“İSLAM’IN
KUBBESİ”NE YOLCULUK: SEMERKANT ve BUHARA GEZİ NOTLARI
Prof. Dr. Mahmut ÇINAR
اگر آن تُرکِ شیرازی به دست آرَد
دلِ ما را
به خال هِندویَش بَخشَم سمرقند و
بُخارا را
“Şayet
o Şiraz Türk (güzeli) elde ederse gönlümüzü
Onun
siyah benine bağışlarım Semerkant’la Buhara’yı”
Hafız-ı Şirazî
Kelam Koordinasyon toplantısının bu
yılki (2024) yeri Semerkant’tı. Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin ev
sahipliğinde yapılması planlanan toplantı ve Matüridilik konulu sempozyum için
Semerkant’ın seçilmesine, Iğdır İlahiyat Fakültesi dekanı da olan Prof. Dr. Ali
Yıldız Musahan’ın teklifi neticesinde karar verildi. İslam’ın kubbesi olarak
tanımlanan ve bugün tarihi bütün canlılığını koruyan bu coğrafya gitme kararı
her kelamcı gibi beni de hayli heyecanlandırmıştı. Bu coğrafya İslam düşünce
tarihinin Basra ve Bağdat’tan (Kûfe) sonra II. Döneminde, bütün ümmeti
etkileyecek ilmî, fikrî ve irfanî faaliyetlere imza atmıştır. İmam Mâtürîdî
gibi büyük bir din âliminin yanı sıra İbn Sina gibi büyük bir filozof, Buhari
gibi bir muhaddis, Timur gibi bir siyasetçi ve hükümdar ve Anadolu
dindarlığının da temel referansları olan başta Şah-ı Nakşibend olmak üzere
birçok sûfî bu coğrafyada doğup yetişmiştir. Onların doğdukları, yasadıkları ve
büyük çoğunluğunun vefat ettiği bu coğrafya, herkes gibi benim de öncelikli
ilgi alanlarım arasındaydı. Nihayet 29.09.2024 günü Semerkant’a ve Buhara’ya,
Yüce Allah’ın hem iklim ve tarım açısında hem de ilim ve irfan bakımından
bereketli kıldığı bu coğrafyaya doğru yolculuğa başladık.
Semerkant
İlk durağımız Semerkant’tı. Bugünkü
Özbekistan sınırları içerisinde yer alan Semerkant, Soğd vadisinin güneyinde
yükselen meşhur bir kenttir. Bazı coğrafyacılar, Şemir Ebû Kereb tarafından
inşa edildiğini kaydetmiştir. Buna bağlı olarak Şemirkend (Şemir’in kenti)
denilmiştir. Daha sonra bu isim Semerkant’a dönüşmüştür. Tarihte Semerkant,
bağları, bahçeleri ve suları ile güzel bir kent olduğu gibi, çarşı ve
pazarlarının da dikkat çekici oluşuyla bilinmekteydi; bugün hala böyledir.
Hatta yukarıdan bakıldığında yeşillikler arasından binaları görmek mümkün
değildi. Bölgede Debûs, Şaş ve Kirmaniye gibi birçok şehir bulunmasına rağmen,
Semerkant en nezih, en temiz ve en saygın olanıydı. Ahmed b. Vazıh bir şiirinde
ondan bahsederken “Horasan’ın süsü”, el-Büstî ise “Dünyanın cenneti”
demektedir. Yukarıda verdiğimiz beyitinde Şirazlı Hafız (ö. 792/1390),
yeryüzünde Semerkant ve Buhara’dan daha kıymetli bir yer bilmediği için
“Sevgili’nin bir tek benine bunları feda edebileceğini” kaydetmektedir.[1]
Müslümanlardan önce Semerkant’ta çoğunluğu Zerdüştîlik
olmak üzere Budizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık gibi din mensupları
yaşamaktaydı. Aralarında muhaddis Dârimî (ö.
255/869), İmâm Mâtürîdî (ö. 333/944), fakih İbn Hibbân (ö. 354/965), Ebü’l-Leys
es-Semerkandî (ö. 373/983), Alâeddin es-Semerkandî (539/1144), Uluğ Bey (ö.
853/1449), Şehâbeddin İbn Arabşah (854/1450) ve Ali Kuşçu’nun (ö. 879/1474) da
bulunduğu meşhur şahsiyetler, Semerkant’ın yetiştirdiği ilim ve fikir
insanlarından bazılarıdır.[2]
Semerkant’ın Müslümanlar tarafından
fethi, birkaç aşamada gerçekleşti. Son olarak Emevîlerin Horasan Valisi Kuteybe
b. Müslim tarafından 93/711 yılında, şiddetli çatışmalardan sonra fethedildi.
Burada bir camii de inşa edilerek Müslüman kenti haline geldi. Abbâsî halifesi
Me’mûn’un Samanî ailesinden Nûh b. Esed’i 204/819 yılında Semerkant’a vali
tayin etmesinden sonra Semerkant, Samanîlerin merkezî oldu. 261/874 yılında
Samanîler müstakil bir devlet haline geldi. Böylece Semerkant nüfus yoğunluğu,
ticaret ve medeniyeti, ilim ve kültürel faaliyetleri açısından bölgenin merkezî
oldu. Semerkant, Samanîler, Karahanlılar, Büyük Selçuklu Devleti, Hârizmşahlar
ve Moğollar gibi birçok devletin işgal ve hükümranlığına sahne olmuştur. Cengiz
Han 617/1220 tarihinde şehri âdeta harabe haline getirdi. Maveraünnehir
coğrafyasını hâkimiyeti altına alan Timur, 771/1369 tarihinde Semerkant’ı
başkent yaparak aralarında Teftâzânî’nin de bulunduğu ilim ve sanat insanlarını
burada topladı. Bu dönemden sonra Semerkant tekrar eski günlerine dönerek mamur
bir şehir haline geldi.
Semerkant ve Emir Timur
Semerkant, sahip olduğu tarihi ve
kültürel değerlerin önemli bir kısmını Timur’a borçludur. Bu nedenle kısaca
Timur’dan bahsetmek yerinde olacaktır. Timur’un sağ kol ve bacağı savaşta yara
aldığı için aksaktı. Bu nedenle “aksak” anlamına gelen -lenk ekiyle birlikte
Timurlenk olarak anılmaktadır. Timur, Barlas kabilesinin emiri Turagay’ın oğlu
olarak 736/1336 yılında doğdu. Onu hükümdarlığa taşıyan süreç ise onun, Çağatay
neslinden Saray Mülk Hatun ile evlenmesiyle başladı. Bundan böyle ‘Han-ı
Kürekan’ (Han damadı) unvanını aldı. Bu evlilikten dolayı Timur, kendisini
Çağatay Hanlığı’nın varisi olarak gördü. Bir hükümdar olarak Timur’un öne çıkan
hedefleri arasında, Çağatay topraklarına egemen olmak, Moğol İmparatorluğu
üzerinde sonradan türeyen hanedanları cezalandırmak, İpek Yolu güzergâhındaki
ülkeleri ele geçirmek ve cihan hâkimiyetini gerçekleştirmek gibi önemli
idealler yer almaktaydı. Timur, bu hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla birçok
sefer düzenledi.
761/1360 yılından itibaren, henüz yirmi beş
yaşındayken, siyasî arenada adından söz edilmeye başlandı. Yaptığı ittifakların
da desteğiyle, on yıllık bir mücadeleden sonra Mâverâünnehir coğrafyasına hâkim
oldu ve Semerkant’ta tahta oturdu. Böylece Semerkant, Timur tarafından başkent
olarak ilan edildi. Bu dönemde İran paramparça olmuş; burada Kertler,
Serbedârîler, Toga Timurlular, Muzafferîler ve Celâyirliler gibi birçok beylik
hüküm sürmekteydi. Timur, bunların varlığına son verdi. Hindistan, Irak ve
Suriye’den bazı yerleri işgal etti. Timur, Anadolu’daki ihtilafları da fırsat
bilerek batıya yöneldi ve 1399 yılında “yedi yıllık sefer” olarak adlandırılan
seferine çıktı. Bir yandan Yıldırım’la mektuplaşmalar ve elçiler üzerinden
görüşmeler devam ederken, diğer yandan da Suriye bölgesinde Memlûklere büyük
bir darbe indirdi. Hârizm’e düzenlediği seferlerle yöre halkının önemli bir
kısmını Semerkant’a göçmek durumunda bırakmıştır. Nitekim
buraya beş sefer düzenlemiş, neticede burada hükümran olan Sufî ailesi ve Kongrat
kabilesini kendisine bağlayamayınca, Ürgenç şehrini yıktırarak, ahaliyi de
Semerkant’a taşımıştır.
Timur, bir yandan küffara karşı birlik olmayı Osmanlı
Padişahı Yıldırım Bayezid’e teklif ederken, diğer yandan da ona kabul
etmeyeceği tekliflerde bulunarak savaşa zorladı. Neticede iki ordu Ankara
yakınlarında, Çubuk’ta karşılaştı. Bu savaşta Timur galip geldi. Yıldırım esir
düştü ve esaret altında iken vefat etti. Onun vefatıyla birlikte Osmanlı
Devleti’nde fetret devri başlamış oldu. İzmir’e kadar ilerleyen Timur, sonra
tekrar doğuya dönerek, bir yıl daha Anadolu’da kaldıktan sonra, 1404’te
Semerkant’a döndü. Aynı yıl Çin üzerine yürüdü ve bu sefer esnasında
hastalanarak öldü. Vasiyeti üzerine Semerkant’taki türbesine defnedildi.
Timur, sade görünüşlü, başında kürk başlığı bulunan,
azametli bir hükümdar olarak tarif edilmektedir. Oldukça zeki ve kurnaz, askerî
bir taktikçi ve strateji uzmanı olduğu kaydedilmektedir. İslam dini ile eski
Türk ve Moğol geleneklerini yaşatmaya çalışmış, bu arada yasaya (töre)
bağlılığını sürdürmüştür. Zaman zaman yasayı şeriattan daha çok önemsediği için
kâfir olmakla suçlanmıştır. İslam dini hakkındaki bilgileri kulaktan duyma ve
huzurunda yaptırdığı münazaralardan elde ettiği bilgilerden ibaretti. Teftâzânî’nin
de aralarında bulunduğu ulemaya Sünnîlik-Şiîlik meselelerine dair tartışmalar
yaptırır, bu tartışmalara bizzat kendisi de katılırdı. Zaman zaman
düşüncelerini desteklemek üzere Kur’an ayetlerini okuduğu kaydedilmektedir.
Ancak Şiî Hâce Ali b. Müeyyed ile görüşürken Sünnîliği desteklediği hatta
Mâzenderan’da Şiî seyyidlerini cezalandırdığı halde, Suriye’de Hz. Ali
taraftarlığı yapmış ve koyu bir Şiî olarak tanınmıştır. Bu durum, Timur’un
İslam dinini ve dinî müesseseleri siyasî emellerine erişebilmek amacıyla
kullandığının kanıtı olarak değerlendirilebilir.
Timur, cihan hâkimiyeti düşüncesine sahip bir hükümdar
olarak, Müslüman devletlere de saldırmış, ele geçirdiği yerlerde zaman zaman
katliamlar yapmış ve büyük zararlar vermiştir. Ulemayı etrafında toplaması ve
onlara imkânlar sunması gibi olumlu faaliyetleri de anılan hedeflerine ulaşmak
için yapmış olması mümkündür. Her şeye rağmen teşkilatçı bir kişiliğe sahip
olduğu ve göçebelikten yerleşik hayata geçişte, önemli rol oynadığı
anlaşılmaktadır. Onun döneminde Semerkant, ticaret, siyaset ve medeniyet
merkezi haline geldi. Ressam, musikişinas ve diğer sanatlarda meşhur olan
ustaları Semerkant’a getirerek, sanatlarını geliştirmelerine imkân tanıdı.
Bütün bunlar, Timur’un siyasî kaygılarının her şeyden daha önde olduğu, dinî
kaygılarının nispeten daha geri planda olduğu anlamına gelmektedir.
Teftâzânî’nin Timur tarafından
Semerkant’ta kalmasının sağlanması, Timur’un ilme ve onun şahsiyetine verdiği
önem hakkında fikir vermektedir. Teftâzânî’ye yakın ilgi gösteren ve huzurunda
ilmî müzakereler yaptıran Timur’un, Şiraz seferinden sonra Seyyid Şerif
Cürcânî’yi de yanına alarak Semerkant’a götürdüğü ve huzurunda Teftâzânî ile
münazaralar yaptırdığı kaydedilmektedir. Söylenceye göre bu münazaraların
birinde Cürcânî’ye karşı zayıf kalan Teftâzânî, Timur’un gözünden düşer.
İlerleyen süreç içerisinde Timur’un katında Teftâzânî’nin itibarının azaldığı
ve kısa süre sonra burada vefat ettiği anlaşılmaktadır.
Semerkant, cadde ve sokakları
düzenli, caddeler ağaçlarla çevrilmiş ve tertemiz bir kent olarak karşımıza
çıkmaktadır. Gördüğüm kentler arasında en çok İsfahan’a benzettim. Bu
benzetmede cadde ve sokaklar etkili olduğu gibi, Semerkant’taki tarihi eserlerin
Fars mimarisinin özelliklerini taşıması da etkili oldu. Semerkant’ta Timur’un
izlerini bugün bile canlı bir şekilde görmek mümkündür. Bibi Hatun Külliyesi,
oğlu Uluğ tarafında yapılan Uluğ Bey Medresesi’nin de içinde bulunduğu Registan
Meydanı ve daha nice tarihi eser bütün canlılığıyla ziyaretçilerini
beklemektedir.
Qusem b. Abbas Ziyareti (Şah-i
Zinda)
Semerkant’taki ilk ziyaret yerimiz Şah-i Zinde Kompleksidir. Şah-ı Zinde (Yaşayan Sultan) ismi, Hz.
Peygamber’in amcası Abbas’ın oğlu Kusem b. Abbas için kullanılmaktadır. Kusem Hz.
Peygamber’in cenazesi yıkanırken hazır bulunmuş, cesedi sağa sola çevirmiş,
Resûlullah’ı kabrine yerleştirmiş ve kabirden en son o çıkmıştı. Bu sebeple
Resûl-i Ekrem’e en son dokunan kişi olarak tanınır. Hz. Ali’nin hilâfeti
döneminde Mekke valiliğine tayin edilen Kusem, onun ölümüne kadar bu görevini
sürdürdü. Medine valiliği yaptığı da söylenmiştir. Mekke’deki idarî görevleri
yanında hac emirliği yaptı (38/658) ve fetvalar verdi. Muâviye b. Ebû Süfyan
döneminde Horasan Valisi Saîd b. Osman b. Affân’ın kumandasında Horasan
civarındaki fetihlere katıldı. Saîd b. Osman’la birlikte Semerkant seferine
katıldı (56/675) ve burada şehid oldu. Mezarı zamanla ziyaretgâh haline gelmiş,
etrafına cami ve medrese yapılmıştır. Kusem’in Semerkantlılar arasında “Şâh-ı
Zinde” (yaşayan sultan) diye anılan mezarına Bâbür devrinde Mezarşah adı
verilmiştir.[3]
Hoca Hızır Camii
Semerkant’ta ikinci durağımız Hızır Camiidir. Yapılış tarihinin 712
olduğu kaydedilmektedir. Bu itibarla Orta Asya'da yapılan ilk cami olarak
bilinmektedir. Adını Hazreti Hızır’dan almaktadır. Camii,
Semerkant’ta Bibi Hanım Camii’ni, türbesini
ve Registan Meydanı’nı panoramik gören Aftasiyab tepesinin üzerindedir. Burada
bulunan en eski camii, XIII. yüzyılın başında, Moğol istilasında Cengiz Han’ın
askerleri tarafından yıkılmış. 1854 yılında Buhara Emiri Muzaffarkhon’un
emriyle Semerkant esnafları tarafından eski temelleri üzerine tekrar inşa
edilmiştir. Caminiin terası ve giriş kapıları 1899 yılında inşa edilmiştir. 3
Eylül 2016’da ölen, Özbekistan 1. Cumhurbaşkanı İslam Karimov, Hızır Camii’nin yakınına
gömüldü.
Bibi Hatun Camii
Bibi Hatun Camii, Timur’un gözde eşi ve aynı zamanda
Çağatay Hanı Kazan Halil’in kızı olan Melike Hanım’dan almaktadır. Melike
Hanım, halk arasında Bîbî Hanım olarak tanınmaktaydı. Timur, ömrünün sonlarına
doğru yaptırdığı bu muhteşem yapının inşaatıyla bizzat ilgilenmiştir. Devâsâ
ölçülere sahip olan cami ve külliye, diğer yapılara göre müstesna bir yer
tutmaktadır. Timur bununla kurmuş olduğu devletin gücünü, büyüklüğünü ve
ihtişamını göstermek istediği gibi, yapı onun şahsî gücünü de sembolize
etmektedir. Külliye, bir meşhed-cami ve medreseden oluşmaktadır. Bîbî Hanım
Türbesi denilen bu türbe, caminin karşısında yer almaktadır. Külliye, Semerkant’taki
en güzel şaheserlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.[4] Bibi Hatun Külliyesinin
hemen yakınında bulunan Siyob Dehqon Bozori
(Siab Çarşısı), kentin en büyük çarşısıdır. Hem yerel halk hem de yerli ve
yabancı turistler tarafından ziyaret edilmektedir. Burada daha çok yerel
ürünler satılmaktadır.
Hoca Ubeydullahi Ahrar Türbesi
سمرقند قدمكاه
بزركانست
“Semerkant, büyüklerin mekânıdır”
Bu ifade, Ahrar’ın türbesinde bulunan ve ona ait olduğu söylenilen bir portrenin
sağ alt kısmında yazılıdır. Gerçekten de Semerkant ve özellikle de Buhara’da
kendinizi, canlı bir şekilde varlığını sürdüren ve çoğu Nakşibendiliğin öncüsü
olarak kabul edilen “Pirler”in arasında görürsünüz. Bunlardan biri de Nakşi
silsilenin halkalarından kabul edilen Ubeydullah-ı Ahrar, Semerkant’tadır. Ubeydullah-ı Ahrar veya Ahrar-ı Veli, 806/1404
yılında Taşkent’in Bâgıstan köyünde doğdu. Yirmili yaşlarında ilim tahsili için
Semerkant’a gitti. Tasavvufa olan ilgisinden dolayı ilim tahsilini yarıda
bıraktı ve bölgede bulunan Nakşibendiyye tarikatının önde gelen şeyhlerini
ziyaret etti. Herat ve Semerkant’ta bazı şeyhlerin sohbetlerine katıldı. Daha
sonra tekrar Herat’a dönerek Nakşibendî şeyhi Ya‘kūb-i Çerhî’ye intisap etti ve
üç ay sonra Çerhî’den hilâfet aldı. Timurlular’dan Ebû Said Mirza Han’ın daveti
üzerine Taşkent’ten Semerkant’a geldi. Ticaret ve ziraatla da uğraşarak
Semerkant, Buhara, Taşkent ve Karşı gibi şehirlerde çok sayıda dükkân, bahçe,
köy, mezraa ve sulama kanalı satın aldı. Siyasilerle ilişkilerini iyi tutarak
onları etkiledi. 895/1490’da Semerkant’ta vefat etti ve burada defnedildi. Geride
birçok mürid ve halife bıraktı. Onunla devam eden Nakşibendiyye silsilesine
Ahrâriyye adı verilmiştir. Bir hükümdarın yanında bulunup onun dine aykırı
davranışlarını ve zulümlerini engellemenin, bir mazlumun gönlünü hoş etmenin
nâfile ibadetlerden daha üstün sayıldığını söylemiştir. Ayrıca çalışıp
kazanmaya önem verir, kimseden hediye kabul etmezdi.
Ahrar’ın Vahdet-i vücûd düşüncesini benimsediği ve sohbetlerinde Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’nin eserlerinden nakiller yaptığı belirtilmektedir. Tasavvuf
yolunda ilerlemenin ölümden sonra da sürdüğüne inanır, sohbetlerinde bazı âyet
ve hadisleri işârî yöntemle açıkladığı kaydedilmektedir. Günümüzde kendilerini
Nakşibendî olarak tanımlayan bazı çevreler, siayset ve ticaret gibi alanlarla
ilgilenmede Ahrar’ı referans aldıklarını söylemektedir. Ahrar’ın Fıḳarât, Risâle-i
Ḥavrâʾiyye, Risâle-i Vâlidiyye ve Ruḳaʿât (Mürâselât) gibi eserleri kaleme almıştır.
İmam Matüîudî Türbesi
Bir
kelamcı için Semerkant’ta mutlaka ziyaret etmesi gereken yer hiç şüphesiz İmam
Mâtürîdî Türbesi’dir. Semerkant ve Buhara’da gördüğümüz emirler ve pirlere ait
türbe ve yapılara göre oldukça mütevazı olan türbe, Mâtürîdî’ye nispet edilen
mezar üzerine Özbekistan Cumhuriyeti tarafından inşa edilmiştir. İmam Mâtürîdî,
Semerkant’ın dış mahallesi olan Mâtürid köyüne nispete dilmektedir. Abbâsîler’in
merkezî otoritelerinin oldukça zayıfladığı bir dönemde hilâfete bağlı müstakil bir
beylik olan Sâmânoğulları’nın bölgede hâkim olduğu bir dönemde yaşamıştır.
Doğum tarihi kesin olmamakla beraber III/IX yüzyılın ilk yarısında dünyaya
geldiği ve vefat ettiğinde (333/944) ömrünün bir asra yakın olduğu tahmin
edilmektedir. Mâtürîdî’nin babası ve dedesinin adından başka ailesi hakkında
bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca bilinen oğlu da yoktur. Nesli, kızı üzerinden
devam etmektedir. Hanefî mezhebinin üçüncü kuşak âlimlerinden kabul
edilmektedir. Eserlerinde kullandığı bazı ifadelerden dönemin siyaset ve devlet
adamlarıyla münasebetlerinin iyi olmadığını göstermektedir.
Kelam ve
fıkıh alanında otorite kabul edilen şahsiyetler, kendisinden ilim tahsil etmişlerdir.
333/944’te vefat etmiştir. Semerkant’ın ünlü Çâkerdîze Mezarlığı’na defnedildi.
Arkadaşı ve öğrencisi Hakîm es-Semerkandî mezar taşına şu anlamda bir ibare
yazdırttı: “Burası bütün hayatını ilme adayan, gücünü ilmin yaygınlaşması ve
öğretilmesi yolunda tüketen, din yolundaki eserleri övgüyle anılan ve ömrünün
meyvelerini devşiren kişinin mezarıdır”. Mâtürîdî’nin şimdiki türbesi 2000
yılında tamamlanarak etrafına da bir külliye inşa edilmiştir. Türbe, Semerkant
ve Buhara’da gördüğümüz diğer türbelere göre oldukça mütevazıdır. Onunla ilgili
olarak “Zamanında ilimde, anlayışta, mezhepleri bilmede ve takvâda yegâne idi” denilmiştir.
Mâtürîdî, ehl-i sünnet kelamının sistematik hale gelmesinde önemli katkılar
sunmasına rağmen, eserlerinin dil açısından zayıf olması, yaşadığı coğrafyanın
merkeze uzak olması ve göreceli olarak aklî yöntemi benimsemiş olamsı gibi
nedenlerle islam dünyasında hakkettiği ilgiyi, erken dönemlerde görmemiştir.
Bununla beraber Mâtürîdî’nin İslâm dünyasında tamamen ihmal edilmediğini
belirtmek gerekir. Görüşleri ve biyografisine dair bilgiler, erken dönemlerden
itibaren bilhassa kendisini büyük bir otorite kabul eden Mâverâünnehir
Hanefîleri’nin teliflerinde, sınırlı biçimde diğer mezheplere ait eserlerde yer
almaya başlamıştır. Bununla birlikte ona ayrılan yerin çok yönlü ilmî
şahsiyetine uygun olduğu söylenemez.
Mâtürîdî’ye “kudvetü’l-ferîkayn” (iki grubun lideri) tabiri, zâhir ve bâtın
ilimlerinde lider konumunda olduğunu çağrıştırmaktadır. Takvâya ulaşmanın
yolları hakkında tasavvufî bir karakter taşıyan açıklamalr yapmıştır. Ancak bölgede
baskın bir tasavvufî eğilim olmasına rağmen, Kitâbü’t-Tevḥîd’de keşif ve
ilhamın bilgi kaynağı olmadığını, velîlerin peygamberlerden üstün olduğu
görüşünü reddetmesi ve dünya nimetlerinden istifade edilmesini yadırgayanlara
bunların insanların faydalanması için yaratıldığını söylemesi, onun mutedil bir
dindarlığı benimsediğini göstermektedir. Şu var ki onun görüşleri, Mâverâünnehir
mutasavvıfları üzerinde etkili olmuştur.
Mâtürîdî kelâm, tefsir, fıkıh ve mezhepler tarihi alanlarında eserler
kaleme almıştır. Bunlar arasında Kitâbü’t-Tevḥîd adlı eseri, kelam
tarihi içinde eşsiz bir yere sahiptir. Yine onun tefsire dair kaleme aldığı Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân’ı, dirayet tefsirlerinin ilk
örnekelrinden kabul edilmektedir. Daha sonraları, kendisi “şeyh, imam,
şeyhülislâm, imâmü’l-hüdâ, alemü’l-hüdâ, reîsü meşâyihi Semerkand,
imâmü’l-mütekellimîn, musahhihu akāidi’l-müslimîn, imâmü Ehli’s-sünne” gibi
unvanlarla anılmıştır. Mu‘tezile, Havâric ve Bâtıniyye gibi İslâmî mezheplere
karşı ciddi bir mücadele vermiştir. Ancak Mâtürîdî’yi bir ekol sahibi olarak
benimseyen ve kelâma dair görüşlerini merkeze alarak Kitâbü’t-Tevḥîd’den
sonra ikinci kaynak sayılan Tebṣıratü’l-edille’yi telif eden âlim
Ebü’l-Muîn en-Nesefî olmuştur. MâtürîdÎ üzerine birçok dilde çalışmalar
yapılmış, tez, kitap, makale ve tebliğ düzeyinde eserler kaleme alınmıştır.
Registan Meydanı
Semerkant denilince ilk akla gelen hiç şüphesiz, onunla özdeşleşen Registan
Meydanı’dır. Farklı zamanlarda inşa edilen Uluğ Bey, Şirdar ve Tilla-Kârî
medreselerinden oluşan Registan Meydanı’nın, Timurlu hükümdarı ve gökbilimci
olan Uluğ Bey döneminde şekillendiği söylenmektedir. Uluğu Bey’in kendisi de
vefat edinceye kadar bizzat bu medresede, matematik ve astronomi dersleri
verdiği kaydedilmektedir. Bu üç medresenin taç kapılarının oransal
benzerlikleri, motif ve süslemelerinin ahengi bu meydanı özel kılmaktadır.
Güney kısmı yol olan meydanın, girişe göre iki dar kenarından dikine ve
simetrik binaların (Uluğ Bey ve Şirdar Medreseleri) varlığı ile kuzey cephesinde
Tilla-Kârî Medresesi’nin yayvanlığı, Registan Meydanı’nın büyüklüğünü
dengelemektedir. Burada bulunan ve Uluğ Bey’in yaptırdığı Uluğ Bey Medresesi,
Mescid-i Mukatta, hankâh (tekke), kervansaray ve hamam yapıları tarafından
şekillenir. Ancak günümüze bu yapılardan sadece Uluğ Bey Medresesi yetişmiştir
ve Registan Meydanı’nın batı kısmında bulunmaktadır. Daha sonra Vali Yalangtuş
Bahadır, Uluğ Bey’in yaptırdığı ve daha sonra harabeye dönen hankâhın yerine
Şîrdâr Medresesi’ni (1619-1636) inşa ettirmiştir. Bu medrese, günümüzde
Registan Meydanı’nın doğu kısmında varlığını sürdürmektedir. Yine aynı vali
yaklaşık on yıl sonra (1647-1659) Mirza Hamamı’nın yerine Altın Kaplamalı
Medrese anlamına gelen Tilla-Kârî Medresesini inşa ettirmiştir. Tilla-Kârî
Medresesi, Registan Meydanı’nın kuzey kısmında yer almaktadır. Meydanda bulunan
Medreseler, özellikle de Uluğ Bey Medresesi, Mimari açıdan göz alıcı bir
güzelliğe sahiptir.
Seyahatimizin dördüncü günü
(02.10.2024, Çarşamba), Semerkant’ta kaldığımız Grand Sogiad Hotel’inde
sempozyumumuzu icra ettik.
Seyahatimizin
dördüncü günü (03.10.2024, Perşembe), Semerkent’a veda ediyoruz. Yaklaşık 280
km yol gittikten sonra Buhara’ya ulaşacağız inşallah. Semerkant’ın çıkışında, Buhara
Yolu üzerinde İmam Buharî’nin Türbesi, ilk ziyaret yerimizdir. Türbede tadilat
ve yenileme olduğu için uzaktan görmekle yetiniyoruz. Türbenin Arap destekçiler
tarafından yenilendiği hemen anlaşılmaktadır. Zira bölgede gördüğümüz, Fars
Mimarisinin izlerini taşıyan ve Orta Asya’ya özgü bir hal alan mimari, burada
yerini Arap mimarisine bırakmıştır. Bu durum, hemen dikkat çekmektedir.
İmam Buhari, 194/810’te Buhara’da doğdu. Büyük
dedesinin Mecûsî olduğu kaydedilmektedir. Babası İsmâil’in de hadisle
ilgilendiği ve Buhari henüz çocukken vefat ettiğinde, hadise dair bazı
kitaplarının oğluna intikal ettiği nakledilmektedir. Buhârî on yaşına doğru
Buharalı muhaddislerden hadis öğrenmeye başladı. Annesi ve kardeşi Ahmed ile
birlikte hacca gitti. Hac sonrası onlar memleketlerine döndükleri halde Buhârî
Mekke’de kaldı ve burada hadis tahsil etti. Daha sonra bu maksatla ilim merkezlerini
dolaşmaya başlayarak Bağdat, Basra, Belh, Dımaşk, Humus, Kûfe, Merv, Mısır ve Nîşâbur
gibi ilim merkezlerinde ilim tahsil etti. En tanınmış öğrencileri İmam Müslim,
Tirmizî, Ebû Hâtim, Ebû Zür‘a er-Râzî, Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Sâlih
Cezere, İbn Huzeyme gibi muhaddislerdir.
Buhârî, isteyen
herkese ilmi öğretmek için gayret göstermesine rağmen, devlet adamlarından uzak
durmuştur. Kendisine ve çocuklarına hadis öğretmek için Buharî’yi saraya davet eden
Horasan Valisi ve Buhara valisinin bu konudaki isteklerini reddetmiştir. Buhara
valisini reddetmesi üzerine Semerkant’a gitmek zorunda bırakılmış ve buraya
yakın olan Hartenk kasabasındaki akrabalarını ziyaret esnasında hastalanarak
burada vefat etmiştir (256/870). Buhârî az konuşur ve cömertliğiyle bilinirdi.
Tenkit ettiği râviler hakkındaki bile son derece mutedil ve insaflı davranırdı.
Ok atmayı ve şiir söylemeyi severdi. Kendisini tanıyan ulema tarafından
takdirkar ifadelere mazhar olmuştur. Hadisteki otoritesi tartışmasızdır.
Bununla beraber hadis aldığı 435 muhaddisten seksen kadarı zayıf olmakla tenkid
edilmiştir. Hayatının ilk dönemlerinde kaleme aldığı et-Târîḫu’l-kebîr ve
kendisiyle adeta özdeş hale gelen ve çoğu zaman Sahih-i Buharî” olarak
anılan el-Câmiʿu’ṣ-ṣaḥîḥ onun birçok eserinden sadece iki
tanesidir. Bu eserine birçok şerh, inceleme ve tanıtım yazısı yazılmıştır.
Buhara
Poi Kalon Minaresi ve Mescidi
Buhara’nın
tam ortasında yer alan Poi Kalon, mutlaka görülmesi gereken bir eserdir. Alanın
bulunduğu yerde birkaç caminin inşa edilmiş ancak Buhara’nın Cengiz Han tarafından kuşatması
sırasında bunlar yakılmıştır. İslam’dan önce ise burada ateşe tapanların
merkezi bir katedralinin bulunduğu kaydedilmektedir. Poi Kalon (Kalan Minaresi)
1121 yılında Karahanlı hükümdarı Arslan Han
tarafından yaptırılan külliyenin yapılarından biridir. Halk arasında Minâra-i Kalân olarak bilinmektedir. Uzun süre
suçlular bu minareden atılarak idam edildiği için “Ölüm Kulesi” olarak da
bilinmektedir. Kentin tarihi merkezine hâkim bir konumda yer alan Minare, devasa
dikey sütun şeklindedir ve külliyenin en ünlü kısmıdır. Minarenin rolü büyük
ölçüde geleneksel ve dekoratif amaçlar gütmektedir. Yukarıya doğru daralarak
yükselen minare, dipte 9 metre, tepede ise 6 metre çapındadır. Yüksekliği 45,6
metredir. Dairesel sütun ve bir tuğla kule şeklindedir. Sütunun içinde,
minarenin tepesine ulaşmayı sağlayan sarmal bir merdiven bulunmaktadır. Kalan
Camii 1514 yılında inşa edildi ve Semerkant'taki Bibi Hanım Camii ile aynı büyüklüktedir.
Caminin iç avlusunu çevreleyen galerilerin çatısında 208 sütun üzerine oturan
288 kubbe vardır. Avluya bakan, harem alanına giriş kısmında uzun bir
kiremitli eyvan portali
yer almaktadır. Cami, büyük mavi çinili bir kubbe ile
örtülüdür.
Mir Arab Medresesi
Mir-i-Arab
Medresesi’nin Yemen'deki Şeyh Abdullah Yamani tarafından yapıldığı
kaydedilmektedir. Yamani, Mir-i-Arab olarak da adlandırılan Ubeydullah Han ve
oğlu Abdul-Aziz-Han'ın manevi akıl hocası olarak kabul edilirdi. Buhara Emiri Ubeydullah
Han İran'a karşı başarılı bir savaş yürüttü ve en az üç kez Herat'ı ele
geçirdi. Bu baskınlarda, çok sayıda esir ele geçirildi. İranlılardan esir
alınanlar satılarak bu kazançla, Mir-i-Arab Medresesi'nin yapıldığı
belirtilmektedir. Ubeydullah Han dindar ve Müslümanların sûfî yöntemine ilgi
duymaktaydı. Babası kendisine Şeyh Ubeydullah al-Ahrar'ın adını verdi. Mir-i-Arab
Medresesi'ndeki tonozun (gurhana) ortasında Ubeydullah Han'ın ahşap mezarı yer
almaktadır. Baş tarafının yanında ise akıl hocası Mir-i-Arab'ın mezarı yer
almaktadır. Medresenin müderrislerinden olan Muhammed Kasım da aynı alanda
medfundur. Miri Arab Medresesi'nin kapısı, Kalan Camii'nin kapısıyla aynı
eksende yer almaktadır.
Lebi Havuz
Leb-i
Havuz, Buhara’nın su ihtiyacını karşılamak için yapılan
göletlerden birini çevreleyen alana verilen isimdir. Havuzların hastalık
yaydığı gerekçesiyle, Sovyet döneminde çoğu doldurulmuş. Leb-i
Havuz, muhteşem bir mimari topluluğun merkezidir. Kukeldaş Medresesi'nden (1568-1569)
ve Nadir Divan Bey tarafından
inşa edilen biri tekke (1620) diğeri medrese (1622) olan
iki yapı çevrelemektedir. Medresesi'nin yanındaydı. Leb-i Havuz kentin
merkezinde olduğu ve etrafında çarşı-Pazar bulunduğu için önemli bir uğrak
yeridir. Etrafta biraz gezintiye çıkalım derken bir sinagogla karşılaştık.
İçine girdiğimizde ibadet halinde birkaç Yahudi vardı ve muhtemelen ibadet
saati olduğu için bizimle ilgilenmediler.
İbn
Sina’nın doğduğu köy: Afshona/Efşene
İbn
Sinan’nın doğduğu köy, seyahat planımızda olmadığı için, kafileden ayrılıp bir
taksi tutarak Efşene’ye gittik. Seyehat planına alınmadığı için ilk anda ihmal
edildiği izlenimi oluşsa da oraya vardığımzıda muazzam bir külliye ile
karşılaşmak, endişemizin yersiz olduğunu gösterdi. Ortada büyük bir İbn Sina Heykeli
bulunan meydanın etrafında kolej, araştırma merkezi, müze ve öğrenci yurdu
bulunmaktadır. Müzede İbn Sina’nın el yazması eserleri, ilmî faaliyetleri icra
ettiği malzemeleri aarsında gezerek atarihe kısa bir yolculuk yapma imkânı
bulduk.
Yedi Pir
Seyahatimizin altıncı gününde Buhara’da türbeleri bulunan ve “Yedi Pir”
olarak anılan nakşibendiyye pirlerini ziyaret ettik. Her bir türbe birer
külliye olarak inşa edilmiş, türbenin etrafında mescid, kütüphane eğitim
alanları gibi birçok bölme bulunmaktadır. Buhara’da kendinizi adeta
Nakşibendiliğin ortasında hissediyorsunuz. Nakşibendilik, Orta Asya’da
Kübreviyye ve Yeseviyye başta olmak üzere hemen hemen diğer bütün tarikatların
yerini almış, Arap yarımadası, Mağrib ve aşağı Sahrâ Afrikası dışında İslâm
dünyasının her bölgesine yayılmıştır. Nakşibendiyye, Farsça konuşan halkların
yanı sıra Türkler arasında da yaygınlık kazanırken Yesevîler, Türkçe’nin
yanında eserlerinde Orta Asya’nın yaygın dili Farsça’yı da kullanmışlardır.
Bahâeddin Nakşibend, hafî zikir konusunda ısrarlı olmuştur. Nakşîliğinde
merkezî öneme sahip sekiz ilkeden (kelimât-ı kudsiyye) biri olan Halvet der
encümen (toplum içinde yalnızlık) ilkesini öne çıkarmıştır. Bu açıdan
bakıldığında Melâmetiyye’nin ilkelerini tevarüs ettiği söylenebilir. Tarikat,
Sünnîliğe bağlıdır, Nakşilikte şeriata bağlılık, bir şeyhin denetimi altında
olmak, bazı durumlarda siyasî faaliyette bulunmak esastır. Seyyid Şerîf
el-Cürcânî de Bahaeddin Nakşibend’in halifesi Alaeddin Attâr’ın müridleri arasındadır.
Nakşibendî silsilesi Bahâeddin Nakşibend’den Yakub-ı Çerhi’ye ondan da Ubeydullah
Ahrâr’a geçerek devam etmiştir. Nakşilik, Ahrâr’ın halifesi olan Abdullah-ı
İlâhî vasıtasıyla Anadolu’ya getirilmiş ve burayı ikinci merkez haline
getirmiştir. İstanbul’daki ilk Nakşibendî tekkesi onun tarafından 895/1490
yılında burada kurulmuştur. Nakşibendiyye tarihinin önemli aşamalarından biri
de XVII. yüzyılda Müceddidiyye (Ahmediyye) kolunun ortaya çıkışıdır. Böylelikle
Hint alt kıtası Orta Asya ve Anadolu’dan sonra üçüncü büyük merkez oldu. Kurucusu
İmâm-ı Rabbânî, Şiîliğe muhalefeti de içeren Mektûbât’ı yazarak,
tarikatın ilk doktriner eserini ortaya koydu. İmâm-ı Rabbânî, şeyhinin izinden
gittiğini söylemekle beraber, daha müteşerrî bir yöntemi benimsemiş ve ulemanın
da ilgisini çekmeyi başarmıştır.
Sirhindî, silsileyi önemseyerek, Alevî silsilenin yerine Bekrî silsileyi
öne çıkardı. Bu durum, onun Şîa karşıtlığı ile tamamen örtüşmektedir. Başlangıçta
Vahdet-i vücuda sıcak bakmakla birlikte, sonraları bunu terk etmiş, onun yerine
vahdet-i şühûd görüşünü temellendirmeye çalışmıştır. Onun “mütekebbir” olarak
tanımlanan tavrı, Bâbürlü Hükümdarı Cihangir tarafından hapse atılmasına
gerekçe yapıldı. Kendisinin hicrî II. binyılın müceddidi olduğunu iddia etmesi de
aynı tavırla örtüşmektedir. Hinduizm’e karşı tavır almış ve Bâbürlü devlet
adamlarıyla gergin ilişkileri sürdürmüştür. Oğlu ve halifesi olan Muhammed Ma‘sûm
da tasavvufun şeriata bağlılığı gerektirdiğini vurgulamıştır. İlerleyen
dönemlerde tarikatın önderliğini üstlenen Mazhar Can-ı Canan, Hindulara daha
olumlu yaklaşmış, Sirhindî ise onlara yönelik putperestlik ithamlarını reddetmesine,
Ramaçandra ve Krişna’nın peygamber olmalarının mümkün olabileceğini söyleyerek
onları monoteistik inançlar arasında değerlendirmesine rağmen, Şiîler’e aynı
hoşgörüyü göstermemiştir. Şiîlere karşı katı tutumu, ölümüne sebep olan
suikastın Şiî kaynaklı olabileceği değerlendirmesine neden olmuştur.
Hindistan’da Sirhindî’den sonra ortaya çıkan önemli şahsiyetlerden biri de Şah
Veliyyullah ed-Dihlevî’dir. Dihlevî vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd meselesini
yeniden ele almış ve ikisi arasında mahiyet farkı bulunmadığını, farkın sadece
terminolojik olduğunu söyleyerek Sirhindî’nin görüşünden ayrılmıştır. Bununla
birlikte Sirhindî’nin temellendirdiği müceddid ve kayyûm kavramlarını benimseyerek
sahiplenmiştir. Ondan sonra tarikat, Hindistan’ın dışında da yayılmıştır. Onun
Delhi’de şeyhinin türbesinin bulunduğu mevkide inşa ettirdiği hankaha kısa
sürede her taraftan müridler burada toplanmaya başlamıştır. En meşhur halifesi,
kendisine tarikatı Batı Asya’da yayması için sınırsız yetki verdiği Mevlânâ
Hâlid el-Bağdâdî’dir. Onunla birlikte Nakşibendiyye’de Hâlidiyye adıyla yeni
bir kol ortaya çıkmış ve bu kol hemen hemen bütün Arap topraklarında,
Türkiye’de ve Kürtler’in yoğun olduğu bölgelerde Müceddidîliğin yerini almıştır.
Bugün Türkiye’de faaliyet gösteren ve kamuoyunda meşhur olan
tarikatlerin/cemaatlerin tamamına yakını yakını Halidîlik üzerinden Nakşiliğe
bağlıdır.
Hoca Abdulhalik Gucdüvanî (ö. 575/1179 veya 617/1220)
Bugün
günlerden Cuma. Cuma namazını, Nakşibendi silsilesinin en önemli kutup başlarından
biri olarak kabul edilen Abdulhalık Gucdüvanî adına yapılan Külliyede kıldık.
Büyük bir kompleks olan Külliye’nin avlusunda, açık havada kıldık. Hatip de
açık hava da hutbeyi okuyup namazı kıldırdı. Gucdüvanî, Buhara’ya yakın
Gucdüvân köyünde doğdu. Babası, zâhirî ve bâtınî
ilimlere vâkıf bir âlim olan Malatyalı Abdülcemil İmam’dır. Düşmanları
tarafından şehirden çıkarılan Malatya sultanının tahtına dönmesini sağlayan
Abdülcemil, 113 yaşında olmasına rağmen mükâfat olarak sultanın kızıyla
evlendirilir. Daha sonra bilinmeyen bir sebeple babası, Malatya’yı terk etmek
zorunda kalır ve Buhara’ya giderek Gucdüvân köyüne yerleşir. Gucdüvanî, anılan
evlilikten ve burada doğar. Gucdüvânî’nin Hızırla görüşerek, ondan telkinler
aldığına dair birçok menkıbe anlatılmaktadır. Yûsuf el-Hemedânî’nin (ö.
535/1140) müridleri arasına katıldı. Yine menkıbeye göre Hızır, Gucdüvânî’nin
mânevî terbiyesinin tamamlanmasını Hemedânî’ye havale ederek aradan
çekilmiştir. Hemedânî’nin Buhara’dan ayrılmasıyla o da köyüne döndü. Daha sonra
Buhara ve civarındaki dervişlerin başına geçti. Hâcegân silsilesi, onun
halifesi Ârif-i Rîvgerî ile vasıtasıyla sürdürülmüştür.
Gucdüvânî’nin
tarikata en önemli katkısı “kelimât-ı kudsiyye” olarak tanınan sekiz tarikat
prensibini ortaya koymasıdır. Bunlar orijinal Farsça tabirleriyle şöyledir: Hûş
der-dem, sefer der-vatan, nazar ber-kadem, halvet der-encümen, yâdkerd,
bâzgeşt, nigâhdâşt ve yâddâşt. Bunlara sonradan ilâve edilen üç prensiple
beraber (vukūf-ı zamânî, vukūf-ı adedî, vukūf-ı kalbî) Nakşibendîliğin başlıca
umdelerini oluşturmaktadır. Gucdüvânî’nin Risâle-i
Ṣâḥibiyye ve Veṣâyâ isimli iki eseri bulunmaktadır.
Arif
Rivgerî (ö. 634/1236-37)
Buhara yakınlarında bulunan (günümüzde Şâfirkan şehrine
bağlı) Rîvger köyünde doğdu ve burada öldü. Abdülhâliḳ-ı Gucdüvânî’nin halifesi, Mahmûd-ı Fağnevî’nin ise Hoca Arifi Rivgeri şeyhidir. Nakşibendiyye tarikatının kurucusu Bahâeddin Nakşibend’in tarikat silsilesi Rîvgerî
vasıtası ile Gucdüvânî’ye ulaşır. Bu açıdan Ârif-i Rîvgerî’nin Nakşibendiyye
tarikatı tarihinde önemli bir yeri vardır.
Mahmud Fağnevî (ö. 715/1315-16)
Buhara yakınlarındaki Vâbkîne (Vâbkene) kasabasına bağlı İncirfağne köyünde
doğdu. Genç yaşlarında yerleştiği Vâbkîne’de sıvacılık yaparak hayatını
kazanmaya başladı. Hâcegân silsilesinden Ârif-i Rîvgerî ile tanışıp kısa
zamanda onun en seçkin müridi ve birinci halifesi oldu. Rîvgerî’nin izniyle Hâcegân
silsilesinde ilk defa cehrî zikir icra etmeye başladı. Buna gerekçe olarak “Uyumuşların
uyanarak, gafillerin şuurlanarak zikirle yola gelmeleri, şeriat ve tarikat
caddesine girmeleri, bütün hayırların anahtarı ve saadetlerin aslı olan hakiki
tövbe ve inâbete rağbet etmeleri için” dedi. Fağnevî’den sonra Bahâeddin
Nakşibend’in ortaya çıkışına kadar bütün Hâcegân silsilesi müntesipleri cehrî
zikir yapmaya devam etmişlerdir. Fağnevî, Ali Râmîtenî’yi yetiştirmiş, Hâcegân
silsilesi kendisinden sonra onunla devam etmiştir. 715/1316 yılında Vâbkîne’de
vefat etmiştir.
Ali Ramitani (ö. 721/1321)
Buhara yakınlarında bulunan Râmîten kasabasında doğdu. Mahmûd-ı Fağnevî’ye
intisap etti. Hacegan silsilesi onun halifesi Hâce Muhammed Baba Simmâsî ile
deavm etmektedir. Bahâeddin Nakşibend, Baba Simmâsî’nin mürididir. Hâce Azîzân
lakabıyla meşhur olan ve Azîzân tarikatının kurucusu sayılan Ali Râmîtenî,
zikir telkini konusunda cehrî ve hafî iki ayrı usul uygulamış, daha sonra
Nakşibendiyye’de hafî zikir esas alınarak cehrî zikir terkedilmiştir.
Baba Semmasî (ö. 736/1335-36)
Semmâsî, Buhara’ya bağlı Râmîten kasabasının Semmâsî köyünde doğdu. Ali
Râmîtenî’nin yanında tasavvufî eğitime devam etti ve onunla birlikte Hârizm’e
gitti. Seyrüsülûkünü tamamlayarak halife olduktan sonra köyüne dönüp irşad
faaliyetine başladı. Onun en önemli halifesi Bahâeddin Nakşibend’in mürşidi
Seyyid Emîr Külâl’dir. Hacegan silsilesi onunla devam etmiştir. Semmâsî, 736/1335-36
yılları civarında vefat etti. Kabri Semmâsî köyündedir.
Emir Külal (ö. 772/1370)
Buhara’nın Sûhârî köyünde doğdu. Hz. Peygamber’in neslinden geldiği için
Emir”, mesleğine (çömlekçilik) nispetle de “Külâl” denilmiştir. Semmâsî ile
tanışarak yirmi yıl onun halkasına devam etti. Şah-ı Nakşibendî’nin mürşididir.
Emîr Külâl 772/1370 tarihinde doğduğu köyde vefat etti ve orada defnedildi.
Sahi Nakşibendî (ö.
791/1389)
718/1318’de
Buhara bağlı Kasrıhindûvân köyünde doğdu. Muhammed Semmâsî tarafından mânevî
evlât olarak kabul edildiği ve Semmâsî’nin, beraberinde bulunan müridi Emîr
Külâl’i Bahâeddin’in tasavvuf terbiyesi için görevlendirdiği kaydedilmektedir. Bir
süre Çağatay Hanlığı’nda hüküm süren ve zalim olarak bilinen Kazan (Gazan) Han’ın
yanında kalmıştır. 791/1389 tarihinde doğduğu köyde vefat etti. Kurduğu
tarikatın mensuplarınca özellikle Türkiye’de Şâh-ı Nakşibend unvanıyla tanınır.
Hafî zikir, kerametlere fazla değer vermeme, belli bir giyim tarzından kaçınma,
tekkede oturmayı sevmeme gibi anlayışları ön plana çıkmıştır. Bu açıdan
Melametîlerin de varisi olarak kabul edilmektedir.
Bahâeddin’in
sözleri başkalarının telif ettiği eserler yoluyla günümüze intikal etmiştir.
Bunların en önemlisi Hâce Muhammed Pârsâ’nın Risâle-i
Ḳudsiyye’sidir. Pârsâ (ö. 822/1419), Bahâeddin’in önde gelen
halifelerindendir. Nakşibendî silsilesi, ondan sonra halifesi Mevlânâ Ya‘kūb-i
Çerhî (ö. 851/1448) ile deavm etmiştir. Tarikat, Bahâeddin’den itibaren
“tarîk-i Nakşibendî” adıyla tanınmıştır. Ondan daha sonra gelen İmâm-ı Rabbânî
(ö. 1034/1624) ve Hâlid el-Bağdâdî (ö. 1242/1827) gibi Nakşibendî müceddidleri
yeni ve müstakil tarikat kurucuları değil Nakşibendiyye tarikatının muhtelif
kollarının kurucuları olarak görülürler.
* Gaziantep
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, cinarmahmut02@gmail.com.
[1] Bazı
kaynaklarda kaydedildiğine göre Timur’un Şiraz seferi sonrasında bütün
Şirazlılar gibi Hafız’ı da vergiye bağlamış ancak Timur’un huzuruna çıkarak
vergi verecek hiçbir şeyinin olmadığını belirtmiş ve muaf tutulmasını istemiştir.
Bunun üzerine Timur Hafız’a bu beyti hatırlatır o da “–İşte o bol keseden yaptığım ihsanlar yüzünden iflâs ettim
Sultanım!” cevabını verir. Hafız’ın Timur’a olan cevabı, O’nun hoşnutluğunu
kazanmaya yetecek belağat ve güzelliktedir: “İşte ey Han’ım, siz ala ala, biz
de zaten vere vere, ölçüsüz cömertliğimiz yüzünden bu hallere düştük!..”
Bu cevaba gülen Timur, şairi, vergilerden muaf tutarak ihsanlarda
bulunur.
[2]
Yakut, Mu‘cem, III, 248-250.
[3]
Abdulhalık Bakır, “Kusem b. Abbas, DİA, XXVI, 462-463., 462-463.
[4]
Geniş bilgi için bk. Engin BEKSAÇ, “Bîbî Hanım Camii”, DİA, VI, 125-126.
0 yorum:
Yorum Gönder