HAKİKATE RAĞMEN ÜSTÜNLÜK İDDİASI
Cağfer KARADAŞ
Hakikate
karşı ilk isyankâr çıkış İblis’ten gelmişti. O bunu kökenci ve köktenci üstünlük
iddiasıyla sergilemişti. Bu üstünlük iddiası, aynı zamanda büyüklenmeyi,
dışlamayı, ötekileştirmeyi velhasıl ırkçılığı içinde barındırıyordu. Zaten bu tür
yaklaşımda olan kişi, sürekli kendisinde bir üstünlük arar, bulamazsa uydurur.
Çünkü hakikate değil, kendisine odaklanır, rakip gördüğüne karşı bilenir. İblis
de öyle yaptı. Kendisine odaklandı, rakip gördüğü Hz. Âdem’e ve Hz. Havva’ya
düşman kesildi.
Hâlbuki o olayda hakikat Allah’a yönelmek ve emrine uymaktı. O tersini yaptı, gerekçe olarak da “Ben ondan üstünüm” dedi. Oysaki Yüce Allah ona Hz. Âdem’i değil “neden emre uymadığını” (A’raf 7/12) sordu. O gene bildiğini okudu. Bu sefer kökenine kadar gitti. Kendi kökeni olan ateşin Hz. Adem’in kökeni olan topraktan üstün olduğunu iddia etti. Yüce Allah da onu rahmetinden kovdu.
Evet, tarihte ilk sahte ve sanal üstünlük hikâyesi
böyle başladı.
İnsanlar arasındaki ilk üstünlük davası ise Hz.
Âdem’in iki oğlu arasında gerçekleşmişti.
Görünen
o ki, ister İblis’in isterse Kabil’in sergilediği türden olsun bu tür temelsiz
ve geçersiz üstünlük davası geçmişten bugüne hala devam etmektedir. Buna karşın
Yüce Allah, gönderdiği her peygamberle tevhîd ilkesini bildirdi, bu ilke
karşısında başta insan olmak üzere bütün yaratılmışların konumunu tayin etti, bir
gerçeği hep hatırlattı: yaratılmış olmak bakımından Rableri katında herkes ve her
şey eşitti.
Son ilahî
bildirim olan İslam bu anlayışı on dört asırdır temsil etmektedir; kıyamete
kadar da bu temsil görevini yerine getirecektir. Yüce Allah’ın peygamberler
vasıtasıyla bildirdiği iki gerçek vardır: Yüce Allah tek, yegâne, kadîm ve
yaratıcı ilahtır; O’nun dışındakiler ise yaratılmış, benzerleri bulunan hem var
olmada hem de varlığını sürdürmede bir yaratıcıya ihtiyaç duyan varlıklardır.
Onları var eden ve varlıklarını devam ettiren yaratıcı da Yüce Allah’tır. Buna
göre yaratılmış varlıkların bir öğesinin diğerine veya bir kısmının ötekisine
üstünlüğü özlerine göre değil, Allah’ın onlara biçtiği ve tayin ettiği
konumlarına göredir. Eğer akıl ve irade verilmişse o takdirde üstünlük Yaratıcılarını
tanımalarına ve verdiği nimetlere şükranda bulunmalarına bağlıdır. Yaratıcıyı
tanımak, O’na iman etmek; şükranda bulunmak ise, başta ibadetleri yerine
getirmek ile O’nun tabiata koyduğu ve peygamberler eliyle gönderdiği kanunlara
uymakla gerçekleşir. “Asla eziklik göstermeyin, üzülmeyin de! Eğer inanmışsanız
en üstün sizsiniz.” (Âl-i İmrân 3/139).
Peki, nedir Allah’ın Kanunları?
