3 Kasım 2024 Pazar

“İslam’ın Kubbesi”ne Yolculuk: Semerkant ve Buhara Gezi Notları

“İSLAM’IN KUBBESİ”NE YOLCULUK: SEMERKANT ve BUHARA GEZİ NOTLARI

Prof. Dr. Mahmut ÇINAR

اگر آن تُرکِ شیرازی به‌‌ دست‌ آرَد دلِ ما را

به خال هِندویَش بَخشَم سمرقند و بُخارا را

“Şayet o Şiraz Türk (güzeli) elde ederse gönlümüzü

Onun siyah benine bağışlarım Semerkant’la Buhara’yı”

Hafız-ı Şirazî

Kelam Koordinasyon toplantısının bu yılki (2024) yeri Semerkant’tı. Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin ev sahipliğinde yapılması planlanan toplantı ve Matüridilik konulu sempozyum için Semerkant’ın seçilmesine, Iğdır İlahiyat Fakültesi dekanı da olan Prof. Dr. Ali Yıldız Musahan’ın teklifi neticesinde karar verildi. İslam’ın kubbesi olarak tanımlanan ve bugün tarihi bütün canlılığını koruyan bu coğrafya gitme kararı her kelamcı gibi beni de hayli heyecanlandırmıştı. Bu coğrafya İslam düşünce tarihinin Basra ve Bağdat’tan (Kûfe) sonra II. Döneminde, bütün ümmeti etkileyecek ilmî, fikrî ve irfanî faaliyetlere imza atmıştır. İmam Mâtürîdî gibi büyük bir din âliminin yanı sıra İbn Sina gibi büyük bir filozof, Buhari gibi bir muhaddis, Timur gibi bir siyasetçi ve hükümdar ve Anadolu dindarlığının da temel referansları olan başta Şah-ı Nakşibend olmak üzere birçok sûfî bu coğrafyada doğup yetişmiştir. Onların doğdukları, yasadıkları ve büyük çoğunluğunun vefat ettiği bu coğrafya, herkes gibi benim de öncelikli ilgi alanlarım arasındaydı. Nihayet 29.09.2024 günü Semerkant’a ve Buhara’ya, Yüce Allah’ın hem iklim ve tarım açısında hem de ilim ve irfan bakımından bereketli kıldığı bu coğrafyaya doğru yolculuğa başladık.  

Semerkant

İlk durağımız Semerkant’tı. Bugünkü Özbekistan sınırları içerisinde yer alan Semerkant, Soğd vadisinin güneyinde yükselen meşhur bir kenttir. Bazı coğrafyacılar, Şemir Ebû Kereb tarafından inşa edildiğini kaydetmiştir. Buna bağlı olarak Şemirkend (Şemir’in kenti) denilmiştir. Daha sonra bu isim Semerkant’a dönüşmüştür. Tarihte Semerkant, bağları, bahçeleri ve suları ile güzel bir kent olduğu gibi, çarşı ve pazarlarının da dikkat çekici oluşuyla bilinmekteydi; bugün hala böyledir. Hatta yukarıdan bakıldığında yeşillikler arasından binaları görmek mümkün değildi. Bölgede Debûs, Şaş ve Kirmaniye gibi birçok şehir bulunmasına rağmen, Semerkant en nezih, en temiz ve en saygın olanıydı. Ahmed b. Vazıh bir şiirinde ondan bahsederken “Horasan’ın süsü”, el-Büstî ise “Dünyanın cenneti” demektedir. Yukarıda verdiğimiz beyitinde Şirazlı Hafız (ö. 792/1390), yeryüzünde Semerkant ve Buhara’dan daha kıymetli bir yer bilmediği için “Sevgili’nin bir tek benine bunları feda edebileceğini” kaydetmektedir.[1]

Müslümanlardan önce Semerkant’ta çoğunluğu Zerdüştîlik olmak üzere Budizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi din mensupları yaşamaktaydı. Aralarında muhaddis Dârimî (ö. 255/869), İmâm Mâtürîdî (ö. 333/944), fakih İbn Hibbân (ö. 354/965), Ebü’l-Leys es-Semerkandî (ö. 373/983), Alâeddin es-Semerkandî (539/1144), Uluğ Bey (ö. 853/1449), Şehâbeddin İbn Arabşah (854/1450) ve Ali Kuşçu’nun (ö. 879/1474) da bulunduğu meşhur şahsiyetler, Semerkant’ın yetiştirdiği ilim ve fikir insanlarından bazılarıdır.[2]

Semerkant’ın Müslümanlar tarafından fethi, birkaç aşamada gerçekleşti. Son olarak Emevîlerin Horasan Valisi Kuteybe b. Müslim tarafından 93/711 yılında, şiddetli çatışmalardan sonra fethedildi. Burada bir camii de inşa edilerek Müslüman kenti haline geldi. Abbâsî halifesi Me’mûn’un Samanî ailesinden Nûh b. Esed’i 204/819 yılında Semerkant’a vali tayin etmesinden sonra Semerkant, Samanîlerin merkezî oldu. 261/874 yılında Samanîler müstakil bir devlet haline geldi. Böylece Semerkant nüfus yoğunluğu, ticaret ve medeniyeti, ilim ve kültürel faaliyetleri açısından bölgenin merkezî oldu. Semerkant, Samanîler, Karahanlılar, Büyük Selçuklu Devleti, Hârizmşahlar ve Moğollar gibi birçok devletin işgal ve hükümranlığına sahne olmuştur. Cengiz Han 617/1220 tarihinde şehri âdeta harabe haline getirdi. Maveraünnehir coğrafyasını hâkimiyeti altına alan Timur, 771/1369 tarihinde Semerkant’ı başkent yaparak aralarında Teftâzânî’nin de bulunduğu ilim ve sanat insanlarını burada topladı. Bu dönemden sonra Semerkant tekrar eski günlerine dönerek mamur bir şehir haline geldi.

Semerkant ve Emir Timur

Semerkant, sahip olduğu tarihi ve kültürel değerlerin önemli bir kısmını Timur’a borçludur. Bu nedenle kısaca Timur’dan bahsetmek yerinde olacaktır. Timur’un sağ kol ve bacağı savaşta yara aldığı için aksaktı. Bu nedenle “aksak” anlamına gelen -lenk ekiyle birlikte Timurlenk olarak anılmaktadır. Timur, Barlas kabilesinin emiri Turagay’ın oğlu olarak 736/1336 yılında doğdu. Onu hükümdarlığa taşıyan süreç ise onun, Çağatay neslinden Saray Mülk Hatun ile evlenmesiyle başladı. Bundan böyle ‘Han-ı Kürekan’ (Han damadı) unvanını aldı. Bu evlilikten dolayı Timur, kendisini Çağatay Hanlığı’nın varisi olarak gördü. Bir hükümdar olarak Timur’un öne çıkan hedefleri arasında, Çağatay topraklarına egemen olmak, Moğol İmparatorluğu üzerinde sonradan türeyen hanedanları cezalandırmak, İpek Yolu güzergâhındaki ülkeleri ele geçirmek ve cihan hâkimiyetini gerçekleştirmek gibi önemli idealler yer almaktaydı. Timur, bu hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla birçok sefer düzenledi.

