Halifelik Tarihine Giriş
(Başlangıçtan
IX. Asra Kadar)
Yazar: Mehmet AZİMLİ
Öykü Kitabevi / 2005 (1. Baskı), 196 sayfa
Edip AKYOL
İst. Ünv. İslam Tarihi ve Sanatları/Doktora
öğrencisi
Müslümanların siyasi
tarihi gözden geçirildiğinde, tarihi süreçte en çok tartışma konusu olan
problemlerin ve birçok siyasî-itikâdî mezhebin ilk varoluş sebebinin “Halifelik
Sorunu” olduğu görülecektir. Halifelik konusunda birçok dini-siyasi tartışma
yapılmış, kanlar dökülmüş ve mezhepsel ayrılıklar meydana gelmiştir. Hilafet
meselesinden dolayı ana bünyeden en büyük ayrılışı gerçekleştiren ise Şia olmuş
ve hilafetin kimde olup olmayacağı tartışması yüzünden faklı bir yapılanma
içine girmiştir.
Yazar kitabın
önsözünde; eğer hilafet kurumu, tarihi süreçte problemsiz bir şekilde yerini
alabilseydi, İslam fetihleri daha geniş alanlara yayılabilir, İslam Medeniyeti
ve Kurumları daha net bir şekilde kendini ortaya koyabilirdi diyerek, hiçbir
devletin engelleyemediği yeni dinin fetihlerini, hilafet kavgalarının
engellediğini belirtmiştir.
Bununla birlikte, Hz.
Peygamber’den sonra ashabın karşı karşıya kaldığı ilk önemli problemin ve daha
sonraki asırlarda da Müslümanlar arasında en büyük ihtilafın hilafet sorunundan
kaynaklandığını vurgulamıştır.
Hocamızın bu
çalışması 1999 yılında doktora çalışması olarak “Halifeliğin Kurumsallaşması”
adı ile hazırlanmış, daha sonra da şekilsel olarak yapılan bazı düzenlemelerle
“Halifelik Tarihine Giriş” adıyla yayınlanmıştır. Daha sonra Çizgi Kitabevi
Yayınlarından üç baskı daha yapan eser; 3 bölümden oluşmaktadır.
Eserin Giriş
Bölümünde ‘Hilafetin Anlam Çerçevesi’
üzerinde durularak Hilafetin sözlük, Terim anlamı verilerek Halifeler için
kullanılan sıfatlar ele alınmıştır.
Yazar, İlk dört
halife döneminden sonra Emevilerin ‘Halifetullah’ sıfatını kullanmaları üzerine
tartışmalar olduğunu, Emevi ve Abbasi halifelerinin, Raşid halifelerin aksine,
yaptıkları zulümleri örtmek için ‘Emirü’l-Müminin’ sıfatını terk ederek Allah’ın Halifesi, Zillullahi fi’l-Arz ve
Sultanullahi fi Arzihi unvanlarını kullandıklarını belirtmektedir.
I. Bölümde “HİLAFET KURUMUNUN TEORİK TEMELLERİ” başlığı
altında; Hz. Peygamber’den
(s) sonra Müslümanların yüz yüze geldikleri ilk problemin yönetim meselesi
olduğu ve bu noktada İslam tarihinde bu kadar önem arz eden Hilafet kurumunun
gerekli olup olmadığı konusundaki görüşlere ve İslam’daki yerine değinilmiştir.
Yazar, Hilafetin
gerekliliği konusundaki tartışmaların en yoğun yaşandığı dönemin XX. Yüzyıl
olduğunu ve Hilafet konusundaki tartışmaların en büyüğünü çağdaş yazarlardan
Mısırlı Ali Abdurrazık’ın başlattığını belirterek, Abdurrazık’ın; Halifeliğin İslam ile alakasının olmadığını,
Kur’an’da hilafetin söz konusu edilmediğini, bu kurum yüzünden Müslümanların
başına hep felaketlerin geldiğini ve tarihte halifelik denilince akla hep kan
geldiğini ifade ettiğini aktarmaktadır.
Ayrıca Cumhuriyet
döneminde de Seyit Beyin; Kur’an’da
hilafet kurumundan bahsedilmediğini, hilafetin dört halife dönemine mahsus
olduğunu, daha sonraki dönemlerde böyle bir kurumun olamayacağını ifade
ettiği belirtmektedir.
Bu bölümde birçok
değerlendirme ile birlikte yazar özetle şunu belirtmektedir: Kur’an belli bir
yönetim biçimi ve devlet yapısını öngörmemiş bu konuda ayrıntılı, kesin
kurallar koymamıştır. Kur’an’da sadece devlet yapısının ana hatlarına ve temel
ilkelerine bazı işaretlerde bulunulmuştur. Hadislerde de bu konuda kesin ve
bağlayıcı denebilecek hükümler bulmak mümkün değildir. Bu işin kesin kurallarla
tespit edilmemiş olması bu konunun, dönemin insanlarına bırakıldığının en açık
göstergesidir. Seyit Bey’in de yerinde bir ifadesi ile “Hilafet doğrudan
doğruya milletin işi olup zamanın icâbâtına bağlıdır”.
Hilafet
ve Dînî Temsil İlişkisi; Halifeliğin
dini bir otorite olup olmadığı konusu önem arz eden bir konudur. Çünkü
özellikle halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte en çok gündeme gelen sorulardan
biri olmuştur.
Halifenin dini bir
yönü ve bağlayıcılığının olmadığını savunan görüşlerin önemli temsilcileri; Ali
Abdurrazık, Taha Hüseyin, Halid Muhammed Halid gibi bilginlerdir.
Din ile dünyanın
birbirinden ayrılması gerektiği konusunda benzer fikirler Seyit Bey tarafından
da dile getirilmiştir. Bu ayrımı Muhammed Hamidullah’ın da biraz yumuşatarak
desteklediği belirtilmektedir. Söz konusu bu yazarlar halifeliğin dini bir
kurum olmadığını, siyasal bir kurum olarak düşünülmesi gerektiğini
belirtmişlerdir (s. 24-25).
Buna karşılık Mâverdî,
İbn Haldun, Hasan İbrahim Hasan, Arnold gibi bilginlerin; halifelik kurumunun
dini ve siyasi olarak ayrılamayacağını, halifenin dini, temsil eden ve aynı
zamandan da devleti yöneten bir şahsiyet olduğunu belirtmektedirler (s. 25-26).
Yazar bu bölümde,
karşıt görüşte yer alan söz konusu bilginlerin görüşlerini tek tek aktardıktan
sonra değerlendirmelerde bulunmaktadır.
Hilafetin, ilk İslam
cemaati olan sahabelerin, dönemsel faktörlerin de etkisiyle geliştirdikleri bir
yönetim biçimi olup dini bir bağlayıcılığının olmadığını, Hz. Peygamberin ve
ilk halifelerin uygulamalarının açık naslara dayananlar hariç, genel itibariyle
konunun değişmez ve ideal hükmü olarak değil, dönemin siyasetinin bir gereği
olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtmektedir. Sonuç olarak da hakkında
nas olmayan konularda, Hz. Peygamberin ve dört halifenin devlet başkanı olarak
yaptıkları idari uygulamaların bağlayıcı nitelikte yapılması gerekli nihai
uygulamaların olmadığı şeklinde düşünülmesi gerektiğini ifade etmektedir (s.
31).
Halifeliğin
Şartları; İslam
siyaset bilimcileri, ilk dönemdeki uygulamaları da göz önünde bulundurarak
halife olacak kişide birtakım şartların olması gerektiğini belirtmişlerdir.
Ancak biz bu bölümde şartları tek tek incelemek yerine en çok tartışma konusu
olan “Halife Kureyş’ten Olmalıdır” şartı
üzerinde durmak istiyoruz.
Sakîfe
Toplantısında Hz. Ebu Bekir’in söylediği ‘Halifenin Kureyş Kabilesinden olması’
gerektiğine dair sözü etrafında tarihsel bir tartışma ortaya çıkmış ve farklı
görüşler savunulmuştur.
Halifeliğin
mutlak olarak Kureyş’ten olması gerektiğini savunanların delilleri şunlardır:
1-
Hz. Ebu Bekir’in Sakife’de söylediği ve Hz.
Peygamberden naklettiği ‘İmamlar Kureyş’tendir’ sözü.
2-
‘Bu din toplam 12 halife gelinceye kadar aziz
olacak. Bunların hepsi de Kureyş’ten olacak’ hadisi.
3-
‘Emirlik kıyamete kadar Kureyş’te kalacak’ hadisi.
Yazar,
aktarılan bu hadislerin sahihliğinin tartışılır olduğunu bir kenara bırakarak,
Hz. Peygamberden nakledilen bu hadislerin tam tersine anlam taşıyan rivayetleri
aktarmaktadır. Örneğin; “Başınıza
Habeşli bir köle gelse de itaat edin” hadisi ile Hz. Ömer’in vefatı sırasında
“Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Sâlim olsaydı
onu halife tayin ederdim” demesi Kureyşli olmayan birinin rahatlıkla halife
olabileceğinin göstergesi olduğunu vurgulamaktadır.
Bununla
birlikte AZİMLİ hocamız, Hz. Ebu Bekir’in Sakîfe’de söylediği sözün o dönemdeki
bir realiteyi ortaya koymaktan ibaret olduğunu, ancak daha sonraları hadis
olarak anlaşıldığının altını çizmektedir. ‘Şayet böyle bir hadis olsaydı, Ensar
kesinlikle böyle bir toplantı yapmaz, Hz. Ebu Bekir’in halifeliğine itiraz
etmez ve tartışmazlardı diyerek’ bu iddianın kabul edilebilir olmadığını
vurgulamaktadır.
Halifelik Kurumunun Oluşumu Ve Yapılanması;
Tabiatı gereği
insanoğlu düzen ister ve toplumlar kurulu bir düzen olmadan yaşayamazlar.
Kurulu bir düzen de Devlet demektir.
İslam
siyasi düşüncesinde, Allah’ın hakimiyet ve yetkisi siyasi açıdan milletin
hakimiyet ve yetkisi anlamını taşır. “Hakimiyet
Allah’a aittir” ancak bununla birlikte, İslam toplumunda siyasi yetki ve
yönetim Müslüman halkın elinde bulunur. Halka bırakılan bu siyasi hakimiyet,
insanın zaaf ve kararsızlığına da bırakılmamış, sağlam ilkelere bağlanmıştır.
Eserde
yer verilen Mısırlı Ali Abdurâzık’ın ifadesiyle “İslam devlet işlerini halkın
görüşüne bırakmıştır”. Halk da halife yanlış yapmadığı müddetçe halifeye itaat
edecektir. Dört halife döneminde durum önemli ölçüde böyle olmakla birlikte
aslında halifenin yanlış yapması durumunda onu azledecek bir mekanizmanın
olduğu söylenemez. Nitekim Hz. Osman örneğinde olduğu gibi, yapılan yanlışlara
rağmen halifenin azledilmesi mümkün olmamıştır ve niyetinde şehit edilmiştir.
Halifenin Belirlenmesi meselesinde; Halifelik
tarihi incelenirken, belki de üzerinde durulması gereken en önemli konuların
başında, halifenin seçimi konusu olmuştur. Çünkü halifelik kurumu şekillenirken
üzerinde en fazla tartışılan konu, halife seçimi veya seçim modeli olmuştur.
İslam
tarihi boyunca devlet yönetiminde düşünülmüş olan Saltanat, İmamet ve Hilafet
modellerinin, halife seçimi konusundaki kanaatleri belirlemede önemli olduğu
vurgulanarak, bu üç yönetim modelinde de birtakım aksaklıkların olduğu
belirtilmiştir.
Halife
seçimi konusunda düşünülen usuller şu şekilde sıralanmıştır:
a- Zorla Başa
Geçme Usulü (İstilâ)
b- Vasiyet ve
Veliaht tayini (İstihlaf)
c- Seçim Usulü
Mamafih
eserde, Halifenin seçilmesi olayına bakıldığında, Kur’an ve Sünnette, konuyla
alakalı kesin bir delilin bulunmadığı belirtilerek, Halifenin seçimi konusunda
en uygun olan ve kalıplaşmış fikri gelişmeye engel olan bir sistemden öte, her
çağa ve şartlara göre esneklik gösteren bir yapının gerekliliği vurgulanmıştır.
Raşid
halifelerin seçiliş tarzlarına bakıldığında, hiç birisinin halifeliğe zorla
geçmediği, kendi belirledikleri seçim tarzlarını uyguladıkları ve bunu halkın
onayına da sundukları görülecektir.
Bu
noktada halifenin seçilmesinden sonra gerçekleşen ve halkın yetkilerini
halifeye devrettiği Bey’at olayı
önemli bir unsurdur. Bu olayın bir anlamda idare edenle edilen arasında yapılan
ve bağlılık karakteri taşıyan sosyo-politik bir akittir. Böylece Halife güç ve
yetkiyi halktan bey’atle almış olur.
Emevîler
ile birlikte zorla bey’at almanın kurumsallaştığı, Saltanat döneminde ise,
halifenin önceden belirlenmesi nedeniyle, ilk dönemlerdeki gibi bir bey’at
uygulamasının olmadığı görülmektedir.
Zaten halkın kabul veya itiraz hakkı da bulunmamaktaydı.
Kur’an
ve Sünnette, halife seçimiyle alakalı kesin bir delilin bulunmadığı
belirtilerek, Halifenin seçimi konusunda en uygun olan ve kalıplaşmış fikri
gelişmeye engel olan bir sistemden öte, her çağa ve şartlara göre esneklik
gösteren bir yapının gerekliliği vurgulanmıştır.
Bununla
birlikte “Şûra”sız bir yönetim tarzını İslam tasvip etmediğini ve Şûra bir
anlamda hakkında nass olmayan durumlarda, halkın temsilcilerinin yönetime
katılmaları olduğunu ifade eden Yazar,
Tarihin bize halifelerin yönetim işlerinde şûraya danışmadıklarında büyük hatalar
işlediklerini aktardığını belirterek, bu sebeple bilginlerin, şûrayı terk eden
halifenin azledilmesi gerektiğini belirttiklerinin altını çizmiştir. Bununla
birlikte Şûra olayının, aslında insanlığın ilk baştan beri ortaya çıkardığı,
görüşe mükemmellik kazandıran bir tecrübesin olduğunu da vurgulamaktadır (s.
57-58).
Halifenin Azledilmesi meselesinde; İslam
Tarihine bakıldığında, halifenin hayat boyu yönetimde kalmak üzere seçildiği
görülmektedir. Bu durum halifeye, yapacağı uygulamalarda icraat rahatlığı
vermek ve aynı zamanda “Devlet yönetiminde devamlılık esastır” ilkesine de
uymaktadır. Ancak uygun olmayan uygulamalar sebebiyle azledilebileceği de
belirtilmiştir. Ancak halifenin azledilmesi mekanizmasının iyi işletilemediğini
belirten Yazar, eğer İslam siyasi tarihinde halifenin azli meselesi
kurumsallaştırılıp işletilebilseydi, saltanat olayı gelişmeyebilirdi ifadesini
kullanmaktadır.
II. Bölümde “RAŞÎD HALİFELER DÖNEMİ” başlığı altında Raşîd Halifeler dönemi ele alınmış
ve halifelerin sırasıyla halife seçilmeleri, hilafete geliş şekilleri ve
hilafet dönemleri ele alınmıştır. Bu bölümle ilgili genel bir değerlendirme
yapılacak olursa;
Dört
halife döneminde uygulanan halife seçimlerinde, halka halife seçimi konusunda
kesinlikle bir dayatma olmamıştı. Onların seçimlerine bakıldığında halktan onay
alarak seçildikleri görülecektir. Yine onların seçimlerinde kabile şartı
gözetilmemişti. Sadece o zamanın gereği olarak Kureyş’ten seçilmesi tercih
edilmişti. Bir dayatmanın olmaması gerektiğinin ilk örneğini Hz. Peygamber
vererek halife seçme hakkının bir anlamda halka ait olduğunu bildirmek için
kimseyi tayin etmemişti.
İlk dört halifenin
seçiliş tarzlarından önümüze üç seçim tarzı çıkmaktadır.
1- Halkın kendi
arasından birini halife seçmesi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ali’nin seçilmesi
2- Halkın, bir
önceki halifenin teklif ettiği bir adayı onaylaması. Hz. Ömer’in seçilmesi
3- Halkın, bir
önceki halifenin teklif ettiği birden fazla aday arasından birini halife
seçmesi. Hz. Osman’ın seçilmesi gibi.
Hz. Peygamber (s)
döneminde devlet görevlilerini kurumlaşmış bir yapı içinde mütalaa edemiyoruz.
Ancak ilk dört halife döneminde devlet kurumlarının yavaş yavaş oluştuğu
görülmektedir. Onlar çağlarının durumunu göz önünde bulundurarak en güzel
uygulamaları ortaya koymaya çalıştıkları ve uygulamalarında genel olarak toplum
menfaatini ön plana çıkarmışlardı.
Ne Hz. Peygamberin,
ne de ilk dört halifenin lider olmalarından kaynaklanan özel alametleri ve
giysileri vardı. Onlar halkın içinde özelleşmeye çalışmamışlardı. Bununla
birlikte ‘Hutbe’ halifenin alametlerinden biriydi ve cami de siyasi-sosyal
merkez idi. Minber ise halife makamıydı ve oraya ondan başka kimse çıkamaz,
konuşamazdı. Halifeler mesajlarını minberden bildiriyorlardı. Ayrıca ‘sikke’
bastırmak da halifenin alametlerinden birisi sayılıyordu. Sonraki yıllarda
sikke olayı kurumsallaşarak devam etti.
Dört Halife döneminde
kurumsal anlamda bir vezaret olayından söz etmek mümkün değildir. Ancak bazı
yardımcılar edinmişlerdi. Emevîler’de de genelde vezaret olayı tam anlamıyla
yerleşmemişti. Ama Abbasîler’ de özellikle görevlerin paylaşılması anlamında
Sasaniler’in de etkisiyle kurumsallaşmış bir vezaret kurumu görülmektedir.
Bununla birlikte her üç dönemde de asıl karar mercii halife olmuştur. Bu
dönemlerde vezirlik hiçbir zaman halifeliğin önüne geçmemiştir.
Sonuç olarak devlet
işleri ilk başta Arap toplumunun ihtiyaçları doğrultusunda kurumsallaşmışken,
toprakların genişlemesi ve yeni kültürlerle tanışmalar, insanların çoğalması
sonucunda yavaş yavaş yeni kurumlara ihtiyaç duyuldu ve yeri geldiğinde onlar
da transfer edilerek uygulandı.
III. Bölümde “SALTANAT DÖNEMİ” başlığı altında Hilafet konusu incelenirken, hilafetin
saltanata dönüşümü açısından hilafet ve saltanat arası ilişkiye ve saltanata
dönüşüm sürecine ve toplumsal düzen üzerindeki etkisine de göz atmak gerekir.
İslam ilk geldiği
dönemde Mekke’deki Araplar, çevrelerindeki ülkelerin krallıklarını yakından
tanıdıkları için saltanata yabancı değillerdi. Ancak Araplarda böyle bir
yapılanma söz konusu değildi. Hz. Peygamber ve ilk dört halifenin yaşantısına
ve idare biçimine bakıldığında da böyle bir şeyden söz etmek mümkün değildir.
Özellikle ilk iki halife azami ölçüde hassas davranarak gerek idarecilikleri
döneminde ve gerekse kendilerinden sonra Hz. Ebubekir’in akrabası olmayan
birini tavsiye etmesi ve Hz. Ömer’in de atadığı Şûra’da oğlunun aday olarak
gösterilmemesini şart koşması saltanata giden yolda açık kapı bırakmamışlardır.
Hz. Osman’ın da
saltanata meyletmediğini ve ilk iki halifeye benzemeye çalıştığını görüyoruz
ancak bununla birlikte en çok eleştirilen yönü, valilikleri kendi kabilesine
vererek, bu kabilenin saltanata giden yolda ilerlemesini sağlamasıydı ve onun
döneminde Muaviye Şam’da ileride kuracağı saltanatın temellerini atmıştı.
Dördüncü halife Hz.
Ali’de de saltanatçı bir mantık görülmemektedir. O saltanat kurmak isteyen
Emevi ailesine karşı savaş açtığı için başına birçok fitne sarılmıştı.
Dört halife dönemi
IV. Halifenin şehit edilmesi ile bitmiş oldu. Artık güçlünün egemen olduğu,
seçimin yerini verasetin aldığı, halkın yönetimden uzaklaştırıldığı, şûranın
devre dışı bırakıldığı, hilafet ve halk arasına aşılmaz engellerin konulduğu,
yönetimi eleştirenin ezildiği bir dönem başlamıştır. Bu dönemle birlikte
hilafet için en önemli unsurlardan biri olan ‘Şûra’, saltanatla birlikte kalkmış ve toplumu ilgilendiren
konularda tek kişinin kararı geçerli olmuştur. Yine önemli unsurlardan biri
olan ‘Bey’at’ olayı da sadece rutin
resmi bir şekle dönüşmüş ve halkın onaylaması anlamını kaybetmiş ve halife
ölmeden önce sonrakine zorla peşinen alınmaya başlanmıştır.
Sonuçta dört halife
döneminde genelde halkı baz alan devlet uygulamaları varken, saltanatla
birlikte halifeler güçlerini istibdatlarından ve kendi kabilelerinden
almışlardır. Böylece kabile asabiyetinin etkisi de artmıştır. Halifeler gücünü
halktan alarak kuralları uygulayan bir kimse olmalıyken, saltanat döneminde “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” gibi
sıfatlarla halka baskı kurmuşlardır.
SONUÇ
Sonuç
olarak, bu çalışmada İslam tarihinin en tartışmalı konusu olan hilafet kurumu
konusunda ilk dönem meydana gelen olayların ve bu tarihi çerçevede gerçekleşen
tartışmaların tahlilleri yapılmaya çalışıldı.
Nihayetinde de
varılan kanaat, Hilafet kurumu, İslam’ın emirleri ile ortaya konmuş dini bir
kurum olmaktan öte halifelerin, dini referans olarak ortaya koymaya
çalıştıkları ve sonraki kuşaklar açısından bağlayıcılığı olmayan tarihsel bir
kurumdur. Bu yapının oluşumunda, başta Arap siyaset geleneği olmak üzere
kabilevi tesirler ve Bizans, Sasani gibi o dönemin önemli devletlerinin idari
geleneklerinin de tesiri olmuştur. Buna bağlı olarak da bu kurumda birçok
eksiklik görülmektedir. İlk dönem Müslümanlarının dini referans olarak ortaya
koymaya çalıştıkları Halifelik Kurumu, nihayetinde kurumsallaşamadan
saltanatçıların eline geçmesi ile tarihe karışmıştır.
Halifenin görev ve
yetki alanları hakkında tartışmaların en büyüğü olan halifeliğin dini veya
dünyevi bir yapıda olup olmadığı konusunda da oluşan kanaat; halifenin dini ve
dünyevi bir lider olabileceği, ancak halifelik kurumunun dini bağlayıcılığı
olamayacağı şeklindedir. Bu kuruma “dini referanslardan da faydalanılarak
oluşturulan tarihsel bir kurumdur” denebilir.
0 yorum:
Yorum Gönder