DÜNKÜ GEÇMİŞİM BUGÜNKÜ ENDİŞEM
Cağfer KARADAŞ
Çocuktum Kıbrıs çıkarmasıyla haberdar oldum gazetelerden. Haber yazarlarmış, insanları bilgilendirirlermiş. Bir de dedemin radyodan haber dinlemelerini takip ederdim. Şarkısı, türküsü olmayan sade müzikleri hiç anlamazdım. “Ne yapıyorlar diye” diye sorardım. “Acans başlayacak, saat dolduruyorlar yavrum” derdi. Demek ki, dedem de böyle bilirmiş.
Kemik renkli kasası, düğmeleri ve ayar göstergesi alt kısmında olan
radyomuzu bugün gibi hatırlıyorum. Kıbrıs’taki mücadeleye destek için köyden toplanan
hayvanların traktör römorköründe götürülüşünü de. Büyükler kıvançlı, biz
çocuklar heyecanlıydık.
Gençliğimde tanıştım, pahalılık ve yoklukla. Yetmişlerin sonunda.
Pahalılıktan çok yokluk koyuyordu insana. En temel maddeler yoktu, bu yüzden
kimse parasını, pahalılığını, piyasasını düşünecek durumda değildi. Bakkallar
kraldı, müşteriler önünde kuyruk. Yalvarır gözlerle bakkalın gözüne bakarlardı.
Bazıları mütevazı idi, ama bazılarının krallık hoşuna gitmiyor da değildi. “Gelmedi,
yok, bugün satmıyom.” Bazen de birkaç
kat fiyat söylerlerdi. Sorulduğunda cevapları da hazırdı “Biz de böyle alıyoz,
napalım? Canın isterse! İstersen alma!” Bu son söz yıkardı insanı.
Bakkallara da diyecek bir şeyimiz yoktu. Neticede onlar birer
aracıydı.
Her evde bir veya birkaç kişi kuyruk kovalamakla görevliydi. Tüp
kuyruğu, yağ kuyruğu, şeker kuyruğu… Çok kuyruklara girdim. Çok kuyruklar
kovaladım. “Burada bitti, aha şu aşağı bakkalda varmış, koşun oraya!” derlerdi.
Bütün kuyruktakiler oraya hücum ederdi.
Evde tüp yok, yağ yok. Anam
kıvranır, babam öfkelenir. Allah’a şükür, yoksul değildik, ama tüp yoktu, yağ
yoktu, şeker yoktu ve kömür bulmak çok zordu... Öyle kalitelisi değil, en düşük
kalitedeki yoktu.
Seksenlerin sonu, doksanların başına geldik. İstanbul’da yaşamanın
nasıl bir işkence olduğunu gördük. Musluğu açarsın, çeşmeden tıssss diye bir
ses gelirdi. Hakkını yemeyelim, ayda bir kere de olsa, su da gelirdi. Çamur
renkliydi ama suydu neticede. Ona bile razıydık. Allah’tan, oturduğumuz
apartmanın deposu vardı da tankerle su taşırdık. O yüzden çok zahmet çekmedik.
Allah’a şükür! Çok değildi ama kıt kanaat geçinecek kadar gelirimiz vardı. İşte
o günlerde içme suyunu damacanayla, kullanma suyunu tankerle alırdık. Haliç’in
iğrenç kokusuna katlanabilirdik ama eve su gelmemesine katlanmak çok zordu.
Doksanların sonu bir başka âlemdi. Hani, bir insan, düşmanının bile
aklına gelmeyecek bir kötülüğü kendi ülkesine yapmak istese, herhalde 28 Şubat
gibi bir süreç başlatırdı. Öyle de oldu. Nice genç kız okulundan kovuldu, nice
erkeğe sakalı soruldu, nice ananın yüreği kavruldu, herkes bir tarafa savruldu.
“Bir metre bez parçası” için bütün devlet seferber edildi, kıldan tüyden nem
kapıldı, ibadet edenler jurnallendi, boy boy resimleri servis edildi, manşete
çekildi.
Koca koca adamlar, kitapçık atanlar, ülkeyi krizden krize sokanlar,
bin yıl sürecek diye nara atanlar, çatışma çıkarmak için höykürenler,
başörtülüye çemkirenler, halkı küçümseyenler, vatanı önemsemeyenler, devleti örseleyenler…
Sahi, neredeler şimdi?
Ama ben hâlâ endişeliyim. Bütün bunları yaşadım çünkü. Şu yarım
asrı aşan geçmişimde. Hem de iliklerime kadar yaşadım. Aklım ereli beri
yaşadım. Gençtim yaşadım, olgun oldum yaşadım.
Şimdi yaşlandım endişeleniyorum, hatta
korkuyorum.
“Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen
al Sancak!”
Nidası çocukluktan aklımda hem hayalimde hem zihnimde…
Ama o çocukluğumdaki heyecanın ve hayalin yetmişlerin sonunda nasıl
bir yokluğa maruz kılındığını; seksenlerin sonu, doksanların başında pul pul
döküldüğünü gördüm de o yüzden korkuyorum.
“Korkma!” Haykırışı zihnimde
kalmasa, belki daha çok korkacağım…
Evet, gerçekten bugün endişeleniyorum, tarih tekerrür eder diye de
korkuyorum. Kimseye söyleyemiyorum, bilmeyene anlatamıyorum, kıvranıyorum, içimden
haykırıyorum.
Gücüm kalemime yetiyor, içimdeki
haykırışı ancak o söze döküyor.
18
Şevval 144 / 8 Mayıs 2023
0 yorum:
Yorum Gönder