12 Kasım 2024 Salı

Görmek Duymak Gibi Değildir Semerkand-Buhara Gezi Notları

GÖRMEK DUYMAK GİBİ DEĞİLDİR

SEMERKAND-BUHARA GEZİ NOTLARI

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ

Matüridîlerin, Semerkandilerin, Buharilerin, Nesefilerin doğduğu ve yaşadığı tarihî şehirler. Samanilere, Karahanlılara, Timurlulara, Şeybanilere ve en son Buhara Hanlığına başkentlik yapmış, bugün Özbekistan’ın iki parlayan iki yıldızı, ilim ve kültür merkezi, ulema yatağı, dünya şehirlerinin muhteşem ikizi.

Bu yıl 27. Kelam Anabilim Dalları Koordinasyon toplantısı ve İmam Matüridî Sempozyumu Iğdır İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Yıldız MUSAHAN beyefendinin girişim ve katkılarıyla 29 Eylül-7 Ekim 2024 tarihinde Semerkand ve Buhara’da yapıldı. Böylece kelam ailesi bir ilk olarak yurt dışındaki ilk gezi/toplantısını İslam ilim ve kültürünün en önemli merkezlerinden Semerkand ve Buhara’da gerçekleştirmiş oldu.

Gezi ve toplantı birlikte olunca belli bir sıkışıklığın olması kaçınılmazdı. İki yüz kişiye yakın katılımcının bulunduğu bir gezinin sorunsuz olması da beklenmezdi. Ama Allah’a şükür ne çok fazla sıkışık bir durum ne de büyük olumsuzluklar oldu. Hayatın doğal akışı içinde yaşanan küçük olumsuzluklar ise herkesin beklediği ve hazmedeceği türden olduğu için bir sorun olarak algılanmadı. Bu konuda özveriyle çalışan, herkese sabırla ve içtenlikle yaklaşımda bulunan organizatörümüz Ali Asgarhan KASIMOV kardeşimize içten teşekkür ederiz.

SEMERKAND

Programımızın ilk ayağı Semerkand idi. Bugün Özbekistan’ın ulu şehri, dünyanın incisi, tarihin ve kültürün en güzel mirası, her dönemde ilim merkezi ulema makarrı olmuş nadide kentlerden biri.

İkinci defa gittim, ama ilk gitmiş gibi oldum. Epey eksikler kaldı, öyle görünüyor ki tamamlamak birkaç kez daha gitmem gerekecek. Semerkand sadece bir şehir değil, bir medreseler, külliyeler, türbeler diyarı, birçok milletin katkısıyla oluşmuş devasa bir kültür yumağı, eşsiz görsellerinin gözleri hayran bıraktığı, gönülleri kendine çektiği mimarî sanatın cenneti, tarihten bugüne akan insanlık mirası ırmağı…

Kimler uğramamış ki bu şehre? Büyük istilacı İskender’den Çinlilere, Himyerilerden Göktürklere herkes buraya bir şekilde gelmiş, kalmış, yönetmiş, etkisini ve eserlerini bırakmış, insan unsuruna eklemelerde bulunmuş. Buranın en eski halkı Sogdiler olarak bilinir. Öyle görünüyor ki şehir isimleri onlardan kalma. “Kent” kelimesinin o dilden Türkçeye geçtiğini bir yerde okumuştum. Semerkand’ın sonundaki Kand eki de kent olsa gerek. Müslümanların gelmesiyle burası İslamlaşmış. Her milletten müslümanların katkısıyla İslam medeniyeti iliklerine kadar işlemiş, en derinlere kök salmış ve hala köklü varlığını sürdürmekte.

Semerkand önlerinde şehit düşen Hz. Peygamberin amcazadesi Kusem b. Abbas buraya damga vuran İslam erlerinin başında geliyor. Şah-ı Zinde kabristanı adeta onun etrafında oluşmuş bir türbeler ormanı. İstanbul’daki Ebu Eyyûb el-Ensarî’nin etrafında oluşan Eyüp Sultan türbeler ve kabirler deryasına ne çok benziyor. Ölen hatırlı ve itibarlı kişilerin buraya defnedilmesi tepenin her yanını sanat şahaseri türbeler cennetine dönüştürmüş. Orayı gezerken hem orada metfun bulunanların esintisi olan manevi havayı hem de sanatın göze yansıyan güzelliklerini birlikte teneffüs ediyor insan.

Semerkand’a gidiş amacımız, daha doğrusu bizi oraya çeken büyük değer İmam Ebû Mansur el-Mâtürîdî idi. Onu büyük kılan da hem Hanefi kelam geleneğine hem de fıkıh anlayışına getirdiği büyük yenilik. Semerkand ulemasının özelikle Ebu’l-Yüsr Pezdevî ve Ebü’l-Muin Nesefî’nin etkisi ve gayretiyle onun ilim mirası bugüne kadar ulaşmış ve hala canlılığını sürdürmektedir. Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te Adına kurulan Mâtürîdî Enstitüsü bunun somut yansımasıdır.  Ders verdiği bu iklimin esintisini duymak, toprağına ayak basmak, sokaklarında gezinmek, medreselerinde ilmin havasını solumak ve ruhumuzda hissetmek için yitiğini arayan gözler misali dolaştık ve o günleri hayal ettik: Etrafına toplanan öğrencilerine Kur’an’ın şaheser tefsiri Te’vîlâtü’l-Kur’an’ı takrir edişini, büyük kelam eseri Kitabü’t-tevhîd’i okutuşunu ve Karmatî Batınîlerle mücadelesini zihnimizin bir köşesinde yaşıyor gibi canlandırdık. Zamanla kaybolmuş olan ve büyük uğraşlarla bulunan mezarına uğradık, duamızı ettik, ilme ve medeniyete yaptığı büyük katkısını konuştuk. Tabi ki orada ömrünü İmam Matüridi’nin mirasına adamış ve harcamış büyük kelam üstadı merhum hocamız Bekir Topaloğlu’nu da andık.

Ahmet Saim Kılavuz hocamızın verdiği bilgiye göre Özbekistan’ın bağımsızlığından sonra içlerinde merhum Bekir Topaloğlu ve Hayrettin Karaman hocalarımızın da bulunduğu seçkin bir grupla gerçekleşen gezi sırasında bölgeyi bilen bir zatın yer göstermesiyle mezar yeri tespiti yapılmış. Tespit edilen yer Mâtürîdî başta olmak üzere Ebu’l-Leys es-Semerkandî ve Merginanî gibi ulema sınıfından insanların naaşlarının defnedildiği Çakardize kabristanı. Maalesef mezarlık Rus işgali sırasında Yahudilere iskân yeri olarak tahsis edilmiş. Zaten Üstadın kabri de bir Yahudi hanımın evinin avlusunda bulunmaktaymış. Bu seçkin grup Türkiye’de girişimde bulunarak evi Yahudi sahibesinden satın almışlar, daha sonra buraya Özbekistan hükümeti tarafından güzel ve görkemli bir türbe inşa edilmiş.

Semerkand’ın en güzel ve göz alıcı yerlerinden biri Registan meydanı. Sizlere “Semerkand’a gidin ve sadece o meydanı görün” desek abartılı ve yanlış bir şey söylemiş olmayız. Üç muazzam ve muhteşem medresenin bir meydanda kafa kafaya buluşma yeri Registan meydanı. Bir Timurlu mimari üçlemesi. Göze ve gönle hitabeden, üç medreseden oluşan bir ilim ve kültür hazinesi. Bu üçlemenin bir benzerini Buhara’da da gördük. Aynı usul, aynı tarz, biraz daha küçük misali. Ana oğul yaptırmışlar, güzel bir eser olarak ortaya koymuşlar. O meydanın ismini unuttum ama medrese üçlemesini zihnime nakşettim. Belki de bu unutmam, hatırlamam için bir daha gitmeme vesile olacak inşallah.

