GÖRMEK DUYMAK
GİBİ DEĞİLDİR
SEMERKAND-BUHARA GEZİ NOTLARI
Prof. Dr. Cağfer
KARADAŞ
Matüridîlerin, Semerkandilerin, Buharilerin, Nesefilerin doğduğu ve yaşadığı tarihî şehirler. Samanilere, Karahanlılara, Timurlulara, Şeybanilere ve en son Buhara Hanlığına başkentlik yapmış, bugün Özbekistan’ın iki parlayan iki yıldızı, ilim ve kültür merkezi, ulema yatağı, dünya şehirlerinin muhteşem ikizi.
Bu yıl 27. Kelam Anabilim Dalları Koordinasyon toplantısı ve İmam
Matüridî Sempozyumu Iğdır İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Yıldız MUSAHAN
beyefendinin girişim ve katkılarıyla 29 Eylül-7 Ekim 2024 tarihinde Semerkand
ve Buhara’da yapıldı. Böylece kelam ailesi bir ilk olarak yurt dışındaki ilk
gezi/toplantısını İslam ilim ve kültürünün en önemli merkezlerinden Semerkand
ve Buhara’da gerçekleştirmiş oldu.
Gezi ve toplantı birlikte olunca belli bir sıkışıklığın olması
kaçınılmazdı. İki yüz kişiye yakın katılımcının bulunduğu bir gezinin sorunsuz
olması da beklenmezdi. Ama Allah’a şükür ne çok fazla sıkışık bir durum ne de
büyük olumsuzluklar oldu. Hayatın doğal akışı içinde yaşanan küçük
olumsuzluklar ise herkesin beklediği ve hazmedeceği türden olduğu için bir
sorun olarak algılanmadı. Bu konuda özveriyle çalışan, herkese sabırla ve
içtenlikle yaklaşımda bulunan organizatörümüz Ali Asgarhan KASIMOV kardeşimize
içten teşekkür ederiz.
SEMERKAND
Programımızın ilk ayağı Semerkand idi. Bugün Özbekistan’ın ulu
şehri, dünyanın incisi, tarihin ve kültürün en güzel mirası, her dönemde ilim
merkezi ulema makarrı olmuş nadide kentlerden biri.
İkinci defa gittim, ama ilk gitmiş gibi oldum. Epey eksikler kaldı,
öyle görünüyor ki tamamlamak birkaç kez daha gitmem gerekecek. Semerkand sadece
bir şehir değil, bir medreseler, külliyeler, türbeler diyarı, birçok milletin
katkısıyla oluşmuş devasa bir kültür yumağı, eşsiz görsellerinin gözleri hayran
bıraktığı, gönülleri kendine çektiği mimarî sanatın cenneti, tarihten bugüne
akan insanlık mirası ırmağı…
Kimler uğramamış ki bu şehre? Büyük istilacı İskender’den
Çinlilere, Himyerilerden Göktürklere herkes buraya bir şekilde gelmiş, kalmış, yönetmiş,
etkisini ve eserlerini bırakmış, insan unsuruna eklemelerde bulunmuş. Buranın en
eski halkı Sogdiler olarak bilinir. Öyle görünüyor ki şehir isimleri onlardan
kalma. “Kent” kelimesinin o dilden Türkçeye geçtiğini bir yerde okumuştum.
Semerkand’ın sonundaki Kand eki de kent olsa gerek. Müslümanların gelmesiyle
burası İslamlaşmış. Her milletten müslümanların katkısıyla İslam medeniyeti
iliklerine kadar işlemiş, en derinlere kök salmış ve hala köklü varlığını
sürdürmekte.
Semerkand önlerinde şehit düşen Hz. Peygamberin amcazadesi Kusem b.
Abbas buraya damga vuran İslam erlerinin başında geliyor. Şah-ı Zinde
kabristanı adeta onun etrafında oluşmuş bir türbeler ormanı. İstanbul’daki Ebu
Eyyûb el-Ensarî’nin etrafında oluşan Eyüp Sultan türbeler ve kabirler deryasına
ne çok benziyor. Ölen hatırlı ve itibarlı kişilerin buraya defnedilmesi tepenin
her yanını sanat şahaseri türbeler cennetine dönüştürmüş. Orayı gezerken hem
orada metfun bulunanların esintisi olan manevi havayı hem de sanatın göze
yansıyan güzelliklerini birlikte teneffüs ediyor insan.
Semerkand’a gidiş amacımız, daha doğrusu bizi oraya çeken büyük
değer İmam Ebû Mansur el-Mâtürîdî idi. Onu büyük kılan da hem Hanefi kelam
geleneğine hem de fıkıh anlayışına getirdiği büyük yenilik. Semerkand
ulemasının özelikle Ebu’l-Yüsr Pezdevî ve Ebü’l-Muin Nesefî’nin etkisi ve
gayretiyle onun ilim mirası bugüne kadar ulaşmış ve hala canlılığını
sürdürmektedir. Özbekistan’ın başkenti Taşkent’te Adına kurulan Mâtürîdî
Enstitüsü bunun somut yansımasıdır. Ders
verdiği bu iklimin esintisini duymak, toprağına ayak basmak, sokaklarında
gezinmek, medreselerinde ilmin havasını solumak ve ruhumuzda hissetmek için
yitiğini arayan gözler misali dolaştık ve o günleri hayal ettik: Etrafına toplanan
öğrencilerine Kur’an’ın şaheser tefsiri Te’vîlâtü’l-Kur’an’ı takrir edişini,
büyük kelam eseri Kitabü’t-tevhîd’i okutuşunu ve Karmatî Batınîlerle
mücadelesini zihnimizin bir köşesinde yaşıyor gibi canlandırdık. Zamanla
kaybolmuş olan ve büyük uğraşlarla bulunan mezarına uğradık, duamızı ettik,
ilme ve medeniyete yaptığı büyük katkısını konuştuk. Tabi ki orada ömrünü İmam
Matüridi’nin mirasına adamış ve harcamış büyük kelam üstadı merhum hocamız Bekir
Topaloğlu’nu da andık.
Ahmet Saim Kılavuz hocamızın verdiği bilgiye göre Özbekistan’ın
bağımsızlığından sonra içlerinde merhum Bekir Topaloğlu ve Hayrettin Karaman
hocalarımızın da bulunduğu seçkin bir grupla gerçekleşen gezi sırasında bölgeyi
bilen bir zatın yer göstermesiyle mezar yeri tespiti yapılmış. Tespit edilen
yer Mâtürîdî başta olmak üzere Ebu’l-Leys es-Semerkandî ve Merginanî gibi ulema
sınıfından insanların naaşlarının defnedildiği Çakardize kabristanı. Maalesef
mezarlık Rus işgali sırasında Yahudilere iskân yeri olarak tahsis edilmiş.
Zaten Üstadın kabri de bir Yahudi hanımın evinin avlusunda bulunmaktaymış. Bu
seçkin grup Türkiye’de girişimde bulunarak evi Yahudi sahibesinden satın
almışlar, daha sonra buraya Özbekistan hükümeti tarafından güzel ve görkemli
bir türbe inşa edilmiş.
Semerkand’ın en güzel ve göz alıcı yerlerinden biri Registan
meydanı. Sizlere “Semerkand’a gidin ve sadece o meydanı görün” desek abartılı
ve yanlış bir şey söylemiş olmayız. Üç muazzam ve muhteşem medresenin bir
meydanda kafa kafaya buluşma yeri Registan meydanı. Bir Timurlu mimari
üçlemesi. Göze ve gönle hitabeden, üç medreseden oluşan bir ilim ve kültür
hazinesi. Bu üçlemenin bir benzerini Buhara’da da gördük. Aynı usul, aynı tarz,
biraz daha küçük misali. Ana oğul yaptırmışlar, güzel bir eser olarak ortaya
koymuşlar. O meydanın ismini unuttum ama medrese üçlemesini zihnime nakşettim.
Belki de bu unutmam, hatırlamam için bir daha gitmeme vesile olacak inşallah.
Semerkand’dan en çok aklımda kalan akşamın kurşuni karanlığında Registan
meydanında yapılan ışık gösterisiydi. Tarihten bugüne akıp gelen mirası adeta
bir ışık ırmağı ve şelalesiyle gözlerimize akıttılar. Gözümüz de gönlümüz de
doya doya içti. Kandık elhamdülillah.
Semerkand’ın ilk camisi olan Hızır mescidi ve Hatuniye medresesi de
adeta birbirini kollarcasına iki karşı tepesinin üzerinde birbirine mukabil
konumlandırılmışlar. Birisi tarihi derinliğiyle diğeri heybetiyle göz
dolduruyor. Özbekistan’ın ilk cumhurbaşkanı İslam Kerimov da gözü oraya düşmüş
olacak ki, mezarını Hızır Mescidinin avlusuna yapmışlar.
Program içinde bir günümüzü de sempozyuma ayırdık, Matüridî’yi
andık, kelam ilminin dününü bugününü konuştuk. Bir günlük süre içinde özet
mahiyetinde birçok bildiri sunulmaya çalışıldı. Başarıldı da sayılır.
İçeriklerini tam olarak yayınlandığında göreceğiz inşallah…
BUHARA
Buhara’ya giderken büyük hadis üstadı İmam Buharî’yi ziyaret
etmemek olmazdı. Kelamcıyız ama Ehl-i Hadise saygılıyız. Neticede her ikisi de
aynı ırmağın delta içinde ayrılan kollarıydı ve aynı denize dökülüyordu. Hele
bir de Ehl-i Hadisin en fakihi, kelam çizgisine en yakın ve yakışanıydı İmam
Buharî. O da çok çekmişti mutaassıp ve hazımsızlardan. Zaten sürgün gibi
çıktığı yolculuğun yarısında vefat etmişti. Uğradık kabrine ama uzaktan
seyredebildik. Etrafında devasa bir külliye inşa edildiği için, her tarafı
şantiye alanı olmuştu. Uzaktan Fatihalarımızı okuduk ve yolumuza revan olduk.
Ben şanslıydım ilk gidişimde inşaat yoktu ve ziyaret etmiştim. Bu halini
görünce “Keşke ilk gördüğüm yemyeşil bahçe içindeki sade haliyle kalsaydı”
dedim.
Gücdüvan’ın kenarında geçerek Buhara’ya ulaştık. İlk gittiğimde
Buhara’nın merkezinde küçük ama şirin bir otelde kalmış ve dünyanın en uzun
minarelerinden olan Kelan Minaresinin yanındaki Kelan Mescidinde teravih namazı
kılma bahtiyarlığına ermiştik. Bu gidişimde ise bir başka bahtiyarlık Şah-ı
Nakşibendi’nin külliyesinin karşısında bir otelde kalmak oldu. Sabah ve akşam
da olsa Özbek kardeşlerimizle namaz kılmak bahtiyarlığına erdik.
Buhara’da bendenizi en çok etkileyen Gücdüvanî külliyesinde
kıldığımız Cuma namazıydı. Sonbaharın hafif güneşi altında namazı kıldıran imam
dahil herkesin açık alanda olduğu ortamda Cuma namazı kılmak muhteşemdi. Sahrada
büyük bir namazgahta Cuma kılmanın güzel bir örneğiydi, bir namazgah
geleneğiydi. Namazdan önce vaizin etkili ve sade bir vaazını dinledik.
Söylediklerinin hepsini anlamadım ama yanımda oturan Özbek kardeşlerimin
dikkatle ve can kulağıyla dinleyişleri bu tespitimi doğruluyordu.
Buhara’da son akşam yemeğimiz çok özel bir mekandaydı: Divanbey
Medresesi. Yemek adeta bir kültür ve medeniyet dersine dönüştü. Tarihten bugüne
canlı Özbek giysileri sergilendi. Medrese eski bir çarşının orta yerindeydi.
Özbeklerin yiyecekleri içecekleri çok güzeldi ama orada bir Türk kahvesi de iyi
giderdi. İşte bu özlemimiz gerçekleşti ve çarşının çayhanesinde kupa içinde bir
Türk kahvesi içmek nasip oldu. Bizdeki kahvehane yerine onlar çayhane ismini
kullanıyorlar.
Buhara’da iki özel yapıyı görmemiz biraz eksik kaldı. Birisi Kelan
Mescidi diğeri ise Mir Arap Medresesi. Özbekçe “kelan”, “ulu” anlamına
geliyormuş. Aslında bizdeki “ulucami” kavramının karşılığı. Oldukça geniş bir
cami ve zirvesine bakıldığında baştaki şapkayı düşürecek yükseklikte devasa
minaresi. Menkibeye göre büyük istilacı Cengiz bu minarenin yüksekliğine
bakarken başındaki şapka yere düşmüş, almak için eğildiğinde askerler onun
minare karşısında rükûa vardığını düşünüp hepsi birden secdeye kapanmışlar.
Bunun üzerine Cengiz minareyi yıktırmaktan vazgeçmiş.
İkinci büyük eser ise Kelan Mescidinin hemen karşısında yer alan Mir
Arap medresesi. İlk gittiğimde gezmek nasip olmuştu. Medrese dışardan
bakıldığında iki kat gibi ama içine girildiğinde dört kat hücrelerden oluşan
devasa bir külliye. Burasının en büyük özelliği Komünist Sovyetler zamanında
1945’ten itibaren dini eğitime açılmış olması. Uzun yıllar Sovyetlerin yegâne
açık dini eğitim kurumu özelliği taşımış. Ülkenin her tarafından gelen
öğrenciler burada eğitim alıp ülkelerine dönmüşler. Bursa Uludağ Üniversitesi
İlahiyat Fakültesinden mezun olan ve bu medresede hocalık yapan Narzillo
Ahmedov adlı bir öğrencimizle orada karşılaşmak bizi ziyadesiyle memnun ve
mesrur etti.
BUHARA-SEMERKANT’IN ANADOLU’YLA
İRTİBATI
Her ne kadar Anadolu’daki Buharîler ve Semerkandîler daha çok ise
de zaman zaman Anadolu’dan oraya gidip ilim öğrenen, oraların ilim ve kültür
hayatına renk katan mümtaz şahsiyetler olmamış değil.
Bunlardan biri Bursa’dan kalkıp ilim öğrenmek için Semerkand’a
giden Kadızade Rumî. İkincisi ise Malatya’dan Buhara’ya gidip orada Hacegan
yolunu tesis eden Abdulhalik Gücdüvanî.
Kadızade Rumî belki de memleketi Bursa’ya Semerkant ilim havzasının
ilim ve kültür birimini getirmek için gitmiş olsa gerek. Ancak Semerkand onu
adeta büyülemiş, kuşatmış ve o da orada kalmış. Sadeddîn Taftazanî, Seyyid
Şerif Cürcani, Uluğ Bey gibi isimlerin bulunduğu ve yaşadığı ilim havzasını
bırakmak o kadar da kolay olmasa gerek. Emir Timur’un kurduğu muazzam cihan
devletinin de önemli bir çekim gücü oluşturduğu aşikâr. Belki de onun arzusunu
büyük alim Ali Kuşçu yerine getirmiş. Sultan Fatih zamanında oralardan gelerek
Osmanlı ilim havzasına ve medrese geleneğine eşsiz katkılarda bulunmuş.
Gücdüvanî’nin Buhara’da oluşturduğu irfan iklimi Şahı Nakşibend
gibi bir tasavvuf büyüğünün ve çizgisinin oluşumun sağlamış, yetiştirdiği
müritler vasıtasıyla Hacegân yolu ve Nakşi kolu Anadolu’ya ulaşmış.
Son olarak başta Bursa’nın sultanı Emir Sultan el-Buharî olmak
üzere hemen her Anadolu şehrinde bir Buharî ve Semerkandî türbesi görmek
mümkündür. Bu da Semerkand-Buhara ile Bursa, Kayseri, Sivas, Konya, Bolu gibi
Anadolu kentlerinin ne kadar iç içe bulunduğu ve tarihî kardeşliğe sahip oldukları
gerçeğini bize bildirir, vesselam…
10
Cemaziyelevvel 1446 / 12 Kasım 2024
0 yorum:
Yorum Gönder