“UHUD” HAYATIMIZIN NERESİNDE? BİZ “UHUD’UN”
NERESİNDEYİZ?[1]
Doç. Dr.
Cuma Karan
“Bizim Uhud’umuz neresi? Ve biz Uhud’un neresindeyiz?” soru ile başladık yazımıza. Uhud, tek bir dağ silsilesi olarak Medine’ye, 5 kilometrelik yani bir saatlik yürüme mesafesinde coğrafi bir mekân. Bedir gazası/savaşında mağlup olan müşriklerin intikam almak amacıyla Müslümanlarla karşı karşıya geldikleri bir yer. Bu yer Kur’ân-ı Kerîm’de ve İslam tarihinde kendisinden çokça bahsedilen, Müslümanların yüze yakına şehit verdiği, Kur’ân-ı Kerîm’de kendisinden bahsedilen ve Hz. Peygamber’in: “Biz Uhud’u’ severiz o da bizi sever” dedikleri salt bir coğrafi mekân mı? Veya geçmişte yaşanmış ve bitmiş tarihi bir vakıa mı? Dinlerin ilahi mesajlarını, semboller ve mekânlar üzerinden verdiği bilinen bir hakikattir. Tarihte de insanlar duygularını, inançlarını ve amaçlarını aynı şekilde semboller, mekânlar ve figürler üzerinden ifade etmişlerdir. Küçük bir kara parçasının bile, nice büyük devletleri karşı karşıya getirdiği, değer yüklenen bir sembole hakaretin ise aynı şekilde devletleri savaşın eşiğine getirdiği tarihi bir gerçektir. Bu değişmez tarihi gerçek, dün de öyle idi, bugün de öyle, yarın da öyle olacaktır. Yani nesneler, mekânlar ve semboller üzerinden verilen mesajlar hep var olagelmiştir.
Bu anlamda baktığımız
zaman da Uhud; birçok sembolü, mesajı içinde barındıran, üzerinde zamanın ve
tarihin sınırlarını taşıyan bir savaşın gerçekleştiği yerdir. 24 Mart 625’te
fiili olarak bitmiş bir savaş olmakla beraber, mesajlarıyla zamanın devam
ettiği süre içerisinde bütün içeriğiyle devam eden doğrudan veya dolaylı olarak
Kur’ân-ı Kerîm’in 100’e yakın ayetine konu olmuş adeta sembol bir savaştır.
Allah ve Resulü de bu savaş üzerinden Müslümanlara ve insanlara kıyamete kadar
mesaj vermektedir. Böylesi bir savaşı; bitmiş, tarihe karışmış, sıradan bir
olay olarak kabul edebilir miyiz? Devletlerin tarihinde, taşıdığı değer ve
yüklendiği misyon itibariyle önemli savaşlar ve önemli günler vardır. Bu önemli
değerlerin unutulmaması için her sene, sembolik anmalar ve törenler yapılır ya,
işte Uhud Savaşı da bu anlamıyla unutulmaması gereken kadim bir sembol ve her
daim anmamız/anlamamız gereken tarihi bir zaman dilimidir.
Uhud’un neresindeyiz?
Veya sembolleştirerek soralım; bugün Uhud, hayatımızın neyini ve neresini
temsil eder? Zira orada dikkat çeken
kavramlar, öne çıkan mekânlar, önem atfedilen eylemler ve dikkat çekilen
isimler vardır. Uhud sadece bir dağ mıdır? Yoksa, yüzlerce ayete konu
olan ve o kadar da şehide şahitlik yapan bir makber, bir dava mıdır? Kur’ân’ın bu kadar gündemini meşgul eden bir
olayın sıradan bir savaş olduğunu düşünebilir miyiz? Öyle ise sorumuzu
tekrarlayalım; “Uhud Savaşı” hayatımızın neresinde? Veya biz onun neresindeyiz?
Uhud'da Cebel-i Rumât dediğimiz Okçular/Ayneyn
tepesi vardı, hayatımızın Okçular tepesi neresidir? Ayneyn tepesinde bizim
okçularımız kimlerdir? Kimleri takip ediyor ve gözetliyoruz? Dostlarımız,
kardeşlerimiz gibi düşmanlarımız da belli midir?
Hz. Peygamber’in Uhud’da
konumlandırdığı ordu ile, elbette hedeflediği bir amaç vardı. Bugünkü
hayatımızda o savaştaki yerimiz neresidir?
Okçu muyuz? Piyade miyiz? Yoksa tereddüt geçiren, kalbi tam mutmain
olmamış şüphe ordusunun birer neferi miyiz?
Yahut
yaşlı ve engelli haliyle “gidişi var dönüşü yok, ancak ölüm ancak şahadet,
ölümü dirimi Medine’ye döndürme Allah’ım!” diyen Amr b. Cemûh muyuz? Yoksa Abdullah b. Übey ile dönen grubun
mensubu muyuz? Yahut ganimet umudu ile savaşa katılan ancak dağılma anında
Medine’ye kaçıp Ebu Süfyân’nın affı için Abdullah b. Übey’den şefaat
bekleyenlerden miyiz?
Acaba Hz. Peygamber
Efendimiz’in etrafında kenetlenen, ölümüne sözleşen; Talha’lar, Ali’ler, Sa’d
b. Ebi Vakkas’lardan mıyız?
Evlendiği ilk gecenin
sabahında Hz. Peygamber’in çağrısıyla Uhud’a koşarken gusle vakit bulamayan
Hanzala mıyız? Yoksa bir gün öncesinden Uhud’a gelip çukurlar kazan ve Hz.
Peygamber’in düştüğü o çukurların sahibi Hanzala’nın babası Amr b. Râhib miyiz?
Veya Hanzala’nın kayınbabası olan Hz. Peygamber’i düşmanla baş başa bırakan
Abdullah b. Übey b. Selül müyüz? Babası ve kayınbabasının düşman olduğu Hz.
Peygamber’e hayatını feda eden Hanzala’ya ne kadar yakınız? Gusle vakit bulamadan savaşa koşarken biz
bugün gusül ve abdestli halimizle hangi savaştayız?
Hz. Peygamber, 15
yaşından küçük oldukları için 14 genci Uhud yolundan Medine’ye geri çevirmişti;
“Medine ve kadınlardan siz sorumlusunuz” deyip onları onore etmişti. Sahi,
bugün gençlerimizin Uhud’u neresi? Veya onlar Uhud’un neresindeler? Gençlerimiz
nereye koşuyor? Ve gençlerimizi onore edecek Uhud’a bedel bir “Medine
Savunmamız” var mı? şikâyet ettiğimiz gençlere bugünün şartlarında ne
önerebiliyoruz?
Dağılma ile Uhud dağ
eteğinde savaşma yerine onun eteklerine kaçan sath-ı müdafaa yerine nefsi
müdafaa’ya yönelen neferlerden miyiz? Sahi, Uhud bir dava ise biz bu
davanın neresindeyiz? Daha doğrusu, bizler için Uhud bir dava mı? Davanın
merkezinde o gün Hz. Peygamber idiyse bugün Hz. Peygamber’in davası hayatımızın
merkezinde mi? Ya da neresinde?
Mesela Uhud Savaşı ile
ilgili yüze yakın ayetten biri olan şu ayet bize bir şey hatırlatıyor mu acaba?
“O zaman siz dönüp hiç kimseye bakmadan yukarı doğru çekiliyordunuz;
peygamber ise arkanızdan sizi çağırıyordu, kaybettiklerinizin ve başınıza
gelenlerin üzüntüsüne katlanabilmeniz için (söz tutmamanıza karşılık) Allah
size tasa üstüne tasa verdi. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Âli
İmrân, 3/153)
Evet,
Uhud'da dikkat çeken isimler vardı. Bu isimlerden biri de Seyyidu’ş Şüheda
olan Hz. Hamza idi. Hz. Hamza, İslam
ordusunun ganimetten dolayı okçuların mevziyi terk etmekle dağılma sürecine
düçar olması üzerine: Allah’ın Nebîsi’ne itaat etmedik, Ebu Süfyan’a fırsat
verdik, yeterince davana hizmet edemedik deyip oruçlu ağzıyla af dileyerek
şehadete koşan Hamza mıyız? Yoksa bunun edebiyatıyla işi yürütenlerden miyiz?
Hz. Hamza’nın kesilmiş,
parçalanmış bedenini gören Hz. Peygamber’in intikam sözü üzerine inen ayet,
intikamda bile adaleti emrederken normal günlük hayatta bile acaba adaletle
aramız nasıl? Sahi tanışıyor muyuz adaletle? Yoksa adliyeye gidince mi aklımıza
geliyor? Serlevhamızda; “Adalet mülkün temelidir.” ifadesi yazılıdır, güzel de acaba
mülkümüzün temelinde “adalet” var mıdır?
Allah Resulü: “Bu
kılıcın hakkını kim verecek?” diye sorduğunda “hakkı nedir ya Resulullah?”
sorusu üzerine Allah Resulü; “hakkı kırılıncaya kadar elinden düşmemesi”
dedikten sonra; “ben alayım diyerek düşmanın safını darmadağın eden ve daha
sonra da az kişiyle ölümüne Hz. Peygamber'i koruyan Ebû Dücâne mıyız?
Allah
Resulünün vücuduna gelen oklara siper olan Talha gibi bugün onun davasına gelen
saldırıya karşı siper olabiliyor muyuz? O gün bu uğurda elini kaybeden
Talha’nın yerine biz hayatımızda bu uğurda neyi kaybedebiliyoruz?
Az sayıda Müslüman ile birlikte,
Hz. Peygamber’in kuşatıldığı o çemberde Hz. Peygamber’i cansiperane müdafaa eden
ve düşmana fırsat vermeyen kahraman hanım Nesibe bnt. Ka’b mıyız? Yoksa bugün, dişiliğini
ortaya koymak suretiyle ahiretimizi yok etmeye çalışanlardan mıyız? Veyahut
Nesibe bnt. Ka’b Peygamber’in önünde, müşrik kafirlerin karşısında elinde kılıç
ile savaştığı halde, İslam kadınının toplumun inşasında en temel role sahip
bireyi olduğunu unutan erkeklerden miyiz? Kadını, eğitim gibi en önemli
işlerinde istihdam edenlerden miyiz? Sahi bugün İslam toplumunda kadın hayatın
merkezinde mi? İslam’ın ona biçtiği rol ile bizim ona yüklediğimiz rol mesafesi
kaç senelik? Kadının kimliğinden ne haber?
Sahi, bugün biz Uhud’un
neresindeyiz? Okçular tepesinden “ganimet ganimet” diyerek mevzii terk
edenlerden miyiz? Sağa sola koşan firarilerden mi, yoksa Hz. Peygamber şahsının
merkezinde onun davasının müdafilerinden miyiz? Hz. Peygamber’in kuşatıldığı
çemberi Hubâb b. Münzir gibi yarmaya mı çalışıyoruz? Çemberin merkezine mi
gidişatımız yoksa dışına mı?
Biz bugün O’nun davasının
neresindeyiz? Allah Resulünün ölüm haberi geldiğinde Müslümanların bir kısmı “elinde
olanı bir kenara atıp artık her şeye bitti, bir şey yapmanın da anlamı kalmadı”
demişlerdi. Biz de bunu diyenlerden miyiz? Ya da Enes b. Nadir gibi: “Peygamber
öldüyse bizim de artık yaşamamızın bir anlamı kalmadı, haydi ölüme” diyen
davasını yaşayan şehid-i İslam mıyız? Yoksa; şanın, şerefin, malın, mülkün,
makamın, ırkın, onun bunun …şehidi miyiz?
Sahi biz, Uhud'da mıyız
ve orada neyiz?
Duyduk mu Kuzman diye
birini? Tanıyor muyuz böyle bir ismi?
Evet, Kuzman’ın savaşa
gitmediğini gören Medineli kadınların: aa, sen olsa olsa savaşa katılmayan
bir kadın olmalısın demeleri üzerine kuşanıp Uhud’da ön safta savaş
naraları atmış; haydi şanınız için, kabileniz için, hurmalıklarınız için
savaşınız diyerek müşriklerden toplam öldürülen yirmi üç kişiden dokuzunu
tek başına öldürmüştü. Sahabiler arasında dillere destan olan başarısı ve
yiğitliği Hz. Peygamber’e anlatılınca, Hz. Peygamber herkesi şok eden bir
cevapla; “evet o cehennemliktir” demesinden kısa bir süre sonra canına kıyarak
cehennemi boylamıştır. Ama aslında o, düne kadar müşriklerin karşısında
savaşmış büyük bir mücahit idi.
Sahi, bizim de gerçekten
bütün uğraşımız İslam için mı? Yoksa Kuzman’ın da uğrunda çarpıştığı kutsal
saydığı değerler için mi? Sahi kutsalımızın ölçüsü din mi, dünya mı? Gerçekten
çalışıyor gibi görünürken acaba Kuzman gibi başka hedeflerimiz mi var? Uhud’ta Müslümanların
öldürdüğü toplam 23 müşrikten bizzat 9 müşriki kendisi tek başına öldürürken
herkesin gıpta ile baktığı Kuzman’a yakınlığımız var mı? Mesela ortak noktalarımız ne? ya da
Kuzman’dan ne kadar uzağız? Gerçekten uzak mıyız? “Kuzmanizme” ile
kuşatıldığımızın farkında mıyız?
Sizce Kuzman sadece bir
isim mi yoksa bir anlayış, bir tipoloji mi? Kuzman enaniyet, benlik, şan,
şeref, kabilesi, ırkı ve hurmalığı için savaşmıştı. Hâlbuki Uhud bütün
bunlardan beriydi. Zira Uhud anlamı gibi “tek” idi. Dolaysıyla o tek sıra dağın
eteğinde “tek olan Allah'ın davasına canını feda etmekti.” Ama Kuzman’ının
derdi başkaydı; şandı, şerefti, ırkıydı, sahip olduğu hurmalıkları ve
toprağıydı. Evet, davası için hayatını ortaya koyan Hz. Peygamber’in ümmeti
olarak bugün bize bıraktığı davanın neresindeyiz? Koşuşturmalarımız
hurmalıklarımıza mı yoksa İslam’ın kutsal değerlerine mi?
Mekke’nin en zengin
ailesinin çocuğu olup bütün zenginliği elinin tersiyle iten, Uhud’da İslam’ın
bayraktarı olan Mus’ab mıyız? Yoksa asabiyet davasının bayraktarı mıyız? Sahi,
uğruna fedayı ömrü ettiğimiz bayrak; İslam mı, yoksa makamımız, mezhebimiz,
ırkımız, ticaretimiz hasılı dünyevi menfaatlerimiz mi? Gerçekten Uhud'da mıyız
ya da kendimizi öyle mi zannediyoruz? Uhud’u anma ve anlama günümüz var mı?
“Buna gerek mi var” diyorsunuz? Uhud ile ilgili inen ayetler bizi de
ilgilendiriyor mu acaba? Emin miyiz?
Ah Uhud! Yüze yakın ayete konu olmuş olan seni nasıl
da Hind, Vahşi ve Hz. Hamza’nın ciğeriyle kapattık? En çok da bize hitap eden o
ayetleri görmemezlikten gelerek ciğerlerimizi soğuttuk mu? Kendimizi aldatmak veya
Kur’an’ın o mesajlarına kendimizi kapatmak nasıl bir duygu? Artık Uhud’ta Hz. Hamza’yı Vahşi’yi ve Hindi’i
konuşma yerine ne zaman kendimizi konuşacağız?
Uhud edebiyatı yerine Uhud’un hakikatine geçecek miyiz? Daha doğrusu var
mı böyle bir niyetimiz?
Uhud kimileri için,
şehadetin, kimileri için de ganimet toplama ümidi idi. Kimi şehadete koştu,
kimi de ganimete. Sahi biz hangisine koşuyoruz?
Ne zaman kendimize
biçilmesi gereken rolü hayatımızın her tarafına yayılmış olan Uhud’umuzda
yerine getireceğiz? Sahi rolümüzü öğrendik mi? neresindeyiz? Hamza mıyız,
Kuzman mıyız? Yoksa savaştan kaçan, can derdine düşen, nifak kalpli, davasından
pişmanlık duymuş, dava düşmanlarına sığınacak kadar zavallı bir dava kaçkını mıyız?
Hayatımızın Uhud’unda biz
kimi temsil ediyoruz? Nesibe gibi Peygamber fedaisi miyiz, yoksa Hind gibi
intikam alıcısı mıyız? Evet, ne dersiniz; Uhud’un neresindeyiz? Hatta Uhud’umuz
var mı? Hamza mıyız, Kuzman mıyız?
“İçinizden, cihad
edenleri belirtmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi
zannettiniz?” (Âli
İmrân, 3/142) ayetiyle Uhud sahabiler için imtihan iken acaba biz ne ile imtihan
olunuyoruz? Uhud’umuz hangisi? Yoksa imtihana
çağrılmaya da mı gerek görülmedik? O kadar mı kötüyüz?
Her konuda ümmetinin
görüşünü önemseyen, böylesi bir savaşın öncesinde ve sonrasında da hayatın
merkezine aldığı “istişare” ile aramız nasıl? “Onlarla istişare et (ve şâvir
hüm fi’l-emr” ilahi emrin kapsamından ne haber? Hayatımızı kapsıyor mu? Hz.
Peygamber’in istişare ahlakındaki puanımız ne durumda? Karnemize bakabiliyor
muyuz? Sahi, bu konuda da sınıfı geçecek miyiz?
“Okçular tepesini boş
bırakmayalım” diyoruz da hedefimiz belli mi gerçekten? Hedefimizin vahdeti
oluşturma adına müşrikler olduğu kesin mi?
Konumlandığımız tepe Hz. Peygamber’in belirlediği tepe mi yoksa
nefsimizin veya başkalarının bize belirlediği tepe mi? Gerçekten Uhud’ta
olduğumuzdan emin miyiz?
Sahi, sahâbilerin Uhud’da
kaybettiklerini konuşuyoruz da bizim Uhud’umuzdan ne haber? Onlar hayatlarında
bir kez kaybederken biz hayatımız boyunca kaç kez kaybettik? Saya biliyor
muyuz? Ve final sorumuz da her şeye kusur bulan ve kimseyi beğenmeyen bedbin nefsimize:
“Kazandığımız bir zaferimiz var mı?” ve cevabı bizde kalsın: “Mağlup muyuz?
Muzaffer miyiz?”
Ey Uhud! Hep üzerine
çıktık, çokça resim çektik ama üzerinde taşıdığın hakikate hiç inemedik. Bari
özrümüzü sen kabul eyle ne olur, seni anlamadığımızdan ve yaşamadığımızdan “özür
diliyoruz.”
Trabzon, Nisan/2023
[1] Uzun süreden beridir üzerinde çalıştığım Uhud ile
ilgili çalışmamı hazırlarken hissiyatımdan kalemime yansıyan bu ifadelerin ilk
muhatabı nefsimdir. Belki de sizin de nefsinize şifay-ı hitap olur diye paylaşıyorum.
güzel bir yazı müellifini tebrik ediyorum.
YanıtlaSilSayın Yazar niye böyle bir üslup kullanmaya ihtiyaç hissetmiş? Merak konusudur. Bir İslam tarihçisi anakronizme varacak şekilde bir anlatımla olayları anlatmamalıdır. Ayrıca Uhud'da meydana gelen tüm sahnelerle niye kendimizi mukayese ediyoruz? Olayla ilgili bir kapalılık varsa aydınlatılmalıdır.
YanıtlaSilMaşallah kaleminize sağlık.
YanıtlaSilEline kalbine sağlık. Çok teşekkür ederim. Allah razı olsun
YanıtlaSilFarklı bir bakış açısından ele alındığı için Allah razı olsun
YanıtlaSilUhud’un penceresinden nefsime farklı bir açıdan bakmamı sağladı.Mükemmel bir bakış açısı.Kaleminize sağlık..
YanıtlaSilHayata iyi hazırlananların, Dünyada işini iyi yapanların, sunnetullaha uygun hareket edenlerin galip geldiği bir yaşanmışlıktır. Uhud.
YanıtlaSilDiline yüreyine sağlık hocam saygılar
YanıtlaSilTarihçi sadece tarihi tarafsız bir şekilde anlatmakla mı yükümlüdür? Yoksa tarihi olaylardan dersler de çıkarmalı mıdır? "Uhud'da savaş oldu.. Sebepleri, Sonuçları şunlardır.." gibi bilgiler tüm İslam tarihi kitaplarında zaten mevcuttur. Oysa bugüne bir şeyler söylediğimizde, tarihi vakıaları bugüne taşıdığımızda daha faydalı bir okuma yapılmış olur. Yazar tam da bunu yapmıştır. Hocamız, çok önemli tarihi bir vakıadan çok önemli dersler çıkarmamız gerektiğini ve nefsimizi ıslah etme yönünde bize bu vakıanın katkılar sunabileceğini çok güzel ve naif bir üslupla dile getirmiştir. Tebrik ve teşekkür ediyorum.
YanıtlaSilAllah Sizden Razı Olsun Değerli hocam
YanıtlaSil