16 Temmuz 2021 Cuma

Hakikatin Keşfi- II




HAKİKATİN KEŞFİ- II

Cağfer KARADAŞ

Bir olgu veya olayı bilmek için, onunla aynı zaman ve mekânda olmanın yanında bilgi gücü ve kapasitesine sahip olmak gerekir. Demek ki içinde bulunduğumuz mekânda ve zamanın şimdisinde gerçekleşen olgu veya olayı, ancak sahip olduğumuz bilgi ve kapasitemiz kadarıyla kavrayabiliriz. Çünkü geçmiş elimizden çıkmış, gelecek elimize geçmemiş, var olan şimdiyle ve içinde bulunduğumuz mekânla yetinmek zorundayız.

Bir de bilme gücünün sınırları var. Duyular ancak ulaşabildiği kadarını kavrar; her şeye ve her yöne ulaşamaz. Göz aynı anda her yere bakamaz, kulak aynı anda her yönden gelen sesi işitemez; aynı anda her şeyin tadına bakamaz dil, her şeye dokunamaz el, her şeyi koklayamaz burun. Aynı yöne bakarken bile gözü aldatan bir gözbağcı çıkar, kulak tek yönden gelen sözü yanlış anlar; dil her tadı, burun her kokuyu alamaz, dokunduğunu her zaman tam algılayamaz el.  

Ayrıca duyuların algısı, aklın hükmüne muhtaç. Aklın değerlendirmesi olmadan duyuların verilerinden bir hüküm çıkmaz. Akıl da yanılma ihtimali olan bir alet. Ne kadar yanıldığını bilmesi bile aynı yanılma ihtimaline tabi.

Bu iki bilme gücü yani akıl ve duyular yine de hayat boyu insana büyük tecrübeler kazandırmış. Kimi zaman görerek, kimi zaman gözleyerek kimi zaman da deneyerek; tutturarak ve yanılarak, isabet ederek ve hataya düşerek, ulaşarak ve uzaklaşarak, yakalayarak ve kaçırarak, bularak ve kaybederek, yetişerek ve geç kalarak… İşte böyle dolmuş insanoğlunun tecrübe dağarcığı.

Edinilen tecrübe bir zamanda ve bir mekânda kalmamış, nesilden nesle aktarılmış; kalsaydı, herkes sıfırdan yeni bir tecrübe oluşturmak zorunda kalırdı. Bir insan sınırlı ömür süresinde ne kadar tecrübe edinebilir ki? İster yüzyıl, isterse yüz elli yıl yaşasın!

Şöyle bir hayata bakalım: bilgilerimizin çoğu kendi tecrübelerimizden mi, yoksa öncekilerden aktarılanlardan mı? Öyleyse herkes herkesin tecrübesine muhtaç. Başkasının tecrübesini elde etmenin yolu, dinlemek ve haber almak. Geçmiş zamanlarda ve uzak mekânlarda ne olmuş, nasıl olmuş, ne sonuç vermiş; burada olur mu, olursa nasıl olur, nasıl bir sonuç verir?

Bu yüzden her dönemde geçmişin bilgi ve tecrübelerini derleyen toplayan haber veren tarihçiler çıkmış, uzak diyarların haberlerini getiren gezginler. Bunlara kulak verilmiş, öğrenilmiş hatta kayda geçirilmiş. Bunların hepsi haber bilgisi; kulakla elde edildiği için de kulak bilgisi denilmiş. Okullarda öğrettiğimiz ve öğrendiğimiz bilgilerin çoğunluğu bunlardan oluşuyor. Bu bilgilerden denenmiş ve doğrulanmış olanlara, gerçek denilmiş; sırf anlatı olarak kalanlara kulaktan dolma ismi verilmiş.  

Bir de ötelerden gelen bilgi var. Beş duyunun erişemediği, aklın hüküm vermeye güç yetiremediği, eskilerin “gâib alem” dedikleri “duyuötesi alan”dan gelen bilgiler. Ona ulaşmanın en kesin ve kestirme yolu, oradan haber veren haberciyi bulmak. Burada en önemli sorun, habercinin doğruluğunu tespit etmek. Habercinin sadece doğru olması yetmez, aynı zamanda güvenilir olması gerek. Özü sözü bir, dediğini yapan, yaptığını diyen; söylediği ile eylediği birbirine uyan, gördüğüne inanılan, duyduğuna güvenilen; her halinden emin olunan, varlığı güven veren, yokluğu tedirgin eden… şaibenin bulunmadığı, kötünün ve kötülüğün kendisinden kaçtığı, onu gören şeytanın girecek delik aradığı, üstündeki tozun bile kendinden utandığı… Böyle birinin verdiği haber elbet doğrudur.

Bu haberciler, peygamberlerdir. Görüneni-görünmeyeni, geçmişi-geleceği, canlıyı-cansızı hâsılı her fâniyi yaratan Yüce Allah, bu tür haberleri ulaştıracak kişileri işte böyle özelliklerde seçmiş, bilgileri onlara vermiş, onlar da bu bilgileri bize belletmiş.

Niyedir bütün bunlar? Kulları dinlesin ve haberdar olsunlar; düz yolda şaşmasınlar, dağ başında kalmasınlar, çöl ortasında kaybolmasınlar, denizin dalgaları arasında çaresiz kıvranmasınlar; bir dua kadar yakın, Rahman ve Rahîm olan Rablerinin olduğunu bilsinler; bir gün huzurunda toplaşacaklarının bilincinde olsunlar diye.

Ama gene de iman ve tasdiki yani habercilerin ve haberlerinin doğrulamasını kullarının tercihine bırakmış. Ne de olsa veri toplayan beş duyu, bunları değerlendiren akıl, iyi niyete ayarlı kalp ve vicdan ile onları donatmış Yüce Allah. Aklını kullanan, kalbini düzgün tutan, vicdanına danışan kulları hakikati görmüş, doğrulamış, doğru yola girmiş, hedefe ulaşmış; aklını kullanmayan, kalbini bozan, vicdanını körelten kulları ise aksilik etmiş, aksine gitmiş, yoldan çıkmış, değerlerini yitirmiş, hedeften şaşmış.

Demek ki hakikatin keşfi tek yönle, tek aletle ve tek başına olmuyor. Şöyle ifade edelim: Tek başına sınırlı duyularla, yanılma ihtimali bulunan akılla, doğrulanmaya muhtaç haberle hakikate ulaşılmak ne kadar mümkün? Öyleyse özü sözü bir, doğru ve güvenilir bir haberciye ihtiyaç olduğu gün kadar açık. Ama habercinin güvenilirliğinin tespiti de yine duyu, akıl ve haber kaynaklarını hep birlikte, eşzamanlı, iyi niyetle, insan olma bilinciyle, doğruyu bulma gayretiyle kullanmaya bağlı. Yüce Allah kullarına hakikati dayatmıyor, verdiği imkânlar ve sağladığı desteklerle kendilerinin hakikati bulmalarını istiyor. Şartlarını oluşturduğu dünya sahnesinde verdiği imkânlarla onları sınava tabi tutuyor. Her birey kendi imkânına göre sınava giriyor ve sorumlu tutuluyor; kontenjan sınırlaması yok, bir ömür süre, her neredeysen orada; ecele kadar telafi imkânı var, umut kapısı daima açık; gönülden gelen, kendini bilen, yolu takip eden kazanıyor; gelmeyen, yoldan çıkan, yan çizen, başına buyruk giden kaybediyor.

5 Zilhicce 1442 / 15 Temmuz 2021


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar