HAKİKATİN KEŞFİ- II
Cağfer KARADAŞ
Bir olgu veya olayı bilmek için, onunla aynı zaman ve mekânda olmanın yanında bilgi gücü ve kapasitesine sahip olmak gerekir. Demek ki içinde bulunduğumuz mekânda ve zamanın şimdisinde gerçekleşen olgu veya olayı, ancak sahip olduğumuz bilgi ve kapasitemiz kadarıyla kavrayabiliriz. Çünkü geçmiş elimizden çıkmış, gelecek elimize geçmemiş, var olan şimdiyle ve içinde bulunduğumuz mekânla yetinmek zorundayız.
Bir de bilme gücünün sınırları var. Duyular
ancak ulaşabildiği kadarını kavrar; her şeye ve her yöne ulaşamaz. Göz aynı
anda her yere bakamaz, kulak aynı anda her yönden gelen sesi işitemez; aynı
anda her şeyin tadına bakamaz dil, her şeye dokunamaz el, her şeyi koklayamaz
burun. Aynı yöne bakarken bile gözü aldatan bir gözbağcı çıkar, kulak tek
yönden gelen sözü yanlış anlar; dil her tadı, burun her kokuyu alamaz,
dokunduğunu her zaman tam algılayamaz el.
Ayrıca duyuların algısı, aklın hükmüne
muhtaç. Aklın değerlendirmesi olmadan duyuların verilerinden bir hüküm çıkmaz.
Akıl da yanılma ihtimali olan bir alet. Ne kadar yanıldığını bilmesi bile aynı
yanılma ihtimaline tabi.
Bu iki bilme gücü yani akıl ve duyular
yine de hayat boyu insana büyük tecrübeler kazandırmış. Kimi zaman görerek,
kimi zaman gözleyerek kimi zaman da deneyerek; tutturarak ve yanılarak, isabet
ederek ve hataya düşerek, ulaşarak ve uzaklaşarak, yakalayarak ve kaçırarak,
bularak ve kaybederek, yetişerek ve geç kalarak… İşte böyle dolmuş insanoğlunun
tecrübe dağarcığı.
Edinilen tecrübe bir zamanda ve bir mekânda
kalmamış, nesilden nesle aktarılmış; kalsaydı, herkes sıfırdan yeni bir tecrübe
oluşturmak zorunda kalırdı. Bir insan sınırlı ömür süresinde ne kadar tecrübe
edinebilir ki? İster yüzyıl, isterse yüz elli yıl yaşasın!
Şöyle bir hayata bakalım: bilgilerimizin
çoğu kendi tecrübelerimizden mi, yoksa öncekilerden aktarılanlardan mı? Öyleyse
herkes herkesin tecrübesine muhtaç. Başkasının tecrübesini elde etmenin yolu,
dinlemek ve haber almak. Geçmiş zamanlarda ve uzak mekânlarda ne olmuş, nasıl
olmuş, ne sonuç vermiş; burada olur mu, olursa nasıl olur, nasıl bir sonuç
verir?
Bu yüzden her dönemde geçmişin bilgi ve
tecrübelerini derleyen toplayan haber veren tarihçiler çıkmış, uzak diyarların
haberlerini getiren gezginler. Bunlara kulak verilmiş, öğrenilmiş hatta kayda
geçirilmiş. Bunların hepsi haber bilgisi; kulakla elde edildiği için de kulak
bilgisi denilmiş. Okullarda öğrettiğimiz ve öğrendiğimiz bilgilerin çoğunluğu
bunlardan oluşuyor. Bu bilgilerden denenmiş ve doğrulanmış olanlara, gerçek
denilmiş; sırf anlatı olarak kalanlara kulaktan dolma ismi verilmiş.
Bir de ötelerden gelen bilgi var. Beş
duyunun erişemediği, aklın hüküm vermeye güç yetiremediği, eskilerin “gâib
alem” dedikleri “duyuötesi alan”dan gelen bilgiler. Ona ulaşmanın en
kesin ve kestirme yolu, oradan haber veren haberciyi bulmak. Burada en önemli
sorun, habercinin doğruluğunu tespit etmek. Habercinin sadece doğru olması
yetmez, aynı zamanda güvenilir olması gerek. Özü sözü bir, dediğini yapan,
yaptığını diyen; söylediği ile eylediği birbirine uyan, gördüğüne inanılan,
duyduğuna güvenilen; her halinden emin olunan, varlığı güven veren, yokluğu
tedirgin eden… şaibenin bulunmadığı, kötünün ve kötülüğün kendisinden kaçtığı, onu
gören şeytanın girecek delik aradığı, üstündeki tozun bile kendinden utandığı…
Böyle birinin verdiği haber elbet doğrudur.
Bu haberciler, peygamberlerdir. Görüneni-görünmeyeni,
geçmişi-geleceği, canlıyı-cansızı hâsılı her fâniyi yaratan Yüce Allah, bu tür
haberleri ulaştıracak kişileri işte böyle özelliklerde seçmiş, bilgileri onlara
vermiş, onlar da bu bilgileri bize belletmiş.
Niyedir bütün bunlar? Kulları dinlesin ve
haberdar olsunlar; düz yolda şaşmasınlar, dağ başında kalmasınlar, çöl
ortasında kaybolmasınlar, denizin dalgaları arasında çaresiz kıvranmasınlar;
bir dua kadar yakın, Rahman ve Rahîm olan Rablerinin olduğunu bilsinler; bir
gün huzurunda toplaşacaklarının bilincinde olsunlar diye.
Ama gene de iman ve tasdiki yani
habercilerin ve haberlerinin doğrulamasını kullarının tercihine bırakmış. Ne de
olsa veri toplayan beş duyu, bunları değerlendiren akıl, iyi niyete ayarlı kalp
ve vicdan ile onları donatmış Yüce Allah. Aklını kullanan, kalbini düzgün
tutan, vicdanına danışan kulları hakikati görmüş, doğrulamış, doğru yola
girmiş, hedefe ulaşmış; aklını kullanmayan, kalbini bozan, vicdanını körelten
kulları ise aksilik etmiş, aksine gitmiş, yoldan çıkmış, değerlerini yitirmiş,
hedeften şaşmış.
Demek ki hakikatin keşfi tek yönle, tek
aletle ve tek başına olmuyor. Şöyle ifade edelim: Tek başına sınırlı duyularla,
yanılma ihtimali bulunan akılla, doğrulanmaya muhtaç haberle hakikate ulaşılmak
ne kadar mümkün? Öyleyse özü sözü bir, doğru ve güvenilir bir haberciye ihtiyaç
olduğu gün kadar açık. Ama habercinin güvenilirliğinin tespiti de yine duyu,
akıl ve haber kaynaklarını hep birlikte, eşzamanlı, iyi niyetle, insan olma
bilinciyle, doğruyu bulma gayretiyle kullanmaya bağlı. Yüce Allah kullarına hakikati
dayatmıyor, verdiği imkânlar ve sağladığı desteklerle kendilerinin hakikati
bulmalarını istiyor. Şartlarını oluşturduğu dünya sahnesinde verdiği imkânlarla
onları sınava tabi tutuyor. Her birey kendi imkânına göre sınava giriyor ve
sorumlu tutuluyor; kontenjan sınırlaması yok, bir ömür süre, her neredeysen
orada; ecele kadar telafi imkânı var, umut kapısı daima açık; gönülden gelen,
kendini bilen, yolu takip eden kazanıyor; gelmeyen, yoldan çıkan, yan çizen, başına
buyruk giden kaybediyor.
5 Zilhicce 1442 / 15 Temmuz 2021
0 yorum:
Yorum Gönder