Semerkand’dan en çok aklımda kalan akşamın kurşuni karanlığında Registan meydanında yapılan ışık gösterisiydi. Tarihten bugüne akıp gelen mirası adeta bir ışık ırmağı ve şelalesiyle gözlerimize akıttılar. Gözümüz de gönlümüz de doya doya içti. Kandık elhamdülillah.

Semerkand’ın ilk camisi olan Hızır mescidi ve Hatuniye medresesi de adeta birbirini kollarcasına iki karşı tepesinin üzerinde birbirine mukabil konumlandırılmışlar. Birisi tarihi derinliğiyle diğeri heybetiyle göz dolduruyor. Özbekistan’ın ilk cumhurbaşkanı İslam Kerimov da gözü oraya düşmüş olacak ki, mezarını Hızır Mescidinin avlusuna yapmışlar.

Program içinde bir günümüzü de sempozyuma ayırdık, Matüridî’yi andık, kelam ilminin dününü bugününü konuştuk. Bir günlük süre içinde özet mahiyetinde birçok bildiri sunulmaya çalışıldı. Başarıldı da sayılır. İçeriklerini tam olarak yayınlandığında göreceğiz inşallah…

BUHARA

Buhara’ya giderken büyük hadis üstadı İmam Buharî’yi ziyaret etmemek olmazdı. Kelamcıyız ama Ehl-i Hadise saygılıyız. Neticede her ikisi de aynı ırmağın delta içinde ayrılan kollarıydı ve aynı denize dökülüyordu. Hele bir de Ehl-i Hadisin en fakihi, kelam çizgisine en yakın ve yakışanıydı İmam Buharî. O da çok çekmişti mutaassıp ve hazımsızlardan. Zaten sürgün gibi çıktığı yolculuğun yarısında vefat etmişti. Uğradık kabrine ama uzaktan seyredebildik. Etrafında devasa bir külliye inşa edildiği için, her tarafı şantiye alanı olmuştu. Uzaktan Fatihalarımızı okuduk ve yolumuza revan olduk. Ben şanslıydım ilk gidişimde inşaat yoktu ve ziyaret etmiştim. Bu halini görünce “Keşke ilk gördüğüm yemyeşil bahçe içindeki sade haliyle kalsaydı” dedim.

Gücdüvan’ın kenarında geçerek Buhara’ya ulaştık. İlk gittiğimde Buhara’nın merkezinde küçük ama şirin bir otelde kalmış ve dünyanın en uzun minarelerinden olan Kelan Minaresinin yanındaki Kelan Mescidinde teravih namazı kılma bahtiyarlığına ermiştik. Bu gidişimde ise bir başka bahtiyarlık Şah-ı Nakşibendi’nin külliyesinin karşısında bir otelde kalmak oldu. Sabah ve akşam da olsa Özbek kardeşlerimizle namaz kılmak bahtiyarlığına erdik.

Buhara’da bendenizi en çok etkileyen Gücdüvanî külliyesinde kıldığımız Cuma namazıydı. Sonbaharın hafif güneşi altında namazı kıldıran imam dahil herkesin açık alanda olduğu ortamda Cuma namazı kılmak muhteşemdi. Sahrada büyük bir namazgahta Cuma kılmanın güzel bir örneğiydi, bir namazgah geleneğiydi. Namazdan önce vaizin etkili ve sade bir vaazını dinledik. Söylediklerinin hepsini anlamadım ama yanımda oturan Özbek kardeşlerimin dikkatle ve can kulağıyla dinleyişleri bu tespitimi doğruluyordu.

Buhara’da son akşam yemeğimiz çok özel bir mekandaydı: Divanbey Medresesi. Yemek adeta bir kültür ve medeniyet dersine dönüştü. Tarihten bugüne canlı Özbek giysileri sergilendi. Medrese eski bir çarşının orta yerindeydi. Özbeklerin yiyecekleri içecekleri çok güzeldi ama orada bir Türk kahvesi de iyi giderdi. İşte bu özlemimiz gerçekleşti ve çarşının çayhanesinde kupa içinde bir Türk kahvesi içmek nasip oldu. Bizdeki kahvehane yerine onlar çayhane ismini kullanıyorlar.

Buhara’da iki özel yapıyı görmemiz biraz eksik kaldı. Birisi Kelan Mescidi diğeri ise Mir Arap Medresesi. Özbekçe “kelan”, “ulu” anlamına geliyormuş. Aslında bizdeki “ulucami” kavramının karşılığı. Oldukça geniş bir cami ve zirvesine bakıldığında baştaki şapkayı düşürecek yükseklikte devasa minaresi. Menkibeye göre büyük istilacı Cengiz bu minarenin yüksekliğine bakarken başındaki şapka yere düşmüş, almak için eğildiğinde askerler onun minare karşısında rükûa vardığını düşünüp hepsi birden secdeye kapanmışlar. Bunun üzerine Cengiz minareyi yıktırmaktan vazgeçmiş.

İkinci büyük eser ise Kelan Mescidinin hemen karşısında yer alan Mir Arap medresesi. İlk gittiğimde gezmek nasip olmuştu. Medrese dışardan bakıldığında iki kat gibi ama içine girildiğinde dört kat hücrelerden oluşan devasa bir külliye. Burasının en büyük özelliği Komünist Sovyetler zamanında 1945’ten itibaren dini eğitime açılmış olması. Uzun yıllar Sovyetlerin yegâne açık dini eğitim kurumu özelliği taşımış. Ülkenin her tarafından gelen öğrenciler burada eğitim alıp ülkelerine dönmüşler. Bursa Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun olan ve bu medresede hocalık yapan Narzillo Ahmedov adlı bir öğrencimizle orada karşılaşmak bizi ziyadesiyle memnun ve mesrur etti.

BUHARA-SEMERKANT’IN ANADOLU’YLA İRTİBATI

Her ne kadar Anadolu’daki Buharîler ve Semerkandîler daha çok ise de zaman zaman Anadolu’dan oraya gidip ilim öğrenen, oraların ilim ve kültür hayatına renk katan mümtaz şahsiyetler olmamış değil.

Bunlardan biri Bursa’dan kalkıp ilim öğrenmek için Semerkand’a giden Kadızade Rumî. İkincisi ise Malatya’dan Buhara’ya gidip orada Hacegan yolunu tesis eden Abdulhalik Gücdüvanî.

Kadızade Rumî belki de memleketi Bursa’ya Semerkant ilim havzasının ilim ve kültür birimini getirmek için gitmiş olsa gerek. Ancak Semerkand onu adeta büyülemiş, kuşatmış ve o da orada kalmış. Sadeddîn Taftazanî, Seyyid Şerif Cürcani, Uluğ Bey gibi isimlerin bulunduğu ve yaşadığı ilim havzasını bırakmak o kadar da kolay olmasa gerek. Emir Timur’un kurduğu muazzam cihan devletinin de önemli bir çekim gücü oluşturduğu aşikâr. Belki de onun arzusunu büyük alim Ali Kuşçu yerine getirmiş. Sultan Fatih zamanında oralardan gelerek Osmanlı ilim havzasına ve medrese geleneğine eşsiz katkılarda bulunmuş.

Gücdüvanî’nin Buhara’da oluşturduğu irfan iklimi Şahı Nakşibend gibi bir tasavvuf büyüğünün ve çizgisinin oluşumun sağlamış, yetiştirdiği müritler vasıtasıyla Hacegân yolu ve Nakşi kolu Anadolu’ya ulaşmış.

Son olarak başta Bursa’nın sultanı Emir Sultan el-Buharî olmak üzere hemen her Anadolu şehrinde bir Buharî ve Semerkandî türbesi görmek mümkündür. Bu da Semerkand-Buhara ile Bursa, Kayseri, Sivas, Konya, Bolu gibi Anadolu kentlerinin ne kadar iç içe bulunduğu ve tarihî kardeşliğe sahip oldukları gerçeğini bize bildirir, vesselam…

10 Cemaziyelevvel 1446 / 12 Kasım 2024


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar