yerinde Müslümanlar açlıktan ölüyorken, bizim “Petrolcü Müslümanlar”, Allah’ın onlara verdiği petrolü “Batılı” devletlere, özellikle ABD’ye peşkeş çekiyor; onlarsa, birbirimizi öldürelim diye imal ettikleri silahları bize satıyorlar! Bazı Müslüman devlet(!)lerinin halkları açlıktan ölürken, bu müstekbirler, Batı’nın yeni silahlarını bizim üzerimizde deniyorlar…
Kul Efendi telefonun öbür ucundaki arkadaşına bir şeyler söyledikten sonra, kendisini bekleyen çayını içmek için eline aldı; sonra gerisin geriye bıraktı. Çay yine soğumuştu. Bir an için “içeyim mi, içmeyeyim mi?” diye tereddüt ettikten sonra, rahmetli Nasreddin Hoca’nın yaptığı gibi, kendi kendisini kandırmaya çalıştı, “canım, çay soğuduysa, hoş çaylıktan çıkmadı ya!” deyip tekrar sehpaya geri koyduğu bardağı eline aldı ve içmeye çalıştı. Aman Allah’ım! Ağzına aldığı o bir yudumluk çayı yutabilmek için, neredeyse Palandöken’e çıkmaktan daha zor geldi ona. İkinci çayı da içemedi.
Kul Efendi’nin aklına, memleketinde küçükken duyduğu bir söz geldi: Peygamber’in kavli üçtür! Dedi ve tekrar doldurmak için çay bardağını alıp mutfağa gitti. Bardağını doldurdu ve üçüncü olduğu için de, çaydanlığın altını söndürdü. Elindeki üçüncü çayla sehpaya gelince, onun “Besni üzümü” tanesi hâlâ yenmeyi bekliyordu.
Epey bir tereddütten sonra, “çayı elime alayım mı, almayayım mı?” diye birkaç saniye düşündükten sonra, fırsatı kaçırmamak için, önce üzüm tanesini, ardından da çay bardağını eline aldı. İnanıp inanmamak serbest! Üzümü ağzına atar atmaz, akılsız telefon yine çaldı. Kul Efendi, artık o çayı içmeyeceğini/içemeyeceğini de anlayarak, telefona cevap verdi:
Buyurun efendim! Karşıdaki ses:
- Selamun aleykum; “nasılsınız, iyi misiniz?”den sonra; Kul Efendi kardeşim! Müslümanların hâli burada per perişan! dedi.
Kul Efendi cevap vermeden, telefondaki ses devam etti: - Biliyorsun ki, bizim ülkenin %90’Müslüman! Fakat Müslümanlar ne İslȃm’ı biliyorlar, ne de tatbik ettikleri(!) dinin Müslümanlık olup olmadığını! Daha önce duymadığımız bir din(!) gençlerimizi kasıp kavuruyor, deizm mi, ne diyorlar? Bizim bu Müslüman ülkemizde, Allah’ın yasaklamış olduğu bütün fiiller işleniyor! Kumar kulüpleri, fuhuş yuvaları, faiz müesseseleri resmen açık oldukları gibi, homoseksüellik, lezbiyenlik gibi Kur’an’da açıkça yasaklanmış olan fiillerin işlenmesi serbest ve meşru, hatta eleştirilmeleri bile yasak! 17 yaşına gelmiş gençlerin resmen evlenmeleri yasak, fakat flörtleşerek zina yapmaları serbest! Her evde olduğu gibi; -çünkü Peygamberlerin evlerinde bile bazen olmuş- bir münakaşadan sonra evin hanımı polisi arayarak, “kocam bana şiddet uyguluyor” dese, polis o eve gider ve evin erkeğini alıp, kendi evinden uzaklaştırır! Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de “Korona” diye başımıza bir bela geldi! Ne yapacağımızı, derdimizi hangi “Müslüman Yetkili”ye anlatacağımızı bilemiyoruz. Sizde durumlar nasıl?
Kul Efendi, telefondaki sorulara ne cevap vereceğini düşünürken telefondaki ses:
- Haydi, hayırlı akşamlar! Kusura bakma bu saatte rahatsız ettim!
Gelen telefonların tamamı Müslüman(!) ülkelerdeki arkadaşlarındandı!
Kul Efendi telefonunu kapatırken, bu sefer kuzey buz denizinin suları gibi soğumuş çay bardağını alıp mutfağa götürürken, neredeyse duyulmayacak bir sesle mırıldanıp duruyordu:
Batıcılık!!! Laiklik!!! Ne mutlu A’yım diyene, “ne mutlu B’yim diyene! Ne mutlu C’yim diyene!!!!! Var olsun İstanbul Sözleşmesi!!!
Kul Efendi, elinde çayını içemediği bardağı titreye titreye mutfağa götürürken, ömrünün en güzel yirmi yılını geçirdiği Erzurum’u hatırladı ve sadece kendisinin duyabileceği bir tonda “Erzurumca” Müslümanlar için söylenmeye başladı.
-Nanay ha nanay!
0 yorum:
Yorum Gönder