761/1360 yılından itibaren, henüz yirmi beş yaşındayken, siyasî arenada adından söz edilmeye başlandı. Yaptığı ittifakların da desteğiyle, on yıllık bir mücadeleden sonra Mâverâünnehir coğrafyasına hâkim oldu ve Semerkant’ta tahta oturdu. Böylece Semerkant, Timur tarafından başkent olarak ilan edildi. Bu dönemde İran paramparça olmuş; burada Kertler, Serbedârîler, Toga Timurlular, Muzafferîler ve Celâyirliler gibi birçok beylik hüküm sürmekteydi. Timur, bunların varlığına son verdi. Hindistan, Irak ve Suriye’den bazı yerleri işgal etti. Timur, Anadolu’daki ihtilafları da fırsat bilerek batıya yöneldi ve 1399 yılında “yedi yıllık sefer” olarak adlandırılan seferine çıktı. Bir yandan Yıldırım’la mektuplaşmalar ve elçiler üzerinden görüşmeler devam ederken, diğer yandan da Suriye bölgesinde Memlûklere büyük bir darbe indirdi. Hârizm’e düzenlediği seferlerle yöre halkının önemli bir kısmını Semerkant’a göçmek durumunda bırakmıştır. Nitekim buraya beş sefer düzenlemiş, neticede burada hükümran olan Sufî ailesi ve Kongrat kabilesini kendisine bağlayamayınca, Ürgenç şehrini yıktırarak, ahaliyi de Semerkant’a taşımıştır.

Timur, bir yandan küffara karşı birlik olmayı Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid’e teklif ederken, diğer yandan da ona kabul etmeyeceği tekliflerde bulunarak savaşa zorladı. Neticede iki ordu Ankara yakınlarında, Çubuk’ta karşılaştı. Bu savaşta Timur galip geldi. Yıldırım esir düştü ve esaret altında iken vefat etti. Onun vefatıyla birlikte Osmanlı Devleti’nde fetret devri başlamış oldu. İzmir’e kadar ilerleyen Timur, sonra tekrar doğuya dönerek, bir yıl daha Anadolu’da kaldıktan sonra, 1404’te Semerkant’a döndü. Aynı yıl Çin üzerine yürüdü ve bu sefer esnasında hastalanarak öldü. Vasiyeti üzerine Semerkant’taki türbesine defnedildi.

Timur, sade görünüşlü, başında kürk başlığı bulunan, azametli bir hükümdar olarak tarif edilmektedir. Oldukça zeki ve kurnaz, askerî bir taktikçi ve strateji uzmanı olduğu kaydedilmektedir. İslam dini ile eski Türk ve Moğol geleneklerini yaşatmaya çalışmış, bu arada yasaya (töre) bağlılığını sürdürmüştür. Zaman zaman yasayı şeriattan daha çok önemsediği için kâfir olmakla suçlanmıştır. İslam dini hakkındaki bilgileri kulaktan duyma ve huzurunda yaptırdığı münazaralardan elde ettiği bilgilerden ibaretti. Teftâzânî’nin de aralarında bulunduğu ulemaya Sünnîlik-Şiîlik meselelerine dair tartışmalar yaptırır, bu tartışmalara bizzat kendisi de katılırdı. Zaman zaman düşüncelerini desteklemek üzere Kur’an ayetlerini okuduğu kaydedilmektedir. Ancak Şiî Hâce Ali b. Müeyyed ile görüşürken Sünnîliği desteklediği hatta Mâzenderan’da Şiî seyyidlerini cezalandırdığı halde, Suriye’de Hz. Ali taraftarlığı yapmış ve koyu bir Şiî olarak tanınmıştır. Bu durum, Timur’un İslam dinini ve dinî müesseseleri siyasî emellerine erişebilmek amacıyla kullandığının kanıtı olarak değerlendirilebilir.

Timur, cihan hâkimiyeti düşüncesine sahip bir hükümdar olarak, Müslüman devletlere de saldırmış, ele geçirdiği yerlerde zaman zaman katliamlar yapmış ve büyük zararlar vermiştir. Ulemayı etrafında toplaması ve onlara imkânlar sunması gibi olumlu faaliyetleri de anılan hedeflerine ulaşmak için yapmış olması mümkündür. Her şeye rağmen teşkilatçı bir kişiliğe sahip olduğu ve göçebelikten yerleşik hayata geçişte, önemli rol oynadığı anlaşılmaktadır. Onun döneminde Semerkant, ticaret, siyaset ve medeniyet merkezi haline geldi. Ressam, musikişinas ve diğer sanatlarda meşhur olan ustaları Semerkant’a getirerek, sanatlarını geliştirmelerine imkân tanıdı. Bütün bunlar, Timur’un siyasî kaygılarının her şeyden daha önde olduğu, dinî kaygılarının nispeten daha geri planda olduğu anlamına gelmektedir.

Teftâzânî’nin Timur tarafından Semerkant’ta kalmasının sağlanması, Timur’un ilme ve onun şahsiyetine verdiği önem hakkında fikir vermektedir. Teftâzânî’ye yakın ilgi gösteren ve huzurunda ilmî müzakereler yaptıran Timur’un, Şiraz seferinden sonra Seyyid Şerif Cürcânî’yi de yanına alarak Semerkant’a götürdüğü ve huzurunda Teftâzânî ile münazaralar yaptırdığı kaydedilmektedir. Söylenceye göre bu münazaraların birinde Cürcânî’ye karşı zayıf kalan Teftâzânî, Timur’un gözünden düşer. İlerleyen süreç içerisinde Timur’un katında Teftâzânî’nin itibarının azaldığı ve kısa süre sonra burada vefat ettiği anlaşılmaktadır.

Semerkant, cadde ve sokakları düzenli, caddeler ağaçlarla çevrilmiş ve tertemiz bir kent olarak karşımıza çıkmaktadır. Gördüğüm kentler arasında en çok İsfahan’a benzettim. Bu benzetmede cadde ve sokaklar etkili olduğu gibi, Semerkant’taki tarihi eserlerin Fars mimarisinin özelliklerini taşıması da etkili oldu. Semerkant’ta Timur’un izlerini bugün bile canlı bir şekilde görmek mümkündür. Bibi Hatun Külliyesi, oğlu Uluğ tarafında yapılan Uluğ Bey Medresesi’nin de içinde bulunduğu Registan Meydanı ve daha nice tarihi eser bütün canlılığıyla ziyaretçilerini beklemektedir. 

Qusem b. Abbas Ziyareti (Şah-i Zinda)

Semerkant’taki ilk ziyaret yerimiz Şah-i Zinde Kompleksidir. Şah-ı Zinde (Yaşayan Sultan) ismi, Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın oğlu Kusem b. Abbas için kullanılmaktadır. Kusem Hz. Peygamber’in cenazesi yıkanırken hazır bulunmuş, cesedi sağa sola çevirmiş, Resûlullah’ı kabrine yerleştirmiş ve kabirden en son o çıkmıştı. Bu sebeple Resûl-i Ekrem’e en son dokunan kişi olarak tanınır. Hz. Ali’nin hilâfeti döneminde Mekke valiliğine tayin edilen Kusem, onun ölümüne kadar bu görevini sürdürdü. Medine valiliği yaptığı da söylenmiştir. Mekke’deki idarî görevleri yanında hac emirliği yaptı (38/658) ve fetvalar verdi. Muâviye b. Ebû Süfyan döneminde Horasan Valisi Saîd b. Osman b. Affân’ın kumandasında Horasan civarındaki fetihlere katıldı. Saîd b. Osman’la birlikte Semerkant seferine katıldı (56/675) ve burada şehid oldu. Mezarı zamanla ziyaretgâh haline gelmiş, etrafına cami ve medrese yapılmıştır. Kusem’in Semerkantlılar arasında “Şâh-ı Zinde” (yaşayan sultan) diye anılan mezarına Bâbür devrinde Mezarşah adı verilmiştir.[3]

Hoca Hızır Camii

Semerkant’ta ikinci durağımız Hızır Camiidir. Yapılış tarihinin 712 olduğu kaydedilmektedir. Bu itibarla Orta Asya'da yapılan ilk cami olarak bilinmektedir.  Adını Hazreti Hızır’dan almaktadır. Camii, Semerkant’ta Bibi Hanım Camii’ni, türbesini ve Registan Meydanı’nı panoramik gören Aftasiyab tepesinin üzerindedir. Burada bulunan en eski camii, XIII. yüzyılın başında, Moğol istilasında Cengiz Han’ın askerleri tarafından yıkılmış. 1854 yılında Buhara Emiri Muzaffarkhon’un emriyle Semerkant esnafları tarafından eski temelleri üzerine tekrar inşa edilmiştir. Caminiin terası ve giriş kapıları 1899 yılında inşa edilmiştir. 3 Eylül 2016’da ölen, Özbekistan 1. Cumhurbaşkanı İslam Karimov, Hızır Camii’nin yakınına gömüldü.

Bibi Hatun Camii

Bibi Hatun Camii, Timur’un gözde eşi ve aynı zamanda Çağatay Hanı Kazan Halil’in kızı olan Melike Hanım’dan almaktadır. Melike Hanım, halk arasında Bîbî Hanım olarak tanınmaktaydı. Timur, ömrünün sonlarına doğru yaptırdığı bu muhteşem yapının inşaatıyla bizzat ilgilenmiştir. Devâsâ ölçülere sahip olan cami ve külliye, diğer yapılara göre müstesna bir yer tutmaktadır. Timur bununla kurmuş olduğu devletin gücünü, büyüklüğünü ve ihtişamını göstermek istediği gibi, yapı onun şahsî gücünü de sembolize etmektedir. Külliye, bir meşhed-cami ve medreseden oluşmaktadır. Bîbî Hanım Türbesi denilen bu türbe, caminin karşısında yer almaktadır. Külliye, Semerkant’taki en güzel şaheserlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.[4] Bibi Hatun Külliyesinin hemen yakınında bulunan Siyob Dehqon Bozori (Siab Çarşısı), kentin en büyük çarşısıdır. Hem yerel halk hem de yerli ve yabancı turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Burada daha çok yerel ürünler satılmaktadır.

Hoca Ubeydullahi Ahrar Türbesi

سمرقند قدمكاه بزركانست

“Semerkant, büyüklerin mekânıdır”

Bu ifade, Ahrar’ın türbesinde bulunan ve ona ait olduğu söylenilen bir portrenin sağ alt kısmında yazılıdır. Gerçekten de Semerkant ve özellikle de Buhara’da kendinizi, canlı bir şekilde varlığını sürdüren ve çoğu Nakşibendiliğin öncüsü olarak kabul edilen “Pirler”in arasında görürsünüz. Bunlardan biri de Nakşi silsilenin halkalarından kabul edilen Ubeydullah-ı Ahrar, Semerkant’tadır.  Ubeydullah-ı Ahrar veya Ahrar-ı Veli, 806/1404 yılında Taşkent’in Bâgıstan köyünde doğdu. Yirmili yaşlarında ilim tahsili için Semerkant’a gitti. Tasavvufa olan ilgisinden dolayı ilim tahsilini yarıda bıraktı ve bölgede bulunan Nakşibendiyye tarikatının önde gelen şeyhlerini ziyaret etti. Herat ve Semerkant’ta bazı şeyhlerin sohbetlerine katıldı. Daha sonra tekrar Herat’a dönerek Nakşibendî şeyhi Ya‘kūb-i Çerhî’ye intisap etti ve üç ay sonra Çerhî’den hilâfet aldı. Timurlular’dan Ebû Said Mirza Han’ın daveti üzerine Taşkent’ten Semerkant’a geldi. Ticaret ve ziraatla da uğraşarak Semerkant, Buhara, Taşkent ve Karşı gibi şehirlerde çok sayıda dükkân, bahçe, köy, mezraa ve sulama kanalı satın aldı. Siyasilerle ilişkilerini iyi tutarak onları etkiledi. 895/1490’da Semerkant’ta vefat etti ve burada defnedildi. Geride birçok mürid ve halife bıraktı. Onunla devam eden Nakşibendiyye silsilesine Ahrâriyye adı verilmiştir. Bir hükümdarın yanında bulunup onun dine aykırı davranışlarını ve zulümlerini engellemenin, bir mazlumun gönlünü hoş etmenin nâfile ibadetlerden daha üstün sayıldığını söylemiştir. Ayrıca çalışıp kazanmaya önem verir, kimseden hediye kabul etmezdi.

Ahrar’ın Vahdet-i vücûd düşüncesini benimsediği ve sohbetlerinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin eserlerinden nakiller yaptığı belirtilmektedir. Tasavvuf yolunda ilerlemenin ölümden sonra da sürdüğüne inanır, sohbetlerinde bazı âyet ve hadisleri işârî yöntemle açıkladığı kaydedilmektedir. Günümüzde kendilerini Nakşibendî olarak tanımlayan bazı çevreler, siayset ve ticaret gibi alanlarla ilgilenmede Ahrar’ı referans aldıklarını söylemektedir. Ahrar’ın Fıḳarât, Risâle-i Ḥavrâʾiyye, Risâle-i Vâlidiyye ve Ruḳaʿât (Mürâselât) gibi eserleri kaleme almıştır.

İmam Matüîudî Türbesi

Bir kelamcı için Semerkant’ta mutlaka ziyaret etmesi gereken yer hiç şüphesiz İmam Mâtürîdî Türbesi’dir. Semerkant ve Buhara’da gördüğümüz emirler ve pirlere ait türbe ve yapılara göre oldukça mütevazı olan türbe, Mâtürîdî’ye nispet edilen mezar üzerine Özbekistan Cumhuriyeti tarafından inşa edilmiştir. İmam Mâtürîdî, Semerkant’ın dış mahallesi olan Mâtürid köyüne nispete dilmektedir. Abbâsîler’in merkezî otoritelerinin oldukça zayıfladığı bir dönemde hilâfete bağlı müstakil bir beylik olan Sâmânoğulları’nın bölgede hâkim olduğu bir dönemde yaşamıştır. Doğum tarihi kesin olmamakla beraber III/IX yüzyılın ilk yarısında dünyaya geldiği ve vefat ettiğinde (333/944) ömrünün bir asra yakın olduğu tahmin edilmektedir. Mâtürîdî’nin babası ve dedesinin adından başka ailesi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca bilinen oğlu da yoktur. Nesli, kızı üzerinden devam etmektedir. Hanefî mezhebinin üçüncü kuşak âlimlerinden kabul edilmektedir. Eserlerinde kullandığı bazı ifadelerden dönemin siyaset ve devlet adamlarıyla münasebetlerinin iyi olmadığını göstermektedir.

Kelam ve fıkıh alanında otorite kabul edilen şahsiyetler, kendisinden ilim tahsil etmişlerdir. 333/944’te vefat etmiştir. Semerkant’ın ünlü Çâkerdîze Mezarlığı’na defnedildi. Arkadaşı ve öğrencisi Hakîm es-Semerkandî mezar taşına şu anlamda bir ibare yazdırttı: “Burası bütün hayatını ilme adayan, gücünü ilmin yaygınlaşması ve öğretilmesi yolunda tüketen, din yolundaki eserleri övgüyle anılan ve ömrünün meyvelerini devşiren kişinin mezarıdır”. Mâtürîdî’nin şimdiki türbesi 2000 yılında tamamlanarak etrafına da bir külliye inşa edilmiştir. Türbe, Semerkant ve Buhara’da gördüğümüz diğer türbelere göre oldukça mütevazıdır. Onunla ilgili olarak “Zamanında ilimde, anlayışta, mezhepleri bilmede ve takvâda yegâne idi” denilmiştir.

Mâtürîdî, ehl-i sünnet kelamının sistematik hale gelmesinde önemli katkılar sunmasına rağmen, eserlerinin dil açısından zayıf olması, yaşadığı coğrafyanın merkeze uzak olması ve göreceli olarak aklî yöntemi benimsemiş olamsı gibi nedenlerle islam dünyasında hakkettiği ilgiyi, erken dönemlerde görmemiştir. Bununla beraber Mâtürîdî’nin İslâm dünyasında tamamen ihmal edilmediğini belirtmek gerekir. Görüşleri ve biyografisine dair bilgiler, erken dönemlerden itibaren bilhassa kendisini büyük bir otorite kabul eden Mâverâünnehir Hanefîleri’nin teliflerinde, sınırlı biçimde diğer mezheplere ait eserlerde yer almaya başlamıştır. Bununla birlikte ona ayrılan yerin çok yönlü ilmî şahsiyetine uygun olduğu söylenemez.

Mâtürîdî’ye “kudvetü’l-ferîkayn” (iki grubun lideri) tabiri, zâhir ve bâtın ilimlerinde lider konumunda olduğunu çağrıştırmaktadır. Takvâya ulaşmanın yolları hakkında tasavvufî bir karakter taşıyan açıklamalr yapmıştır. Ancak bölgede baskın bir tasavvufî eğilim olmasına rağmen, Kitâbü’t-Tevḥîd’de keşif ve ilhamın bilgi kaynağı olmadığını, velîlerin peygamberlerden üstün olduğu görüşünü reddetmesi ve dünya nimetlerinden istifade edilmesini yadırgayanlara bunların insanların faydalanması için yaratıldığını söylemesi, onun mutedil bir dindarlığı benimsediğini göstermektedir. Şu var ki onun görüşleri, Mâverâünnehir mutasavvıfları üzerinde etkili olmuştur.

Mâtürîdî kelâm, tefsir, fıkıh ve mezhepler tarihi alanlarında eserler kaleme almıştır. Bunlar arasında Kitâbü’t-Tevḥîd adlı eseri, kelam tarihi içinde eşsiz bir yere sahiptir. Yine onun tefsire dair kaleme aldığı Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân’ı, dirayet tefsirlerinin ilk örnekelrinden kabul edilmektedir. Daha sonraları, kendisi “şeyh, imam, şeyhülislâm, imâmü’l-hüdâ, alemü’l-hüdâ, reîsü meşâyihi Semerkand, imâmü’l-mütekellimîn, musahhihu akāidi’l-müslimîn, imâmü Ehli’s-sünne” gibi unvanlarla anılmıştır. Mu‘tezile, Havâric ve Bâtıniyye gibi İslâmî mezheplere karşı ciddi bir mücadele vermiştir. Ancak Mâtürîdî’yi bir ekol sahibi olarak benimseyen ve kelâma dair görüşlerini merkeze alarak Kitâbü’t-Tevḥîd’den sonra ikinci kaynak sayılan Tebṣıratü’l-edille’yi telif eden âlim Ebü’l-Muîn en-Nesefî olmuştur. MâtürîdÎ üzerine birçok dilde çalışmalar yapılmış, tez, kitap, makale ve tebliğ düzeyinde eserler kaleme alınmıştır.

Registan Meydanı

Semerkant denilince ilk akla gelen hiç şüphesiz, onunla özdeşleşen Registan Meydanı’dır. Farklı zamanlarda inşa edilen Uluğ Bey, Şirdar ve Tilla-Kârî medreselerinden oluşan Registan Meydanı’nın, Timurlu hükümdarı ve gökbilimci olan Uluğ Bey döneminde şekillendiği söylenmektedir. Uluğu Bey’in kendisi de vefat edinceye kadar bizzat bu medresede, matematik ve astronomi dersleri verdiği kaydedilmektedir. Bu üç medresenin taç kapılarının oransal benzerlikleri, motif ve süslemelerinin ahengi bu meydanı özel kılmaktadır. Güney kısmı yol olan meydanın, girişe göre iki dar kenarından dikine ve simetrik binaların (Uluğ Bey ve Şirdar Medreseleri) varlığı ile kuzey cephesinde Tilla-Kârî Medresesi’nin yayvanlığı, Registan Meydanı’nın büyüklüğünü dengelemektedir. Burada bulunan ve Uluğ Bey’in yaptırdığı Uluğ Bey Medresesi, Mescid-i Mukatta, hankâh (tekke), kervansaray ve hamam yapıları tarafından şekillenir. Ancak günümüze bu yapılardan sadece Uluğ Bey Medresesi yetişmiştir ve Registan Meydanı’nın batı kısmında bulunmaktadır. Daha sonra Vali Yalangtuş Bahadır, Uluğ Bey’in yaptırdığı ve daha sonra harabeye dönen hankâhın yerine Şîrdâr Medresesi’ni (1619-1636) inşa ettirmiştir. Bu medrese, günümüzde Registan Meydanı’nın doğu kısmında varlığını sürdürmektedir. Yine aynı vali yaklaşık on yıl sonra (1647-1659) Mirza Hamamı’nın yerine Altın Kaplamalı Medrese anlamına gelen Tilla-Kârî Medresesini inşa ettirmiştir. Tilla-Kârî Medresesi, Registan Meydanı’nın kuzey kısmında yer almaktadır. Meydanda bulunan Medreseler, özellikle de Uluğ Bey Medresesi, Mimari açıdan göz alıcı bir güzelliğe sahiptir.

Seyahatimizin dördüncü günü (02.10.2024, Çarşamba), Semerkant’ta kaldığımız Grand Sogiad Hotel’inde sempozyumumuzu icra ettik.

Seyahatimizin dördüncü günü (03.10.2024, Perşembe), Semerkent’a veda ediyoruz. Yaklaşık 280 km yol gittikten sonra Buhara’ya ulaşacağız inşallah. Semerkant’ın çıkışında, Buhara Yolu üzerinde İmam Buharî’nin Türbesi, ilk ziyaret yerimizdir. Türbede tadilat ve yenileme olduğu için uzaktan görmekle yetiniyoruz. Türbenin Arap destekçiler tarafından yenilendiği hemen anlaşılmaktadır. Zira bölgede gördüğümüz, Fars Mimarisinin izlerini taşıyan ve Orta Asya’ya özgü bir hal alan mimari, burada yerini Arap mimarisine bırakmıştır. Bu durum, hemen dikkat çekmektedir.

İmam Buhari, 194/810’te Buhara’da doğdu. Büyük dedesinin Mecûsî olduğu kaydedilmektedir. Babası İsmâil’in de hadisle ilgilendiği ve Buhari henüz çocukken vefat ettiğinde, hadise dair bazı kitaplarının oğluna intikal ettiği nakledilmektedir. Buhârî on yaşına doğru Buharalı muhaddislerden hadis öğrenmeye başladı. Annesi ve kardeşi Ahmed ile birlikte hacca gitti. Hac sonrası onlar memleketlerine döndükleri halde Buhârî Mekke’de kaldı ve burada hadis tahsil etti. Daha sonra bu maksatla ilim merkezlerini dolaşmaya başlayarak Bağdat, Basra, Belh, Dımaşk, Humus, Kûfe, Merv, Mısır ve Nîşâbur gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil etti. En tanınmış öğrencileri İmam Müslim, Tirmizî, Ebû Hâtim, Ebû Zür‘a er-Râzî, Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Sâlih Cezere, İbn Huzeyme gibi muhaddislerdir.

Buhârî, isteyen herkese ilmi öğretmek için gayret göstermesine rağmen, devlet adamlarından uzak durmuştur. Kendisine ve çocuklarına hadis öğretmek için Buharî’yi saraya davet eden Horasan Valisi ve Buhara valisinin bu konudaki isteklerini reddetmiştir. Buhara valisini reddetmesi üzerine Semerkant’a gitmek zorunda bırakılmış ve buraya yakın olan Hartenk kasabasındaki akrabalarını ziyaret esnasında hastalanarak burada vefat etmiştir (256/870). Buhârî az konuşur ve cömertliğiyle bilinirdi. Tenkit ettiği râviler hakkındaki bile son derece mutedil ve insaflı davranırdı. Ok atmayı ve şiir söylemeyi severdi. Kendisini tanıyan ulema tarafından takdirkar ifadelere mazhar olmuştur. Hadisteki otoritesi tartışmasızdır. Bununla beraber hadis aldığı 435 muhaddisten seksen kadarı zayıf olmakla tenkid edilmiştir. Hayatının ilk dönemlerinde kaleme aldığı et-Târîḫu’l-kebîr ve kendisiyle adeta özdeş hale gelen ve çoğu zaman Sahih-i Buharî” olarak anılan el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ onun birçok eserinden sadece iki tanesidir. Bu eserine birçok şerh, inceleme ve tanıtım yazısı yazılmıştır.

Buhara

Poi Kalon Minaresi ve Mescidi

Buhara’nın tam ortasında yer alan Poi Kalon, mutlaka görülmesi gereken bir eserdir. Alanın bulunduğu yerde birkaç caminin inşa edilmiş ancak Buhara’nın Cengiz Han tarafından kuşatması sırasında bunlar yakılmıştır. İslam’dan önce ise burada ateşe tapanların merkezi bir katedralinin bulunduğu kaydedilmektedir. Poi Kalon (Kalan Minaresi) 1121 yılında Karahanlı hükümdarı Arslan Han tarafından yaptırılan külliyenin yapılarından biridir. Halk arasında Minâra-i Kalân olarak bilinmektedir. Uzun süre suçlular bu minareden atılarak idam edildiği için “Ölüm Kulesi” olarak da bilinmektedir. Kentin tarihi merkezine hâkim bir konumda yer alan Minare, devasa dikey sütun şeklindedir ve külliyenin en ünlü kısmıdır. Minarenin rolü büyük ölçüde geleneksel ve dekoratif amaçlar gütmektedir. Yukarıya doğru daralarak yükselen minare, dipte 9 metre, tepede ise 6 metre çapındadır. Yüksekliği 45,6 metredir. Dairesel sütun ve bir tuğla kule şeklindedir. Sütunun içinde, minarenin tepesine ulaşmayı sağlayan sarmal bir merdiven bulunmaktadır. Kalan Camii 1514 yılında inşa edildi ve Semerkant'taki Bibi Hanım Camii ile aynı büyüklüktedir. Caminin iç avlusunu çevreleyen galerilerin çatısında 208 sütun üzerine oturan 288 kubbe vardır. Avluya bakan, harem alanına giriş kısmında uzun bir kiremitli eyvan portali yer almaktadır. Cami, büyük mavi çinili bir kubbe ile örtülüdür.

Mir Arab Medresesi

Mir-i-Arab Medresesi’nin Yemen'deki Şeyh Abdullah Yamani tarafından yapıldığı kaydedilmektedir. Yamani, Mir-i-Arab olarak da adlandırılan Ubeydullah Han ve oğlu Abdul-Aziz-Han'ın manevi akıl hocası olarak kabul edilirdi. Buhara Emiri Ubeydullah Han İran'a karşı başarılı bir savaş yürüttü ve en az üç kez Herat'ı ele geçirdi. Bu baskınlarda, çok sayıda esir ele geçirildi. İranlılardan esir alınanlar satılarak bu kazançla, Mir-i-Arab Medresesi'nin yapıldığı belirtilmektedir. Ubeydullah Han dindar ve Müslümanların sûfî yöntemine ilgi duymaktaydı. Babası kendisine Şeyh Ubeydullah al-Ahrar'ın adını verdi. Mir-i-Arab Medresesi'ndeki tonozun (gurhana) ortasında Ubeydullah Han'ın ahşap mezarı yer almaktadır. Baş tarafının yanında ise akıl hocası Mir-i-Arab'ın mezarı yer almaktadır. Medresenin müderrislerinden olan Muhammed Kasım da aynı alanda medfundur. Miri Arab Medresesi'nin kapısı, Kalan Camii'nin kapısıyla aynı eksende yer almaktadır.

Lebi Havuz

Leb-i Havuz, Buhara’nın su ihtiyacını karşılamak için yapılan göletlerden birini çevreleyen alana verilen isimdir. Havuzların hastalık yaydığı gerekçesiyle, Sovyet döneminde çoğu doldurulmuş. Leb-i Havuz, muhteşem bir mimari topluluğun merkezidir. Kukeldaş Medresesi'nden (1568-1569) ve Nadir Divan Bey tarafından inşa edilen biri tekke (1620) diğeri medrese (1622) olan iki yapı çevrelemektedir. Medresesi'nin yanındaydı. Leb-i Havuz kentin merkezinde olduğu ve etrafında çarşı-Pazar bulunduğu için önemli bir uğrak yeridir. Etrafta biraz gezintiye çıkalım derken bir sinagogla karşılaştık. İçine girdiğimizde ibadet halinde birkaç Yahudi vardı ve muhtemelen ibadet saati olduğu için bizimle ilgilenmediler.

İbn Sina’nın doğduğu köy: Afshona/Efşene

İbn Sinan’nın doğduğu köy, seyahat planımızda olmadığı için, kafileden ayrılıp bir taksi tutarak Efşene’ye gittik. Seyehat planına alınmadığı için ilk anda ihmal edildiği izlenimi oluşsa da oraya vardığımzıda muazzam bir külliye ile karşılaşmak, endişemizin yersiz olduğunu gösterdi. Ortada büyük bir İbn Sina Heykeli bulunan meydanın etrafında kolej, araştırma merkezi, müze ve öğrenci yurdu bulunmaktadır. Müzede İbn Sina’nın el yazması eserleri, ilmî faaliyetleri icra ettiği malzemeleri aarsında gezerek atarihe kısa bir yolculuk yapma imkânı bulduk.

Yedi Pir

Seyahatimizin altıncı gününde Buhara’da türbeleri bulunan ve “Yedi Pir” olarak anılan nakşibendiyye pirlerini ziyaret ettik. Her bir türbe birer külliye olarak inşa edilmiş, türbenin etrafında mescid, kütüphane eğitim alanları gibi birçok bölme bulunmaktadır. Buhara’da kendinizi adeta Nakşibendiliğin ortasında hissediyorsunuz. Nakşibendilik, Orta Asya’da Kübreviyye ve Yeseviyye başta olmak üzere hemen hemen diğer bütün tarikatların yerini almış, Arap yarımadası, Mağrib ve aşağı Sahrâ Afrikası dışında İslâm dünyasının her bölgesine yayılmıştır. Nakşibendiyye, Farsça konuşan halkların yanı sıra Türkler arasında da yaygınlık kazanırken Yesevîler, Türkçe’nin yanında eserlerinde Orta Asya’nın yaygın dili Farsça’yı da kullanmışlardır. Bahâeddin Nakşibend, hafî zikir konusunda ısrarlı olmuştur. Nakşîliğinde merkezî öneme sahip sekiz ilkeden (kelimât-ı kudsiyye) biri olan Halvet der encümen (toplum içinde yalnızlık) ilkesini öne çıkarmıştır. Bu açıdan bakıldığında Melâmetiyye’nin ilkelerini tevarüs ettiği söylenebilir. Tarikat, Sünnîliğe bağlıdır, Nakşilikte şeriata bağlılık, bir şeyhin denetimi altında olmak, bazı durumlarda siyasî faaliyette bulunmak esastır. Seyyid Şerîf el-Cürcânî de Bahaeddin Nakşibend’in halifesi Alaeddin Attâr’ın müridleri arasındadır.

Nakşibendî silsilesi Bahâeddin Nakşibend’den Yakub-ı Çerhi’ye ondan da Ubeydullah Ahrâr’a geçerek devam etmiştir. Nakşilik, Ahrâr’ın halifesi olan Abdullah-ı İlâhî vasıtasıyla Anadolu’ya getirilmiş ve burayı ikinci merkez haline getirmiştir. İstanbul’daki ilk Nakşibendî tekkesi onun tarafından 895/1490 yılında burada kurulmuştur. Nakşibendiyye tarihinin önemli aşamalarından biri de XVII. yüzyılda Müceddidiyye (Ahmediyye) kolunun ortaya çıkışıdır. Böylelikle Hint alt kıtası Orta Asya ve Anadolu’dan sonra üçüncü büyük merkez oldu. Kurucusu İmâm-ı Rabbânî, Şiîliğe muhalefeti de içeren Mektûbât’ı yazarak, tarikatın ilk doktriner eserini ortaya koydu. İmâm-ı Rabbânî, şeyhinin izinden gittiğini söylemekle beraber, daha müteşerrî bir yöntemi benimsemiş ve ulemanın da ilgisini çekmeyi başarmıştır.

Sirhindî, silsileyi önemseyerek, Alevî silsilenin yerine Bekrî silsileyi öne çıkardı. Bu durum, onun Şîa karşıtlığı ile tamamen örtüşmektedir. Başlangıçta Vahdet-i vücuda sıcak bakmakla birlikte, sonraları bunu terk etmiş, onun yerine vahdet-i şühûd görüşünü temellendirmeye çalışmıştır. Onun “mütekebbir” olarak tanımlanan tavrı, Bâbürlü Hükümdarı Cihangir tarafından hapse atılmasına gerekçe yapıldı. Kendisinin hicrî II. binyılın müceddidi olduğunu iddia etmesi de aynı tavırla örtüşmektedir. Hinduizm’e karşı tavır almış ve Bâbürlü devlet adamlarıyla gergin ilişkileri sürdürmüştür. Oğlu ve halifesi olan Muhammed Ma‘sûm da tasavvufun şeriata bağlılığı gerektirdiğini vurgulamıştır. İlerleyen dönemlerde tarikatın önderliğini üstlenen Mazhar Can-ı Canan, Hindulara daha olumlu yaklaşmış, Sirhindî ise onlara yönelik putperestlik ithamlarını reddetmesine, Ramaçandra ve Krişna’nın peygamber olmalarının mümkün olabileceğini söyleyerek onları monoteistik inançlar arasında değerlendirmesine rağmen, Şiîler’e aynı hoşgörüyü göstermemiştir. Şiîlere karşı katı tutumu, ölümüne sebep olan suikastın Şiî kaynaklı olabileceği değerlendirmesine neden olmuştur.

Hindistan’da Sirhindî’den sonra ortaya çıkan önemli şahsiyetlerden biri de Şah Veliyyullah ed-Dihlevî’dir. Dihlevî vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd meselesini yeniden ele almış ve ikisi arasında mahiyet farkı bulunmadığını, farkın sadece terminolojik olduğunu söyleyerek Sirhindî’nin görüşünden ayrılmıştır. Bununla birlikte Sirhindî’nin temellendirdiği müceddid ve kayyûm kavramlarını benimseyerek sahiplenmiştir. Ondan sonra tarikat, Hindistan’ın dışında da yayılmıştır. Onun Delhi’de şeyhinin türbesinin bulunduğu mevkide inşa ettirdiği hankaha kısa sürede her taraftan müridler burada toplanmaya başlamıştır. En meşhur halifesi, kendisine tarikatı Batı Asya’da yayması için sınırsız yetki verdiği Mevlânâ Hâlid el-Bağdâdî’dir. Onunla birlikte Nakşibendiyye’de Hâlidiyye adıyla yeni bir kol ortaya çıkmış ve bu kol hemen hemen bütün Arap topraklarında, Türkiye’de ve Kürtler’in yoğun olduğu bölgelerde Müceddidîliğin yerini almıştır. Bugün Türkiye’de faaliyet gösteren ve kamuoyunda meşhur olan tarikatlerin/cemaatlerin tamamına yakını yakını Halidîlik üzerinden Nakşiliğe bağlıdır.

Hoca Abdulhalik Gucdüvanî (ö. 575/1179 veya 617/1220)

Bugün günlerden Cuma. Cuma namazını, Nakşibendi silsilesinin en önemli kutup başlarından biri olarak kabul edilen Abdulhalık Gucdüvanî adına yapılan Külliyede kıldık. Büyük bir kompleks olan Külliye’nin avlusunda, açık havada kıldık. Hatip de açık hava da hutbeyi okuyup namazı kıldırdı. Gucdüvanî, Buhara’ya yakın Gucdüvân köyünde doğdu. Babası, zâhirî ve bâtınî ilimlere vâkıf bir âlim olan Malatyalı Abdülcemil İmam’dır. Düşmanları tarafından şehirden çıkarılan Malatya sultanının tahtına dönmesini sağlayan Abdülcemil, 113 yaşında olmasına rağmen mükâfat olarak sultanın kızıyla evlendirilir. Daha sonra bilinmeyen bir sebeple babası, Malatya’yı terk etmek zorunda kalır ve Buhara’ya giderek Gucdüvân köyüne yerleşir. Gucdüvanî, anılan evlilikten ve burada doğar. Gucdüvânî’nin Hızırla görüşerek, ondan telkinler aldığına dair birçok menkıbe anlatılmaktadır. Yûsuf el-Hemedânî’nin (ö. 535/1140) müridleri arasına katıldı. Yine menkıbeye göre Hızır, Gucdüvânî’nin mânevî terbiyesinin tamamlanmasını Hemedânî’ye havale ederek aradan çekilmiştir. Hemedânî’nin Buhara’dan ayrılmasıyla o da köyüne döndü. Daha sonra Buhara ve civarındaki dervişlerin başına geçti. Hâcegân silsilesi, onun halifesi Ârif-i Rîvgerî ile vasıtasıyla sürdürülmüştür.

         Gucdüvânî’nin tarikata en önemli katkısı “kelimât-ı kudsiyye” olarak tanınan sekiz tarikat prensibini ortaya koymasıdır. Bunlar orijinal Farsça tabirleriyle şöyledir: Hûş der-dem, sefer der-vatan, nazar ber-kadem, halvet der-encümen, yâdkerd, bâzgeşt, nigâhdâşt ve yâddâşt. Bunlara sonradan ilâve edilen üç prensiple beraber (vukūf-ı zamânî, vukūf-ı adedî, vukūf-ı kalbî) Nakşibendîliğin başlıca umdelerini oluşturmaktadır. Gucdüvânî’nin Risâle-i Ṣâḥibiyye ve Veṣâyâ isimli iki eseri bulunmaktadır.

Arif Rivgerî (ö. 634/1236-37)

Buhara yakınlarında bulunan (günümüzde Şâfirkan şehrine bağlı) Rîvger köyünde doğdu ve burada öldü. Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî’nin halifesi, Mahmûd-ı Fağnevî’nin ise Hoca Arifi Rivgeri şeyhidir. Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Bahâeddin Nakşibend’in tarikat silsilesi Rîvgerî vasıtası ile Gucdüvânî’ye ulaşır. Bu açıdan Ârif-i Rîvgerî’nin Nakşibendiyye tarikatı tarihinde önemli bir yeri vardır.

Mahmud Fağnevî (ö. 715/1315-16)

Buhara yakınlarındaki Vâbkîne (Vâbkene) kasabasına bağlı İncirfağne köyünde doğdu. Genç yaşlarında yerleştiği Vâbkîne’de sıvacılık yaparak hayatını kazanmaya başladı. Hâcegân silsilesinden Ârif-i Rîvgerî ile tanışıp kısa zamanda onun en seçkin müridi ve birinci halifesi oldu. Rîvgerî’nin izniyle Hâcegân silsilesinde ilk defa cehrî zikir icra etmeye başladı. Buna gerekçe olarak “Uyumuşların uyanarak, gafillerin şuurlanarak zikirle yola gelmeleri, şeriat ve tarikat caddesine girmeleri, bütün hayırların anahtarı ve saadetlerin aslı olan hakiki tövbe ve inâbete rağbet etmeleri için” dedi. Fağnevî’den sonra Bahâeddin Nakşibend’in ortaya çıkışına kadar bütün Hâcegân silsilesi müntesipleri cehrî zikir yapmaya devam etmişlerdir. Fağnevî, Ali Râmîtenî’yi yetiştirmiş, Hâcegân silsilesi kendisinden sonra onunla devam etmiştir. 715/1316 yılında Vâbkîne’de vefat etmiştir.

Ali Ramitani (ö. 721/1321)

Buhara yakınlarında bulunan Râmîten kasabasında doğdu. Mahmûd-ı Fağnevî’ye intisap etti. Hacegan silsilesi onun halifesi Hâce Muhammed Baba Simmâsî ile deavm etmektedir. Bahâeddin Nakşibend, Baba Simmâsî’nin mürididir. Hâce Azîzân lakabıyla meşhur olan ve Azîzân tarikatının kurucusu sayılan Ali Râmîtenî, zikir telkini konusunda cehrî ve hafî iki ayrı usul uygulamış, daha sonra Nakşibendiyye’de hafî zikir esas alınarak cehrî zikir terkedilmiştir.

Baba Semmasî (ö. 736/1335-36)

Semmâsî, Buhara’ya bağlı Râmîten kasabasının Semmâsî köyünde doğdu. Ali Râmîtenî’nin yanında tasavvufî eğitime devam etti ve onunla birlikte Hârizm’e gitti. Seyrüsülûkünü tamamlayarak halife olduktan sonra köyüne dönüp irşad faaliyetine başladı. Onun en önemli halifesi Bahâeddin Nakşibend’in mürşidi Seyyid Emîr Külâl’dir. Hacegan silsilesi onunla devam etmiştir. Semmâsî, 736/1335-36 yılları civarında vefat etti. Kabri Semmâsî köyündedir.

Emir Külal (ö. 772/1370)

Buhara’nın Sûhârî köyünde doğdu. Hz. Peygamber’in neslinden geldiği için Emir”, mesleğine (çömlekçilik) nispetle de “Külâl” denilmiştir. Semmâsî ile tanışarak yirmi yıl onun halkasına devam etti. Şah-ı Nakşibendî’nin mürşididir. Emîr Külâl 772/1370 tarihinde doğduğu köyde vefat etti ve orada defnedildi.

Sahi Nakşibendî (ö. 791/1389)

718/1318’de Buhara bağlı Kasrıhindûvân köyünde doğdu. Muhammed Semmâsî tarafından mânevî evlât olarak kabul edildiği ve Semmâsî’nin, beraberinde bulunan müridi Emîr Külâl’i Bahâeddin’in tasavvuf terbiyesi için görevlendirdiği kaydedilmektedir. Bir süre Çağatay Hanlığı’nda hüküm süren ve zalim olarak bilinen Kazan (Gazan) Han’ın yanında kalmıştır. 791/1389 tarihinde doğduğu köyde vefat etti. Kurduğu tarikatın mensuplarınca özellikle Türkiye’de Şâh-ı Nakşibend unvanıyla tanınır. Hafî zikir, kerametlere fazla değer vermeme, belli bir giyim tarzından kaçınma, tekkede oturmayı sevmeme gibi anlayışları ön plana çıkmıştır. Bu açıdan Melametîlerin de varisi olarak kabul edilmektedir.

Bahâeddin’in sözleri başkalarının telif ettiği eserler yoluyla günümüze intikal etmiştir. Bunların en önemlisi Hâce Muhammed Pârsâ’nın Risâle-i Ḳudsiyye’sidir. Pârsâ (ö. 822/1419), Bahâeddin’in önde gelen halifelerindendir. Nakşibendî silsilesi, ondan sonra halifesi Mevlânâ Ya‘kūb-i Çerhî (ö. 851/1448) ile deavm etmiştir. Tarikat, Bahâeddin’den itibaren “tarîk-i Nakşibendî” adıyla tanınmıştır. Ondan daha sonra gelen İmâm-ı Rabbânî (ö. 1034/1624) ve Hâlid el-Bağdâdî (ö. 1242/1827) gibi Nakşibendî müceddidleri yeni ve müstakil tarikat kurucuları değil Nakşibendiyye tarikatının muhtelif kollarının kurucuları olarak görülürler.

 

 



* Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, cinarmahmut02@gmail.com.

[1] Bazı kaynaklarda kaydedildiğine göre Timur’un Şiraz seferi sonrasında bütün Şirazlılar gibi Hafız’ı da vergiye bağlamış ancak Timur’un huzuruna çıkarak vergi verecek hiçbir şeyinin olmadığını belirtmiş ve muaf tutulmasını istemiştir. Bunun üzerine Timur Hafız’a bu beyti hatırlatır o da “–İşte o bol keseden yaptığım ihsanlar yüzünden iflâs ettim Sultanım!” cevabını verir. Hafız’ın Timur’a olan cevabı, O’nun hoşnutluğunu kazanmaya yetecek belağat ve güzelliktedir: “İşte ey Han’ım, siz ala ala, biz de zaten vere vere, ölçüsüz cömertliğimiz yüzünden bu hallere düştük!..”  Bu cevaba gülen Timur, şairi, vergilerden muaf tutarak ihsanlarda bulunur.

[2] Yakut, Mu‘cem, III, 248-250.

[3] Abdulhalık Bakır, “Kusem b. Abbas, DİA, XXVI, 462-463., 462-463.

[4] Geniş bilgi için bk. Engin BEKSAÇ, “Bîbî Hanım Camii”, DİA, VI, 125-126.

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar