Dr. Ramazan YILDIRIM
O gün ve takip eden diğer birkaç gün akşama kadar Afad merkezinde çalışmalara devam ettik. Afad Merkezi çevre illerden gelen yöneticiler ve Ankara’dan gelen yetkililer tarafından sık sık ziyaret ediliyor ve sahadan gelen veriler, ihtiyaçlar bu yetkililerce test edilerek gözden geçiriliyor, ardından ihtiyacı gidermek için gereken yönlendirmeler yapılıyordu. Zaman zaman başsağlığı dilemek ve yardımda bulunmak için komşu il, bölge ve ülkelerden de gelen misafirler oluyordu. Her gün akşam Valimizin başkanlığında toplanan kurum amirleri günü değerlendiriyor ve bir sonraki gün için yapılması gereken hususları kararlaştırıyordu. Şahsen ben birkaç gün gittim oraya, ondan sonra başka yerlerdeki görevlerime devam ettim fakat yapılacak işlerin bu merkezden yönlendirilmesi ve Valimizin başkanlığında devam eden toplantılar epey zaman devam etti. Depreme dayanıklı yapılan bu büyük merkezin bir tarafında kalabalık bir insan topluluğu da kalıyordu aynı zamanda.
İlk gün akşam saat 21.00 gibi “eve” gitmek üzere oradan
ayrıldım. Arabaya binip ev tarafına doğru hareket edince, akşama kadar
çalışmanın verdiği yorgunlukla, farkına varmadan, içimden “şimdi eve varır,
üst baş değişikliği yaptıktan sonra abdestimi alır, namazı kılar ve çayımı
içerek dinlenirim” gibi bir düşünce geçiyordu. Giderken yolun sağı ve
solunda silüetleri görünen binaların -neredeyse- hiçbirinin ışıkları yanmıyor
ve ortalık her zamankine göre daha karanlıktı. Mahalleye vardığımda, bizim
sitede ışıkların yanmadığını görünce hatırladım o anda girebilecek bir evimizin
olmadığını ve ailemin arabada kaldığını. Kaldığımız sitede hiçbir hareket, ses,
gelen-giden yoktu. Dün buralarda koşuşturan, gülüşen, konuşanlardan hiç eser
yok. Sanki burası hep böyleydi ve sanki yaşayan hiç olmadı burada… Ne gelen var
ne giden ne bir ses ne de seda.
O gece arabada kalacaktık, nitekim öyle yaptık. Meğer bir koltukta
oturmak, evinde çoluk çocuğunla bir araya gelip çay yudumlamak, rahatça bir
kanepeye uzanabilmek, uyku vaktinde yatağında uyuyabilmek gibi her zaman
yaptığımız basit bazı şeyler ne büyük nimetmiş, böyle ailece daracık bir
arabada kalınca anlıyor insan. Demek ki mecbur kalınca bir arabanın içi de bir
dairenin görevini görebiliyor ve o kadar insanı bağrına basıyor. Ancak gecenin
ilerleyen saatlerinde bu daracık ortamda ailece devam etmenin zor olduğunu
anlayınca kalabileceğimiz birkaç cami veya Kur’an kursuna baktık fakat her
taraf insanlarla tıklım tıklım dolu ve herkes kendine bir mekân edinmiş, adeta
dip dibe kalıyordu. Nihayet o gece bir caminin küçük olan imam odasında her
birimiz bir köşede uyuyup kalmışız.
Sabah namazı vaktinde abdest alacak su yok. Allah’tan caminin
kuyusu var, onun suyu ile abdest almaya çalışıyoruz. O da yerin altından
bulanık ve çamurlu geliyor ve herkesin eline az bir miktar ancak geçebiliyor.
Elini musluğun altına tutarak abdest almanın ne kadar büyük zenginlik olduğunu
anlıyorum. Kahvaltımızı gelen yardımlar arasından elimize geçen bir şeylerle
yapıyoruz ve öncelikle dünden beri çalışan arabamızın bitmeye yüz tutmuş
yakıtını ikmal etmeye çalışıyoruz. Maalesef şehirde yakıt bulmak mesele. Epey
aradıktan sonra takriben 20 km ötede bir yerde yakıt olduğunu öğrenerek oraya
gidiyoruz. Orada bizden önce gidenlerin oluşturduğu uzun kuyruğun bitmesi için
saatlerce bekledikten sonra arabamıza yakıt alabiliyoruz. Gerçi bu problem kısa
sürede halledildi hamdolsun, sonraki günlerde bu konuda bir problem yaşamadık.
İslâhiye
İkinci günü akşama doğru, önceki görev yerim, Gaziantep’in ilçesi
olan İslahiye’ye gittik ancak yollardaki büyük yarık ve problemlerden dolayı
normal yolundan değil, Kilis üzerinden dolanarak gidebildik.
İslâhiye gerçekten perişan olmuş…
İlçenin çok iyi bildiğimiz cadde ve sokakları tanınmaz hale gelmiş.
Gidebilenlerin büyük bir kısmı çekip gitmiş ondan dolayı ilçede derin bir
sessizlik hâkim. Bir taraftan hava karardığı halde cesetler defnediliyor, biz
de bir-iki cenaze namazına katılıp yardımcı olmaya çalışıyoruz. Diğer taraftan
insanlar, dışarıda etrafına battaniye, muşamba vs. gerdirerek oluşturdukları
geçici barınaklarda kalıyor. Orta yerde yaktıkları ateşlerle bir nebze olsun
ısınırken, ateşten çıkan is ve dumanlar da gözleri yakıyor, üstlerine sinip
kalıyor. İlimize yardım dağıtmak için dışarıdan gelen misafirlerimizle beraber
gecenin o saatinde insanların kaldığı yerleri gezip, acılarını paylaşmaya,
onları teselli etmeye çalışırken, zaman zaman enkazlardan gelen inilti ve
sesleri duyup onlarla ilgilenmeye çalışıyoruz.
Şehrin içine doğru dalarak müsait olan herkesle konuşuyor,
dertleşiyor acılarını paylaşıyor, varsa çözebileceğimiz problemleri gidermeye
çalışıyoruz. Derken önceki yıllarda görev yaptığımız mekâna geliyoruz. Deprem
sabahının erken saatlerinde yıkıldı haberini aldığım binamızın önüne
gelince içim paramparça oluyor. Beş katlı binanın bütün katları birbirine
yapışmış vaziyette yıkılmış, yerle bir olmuş, beraber çalıştığımız arkadaşlar
aileleriyle beraber göçüp gitmişler. Onların güler yüzleri geliyor gözlerimin
önüne, sesleri kulaklarımda çınlıyor, her biri kardeş gibi yakın olan bu güzel
insanlardan birkaç tanesi ile daha 2-3 gün önce görüşmüş, konuşmuş, muhabbet
etmiştik. Nereden bilecektik onun son görüşmemiz olacağını… Zaten bunu bilerek
yaşasaydı insan böyle mi olurdu dünya.
Arama-kurtarma çalışmaları son derece titiz ve hassas bir şekilde
yürütülüyor çünkü durum çok nazik. Tabi bu da zaman alıyor ve yavaş
ilerleyebiliyorsunuz. Bazen öyle bir hale geliyor ki nefesinizi bile kesmek
durumunda kalıyorsunuz. Nasıl da zor bir durum ya Rabbi…Yıkılmış devasa
yığınların altında zavallı insanlar. İlk etapta ölen, gidip kurtulmuş aslında
ama hayatta olup her şeyin farkında olan fakat hiçbir tarafa hareket edemeyen o
dev kütle altında nefes alıp vermeye çalışanların işi ne kadar da zor ya Rabbi…
ve imkânı olmadığı için hiçbir şey yapamadan başında bekleyen bizlerin halet-i
ruhiyesini ifade edecek kelime gerçekten yok henüz. Burada o gün için getirilen
battaniye ve bazı ihtiyaç malzemelerini dağıttıktan sonra karışık duygu,
düşünce ve hisler içerisinde Nurdağı’na doğru hareket ediyoruz.
Nurdağı
Gecenin ilerleyen saatlerinde geldiğimiz Nurdağı’nda da manzara
aslında İslahiye’den farklı değildi, hatta burası çok daha vahim. Burada da
neredeyse yıkılmayan bina kalmamış, insanlar gecenin soğuğunda, dışarıda belli
yerlerde yaktıkları ateşlerin başında ısınmaya çalışıyor ama geç saat olunca
çok da fazla kimse yok ortalıkta. Ancak daha önce gördüğüm bildiğim şehri
tanımakta zorluk çekiyorum gerçekten. Her taraf yıkılmış, harap olmuş
vaziyette. Burada da uğrayabildiğimiz birkaç yere uğrayıp belli eşyaları
bıraktıktan sonra Antep’e doğru hareket ediyoruz.
Bir sonraki gün ne yapacağımız, nasıl hareket edeceğimiz artık
biraz daha netlik kazanıyor. Kurum binamızın girişinde, kapılara yakın yerlerde
oluşturduğumuz küçük bürolarda işlerimizi yapmaya devam ediyoruz. Antep
merkezde fazla bir hasarın olmaması her açıdan işlerimizi kolaylaştırıyor.
Depremin ilk gününden itibaren gelen kurum yetkililerimiz ve diğer yetkililer
hem bizleri yalnız bırakmıyor hem de burayı merkeze edinerek, buradan
Kahramanmaraş, Hatay, İslâhiye ve Nurdağı’na ziyaret ve kontrollerini yapıyor,
geri dönerek kalmak için tekrar Antep’e geliyordu. Oralara taşınması gereken
eşyalar da ihtiyaç olması durumunda buradan naklediliyor. Bu durum bahsi geçen
yerlerin daha çabuk ayağa kalkmasına sebep oluyor tabi. Artık ilimizdeki her
birim de giderek, ilk günün acemiliğini üzerinden atarak işlerini daha sağlam
ve süratli yapmaya başlıyor. Tabi bu olağanüstü durumun biterek işlerin normale
dönmesi belki de ayları bulacak.
Adıyaman
Depremden sonraki dördüncü gün ailece, sonra birkaç gün kalacağımız
bir Kur’an kursuna yerleştik. Burası bir binanın giriş katıydı yani herhangi
bir acil durumda rahat bir şekilde dışarıya kaçma imkânımız var. Tabi işlerin
yoğunluğundan dolayı, yakın olmasına rağmen, memleketim Adıyaman’a neredeyse
bir hafta sonra gidebildim, gerçi hakkında haberleri her an alıyordum ama daha
görmemiştim. Depremin şiddetle sarstığı yerlerden biri de burası olduğundan
merak ediyordum. Gittiğimiz yolların bazı yerlerindeki deprem izleri, yapılan
yama ve tamirlerle büyük ölçüde giderilmiş, seyahatimize engel olacak ciddi bir
durum yok hamdolsun. Dolayısıyla herhangi bir problemle karşılaşmadan varıyoruz
Adıyaman’a.
Acı Gerçekten Yaman Olmuş
Şehrin girişine vardığımızda giderek manzara değişiyor ve bambaşka
bir gerçeklik çıkıyordu karşımıza. Daha önce akrabalarımızdan olayın vahametini
duymuştum ama ilerledikçe gördüğüm manzara karşısında bir daha tekrarladım o
meşhur Arapça cümleyi: Leys’el Haberu ke’l Ayan/Duymak hiçbir zaman görmek
gibi değildir. Vaziyet içler acısıydı… Yıkılmış, yollara devrilmiş, tek bir
tarafı üzerine yan durmuş, her katı preslenerek yerlere yapışmış binalar… Her
tarafta enkaz yığınları… Terk edilmiş güvenli siteler, yıkılmış duvarlardan
sarkan perdeler hafif esen rüzgarla dışarıya doğru sallanıp duruyor… İçeriden
görünen kaliteli marka mobilyalar, beyaz eşyalar vs vs… Bir zamanlar hayatın
canlı canlı yaşandığı, çocukların cıvıl cıvıl koşuşturduğu bu mekanlarda şimdi
ne bir ses ne bir seda. Ortamda öyle bir sessizlik hâkim, sanki yıllardan beri
burada kimseler yaşamıyordu. Şehir yıldırım çarpmışa dönmüş, acı gerçekten
yaman olmuş… Normal zamanlarda şehrin içinden 15-20 dakikada geçtiğimiz yolu
ancak 3-4 saatte geçebiliyoruz. Köye vardığımızda hava kararmış ve akşam ezanı
okunuyordu.
Şehir merkezinde evleri yıkılan akrabaların her biri bir taraflara
gitmiş ama büyük kısmı köye gelmişler. Burada da epey yıkılan ev olduğu için
kalma yeri anlamında ciddi problem yaşanıyor. Evi yıkılan amcam enkazda kalıp
vefat etmiş, o ve şehir merkezinde vefat akrabalarla beraber on bir tane yakınımız
ahirete göçmüş. Gittiğimiz gün iki tanesi defnedilmişti, vardığımız saatlerde
de şehir merkezindeki enkazdan çıkarılan iki tanesinin cenazesi köye
getiriliyordu. Millet gelecek cenazeleri defnetmek için hazırlanıyordu. Hava
soğuk, insanlar düşünceli, yorgun, üzgün, dalgın ve ne yapacaklarını, nereden
başlayacaklarını bilemez vaziyette. Adıyaman’ın sahipsiz kaldığını, acı ve
problemlerinin yeterince gündeme getirilmediğinden yakınıyorlar ve şehrin yeni
adını koymuşlar: ACIYAMAN.
İçlerinde emekliler, garibanlar var, yıllarca çalıştıktan sonra zar
zor aldıkları evleri eşyalarıyla beraber yıkılıp gitmiş, nasıl yapacak, tekrar
yeniden bir hayat kurmak gerçekten kolay değil ama her şeye rağmen hayata
tutunmaya çalışıyorlar. Gerek dışarıdan getirenler ve gerekse buradakilerin
kendi aralarında olağanüstü bir yardımlaşma ve dayanışma var. Bu süreçte görüp
yaşadıklarımdan dolayı aşağıdaki mısraları bir çırpıda kaleme almışım. Allah
bir daha bizlere bu tarz şiirler yazdırmasın:
D
E P R
E M
Yıl, iki bin Yirmi Üç…
Altı Şubat, sıfır dört, on yedi,
Yer- gök
binlerin feryadı ile inledi.
Merkez üssü Pazarcık’ta olan bir
deprem,
Ardından mateme boğuldu cümle âlem.
Yerle bir etti vurdu, Elbistan,
Maraş’ı,
Masumların inlemesi titretti Arş’ı.
Önce imdat çığlıkları, sonra inlemeler ve… Sükût,
Gel ey gönül, varsa imkân, sen bu feryatları unut.
Genç-ihtiyar, kadın-erkek, çocuk-bebek,
Düştüler, toprağın kara bağrına tek tek.
Hüseyin, Ali, Cumali, Fatih, İdris,
Umut ve Nuriler,
Daha binlerce fidan, şehadet
şerbetini içtiler.
Gitti uykudaki iniltileriyle elli bin CAN,
Gel de iman olmadan, bu acıya dayan.
Seferber oldu, yediden yetmişe herkes,
Bulunur mu acaba daha tükenmedik bir nefes.
Ana kucağı gibi sahi, topraktan mezarlar,
Konuşmaz, ebedi dargınlar yan yana yatarlar.
Sun’i sınırlarını tanımadı beşerin,
vurdu Suriye’ye,
Düşürdü firkat ateşini, bölgedeki her haneye.
Öyle bir ateş ki; yaktı geçti evi-otağı,
Silindi haritadan İslâhiye ve Nurdağı.
Yıkıldı gitti, barış ve huzurun kenti Adıyaman,
Binlerce yıllık tarihi eserleri oldu yerlerde viran.
Yıktı beni, metruk meskenlerin hali, ey Vadi’ul-Eman,
Düğümlendi nefesim, yutkunamadım, ah Adıyaman.
Hani Ulu Cami, Karakuş Tümülüsü, eski Kâhta kalesi,
Bu acıda senden geri kalmadı Gölbaşı, Kâhta, Besni.
Ey her tarafı tarih kokan, medeniyetin beşiği şehir,
Cenaze mi kesildin? Kalk hele bana ses ver.
Seninle aynı kaderi paylaştı Osmaniye, Hatay,
Sağlam bir şey bırakmadı yerde bu meş’um fay.
Neylersin ki; dünya bu, emir Allah’ın,
Müminsen boşa gitmez bu çektiğin ve ahın.
Önümüzde büyük deprem, o gün ‘ma leha’ diyecek insan,
Gel, fırsat eldeyken tedbirini al, Rabbini an.
Allah bir daha yaşatmasın Hocam. Emeğinize sağlık.
YanıtlaSil