Yüce
Allah’ın evrene koyduğu kanunlara adetullah, ilahî vahiyle bildirdiği
kanunlara uymalarına göre muamele görmelerine ise sünnetullah denilir. İnsan
adetullaha aykırı davranırsa, tabiatın dengesini ve düzenini bozar. Sünnetullah’ı
dikkate almayıp isyan ederse tıpkı İblis gibi ilahî rahmetten kovulur.
Sünetullahı bilmenin yolu, Peygamberler aracılığıyla gönderilen ilahî
bildirimlere kulak vermektir. “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah
onlarda olanı değiştirmez.” (Ra’d 13/11) “Bu Allah’ın daha öncekiler hakkında
koyduğu sünneti yani kanunudur. Allah’ın kanununda asla değişme bulamayacaksın”
(Ahzab 33/62). Bunun anlamı, Yüce Allah’ın kişilere ve toplumlara yönelik
muamelesini, onların inanç, tavır ve davranışları belirler. İman ederlerse
rahmetine nail olurlar, isyan ederlerse adaletiyle karşı karşıya gelirler. İşte
bu, Yüce Allah’ın sünnetullah denilen kanunudur. Hakikat de tam budur.
Bu
hakikatin öğrenimi ve öğretimi için ilk asırlardan bugüne iki temel ilim
gelişmiştir: Kelam ve fıkıh. Özellikle kelam ilmi, İslam dininin zihniyet
boyutunu temsil eder, bu özelliğiyle fıkıh ilminin zeminini oluşturur. Bu ilmin
temel amaçlarından biri, yukarıda zikredilen iki kanunu anlatmak, izah etmek ve
zihinlere yerleşmesini sağlamak; diğeri ise bunlara yönelik inkâr, iddia, itham
ve eleştirilere cevap vermektir. Bu amacın gerçekleşmesi Allah, evren ve insan
anlayışlarının çerçevesinin ilahî bildirim ışığında tespit edilmesine bağlıdır.
Buna göre yegâne kadim varlık Yüce Allah’tır, evren O’nun yarattığı varlıkların
toplamıdır. İnsan ise Yüce Allah’ın kendisine verdiği akıl, irade ve güçle
evren içinde ve kendi çapında etkin bir varlıktır. İnsan kendi çapını ve
evrenin bir parçası olduğunu bilirse konumunun ve değerinin bilincine varmış
olur. Sadece aklını ve iradesini dikkate alarak kendinde müstakil bir güç
vehmetmeye başlarsa, kişisel ve sanal bir üstünlük hikâyesi kurgulamaya yönelir.
Buradan
çıkarılacak sonuç kişinin öncelikle sağlam ve sahih bir zihniyete sahip
olmasıdır. Bu zihniyetin çerçevesi de hikmete ve adalete uygun düşmeli, ilahî
bildirimi zorlayan ve dışlayan bir yaklaşım eseri olmamalıdır. Bunun için de
ilahî bildirimin indiği dilin mantığı dikkate alınmalıdır. Kur’an Arapça bir
kitap olarak indirildiğine göre, o dilin yapısının ve mantık örgüsünün gözetilmesi
kaçınılmaz gerekliliktir. Bunun için Hz. Peygamber’den günümüze birçok çaba
ortaya konulmuş ve çalışma yapılmıştır. Usul adı altında gerçekleşen bu
çalışmalar sistemli bir yapıyı bize sunar. Eskilerin tabiriyle “usulsüz vusul
olmaz” yani yöntemsiz amaca ulaşmak çok kolay değildir. Bir usul takip
edilmeden veya gözetilmeden tek tek verilerden bir sonuca gitmek sığ kaymaya
neden olduğu gibi, bir başka alanda üretilen usul ve esasların ilahî
bildirimlere giydirilmesi çabası da sahih zihniyette yabancılaşmaya yol açar.
Öyleyse hakikate ulaşma yolunda ne sığ ortamda
hoyrat kalmalı ne de başkasının gömleğiyle yola çıkmalı…
15 Cemaziyelevvel 1444 / 9 Aralık 2022
0 yorum:
Yorum Gönder