Doç.
Dr. İbrahim BARCA
چه خوش گفت فردوسی پاک زاد
که رحمت بر آن تربت پاک باد
میازار موری که دانهکش است
که جان دارد و جان شیرین خوش است
Pak olan türbesine rahmet insin asil
Firdevsi’nin ki
ne güzel demiştir:
“Tane taşıyan karıncayı bile incitme.
Zira o da can sahibidir. Can ise hoş
ve tatlıdır.”
(Şeyh Sadi eş-Şirazi)
Günümüzde inançlıların birçoğunun inançlarını ve amaçlarını
yitirmesi ve yitirdikleri amaçlarının yerine kendilerini ikna edebilecek bir
amaç koyamamaları; akıl, bilinç ve ruh dâhil her yönden diğer canlılar gibi
olduklarını düşünmeye başlamaları; önceden tabiata ve tabiat ötesine yükledikleri
anlamların anlamsız ve yanlış olduğuna inanmaları; her şey hakkında şüphe içine
düşmeleri adaleti de olumsuz etkilemiştir. Aksi durumda adaletsizlikler ve
zulümler olmuyor değildi. Fakat zaman içinde yavaş da olsa adalet gerçek manada
gelişme gösteriyordu. Adalet önceden deruni ve sahici bir şekilde gelişme ve
ilerleme gösterirken, bugün zamane insanın bu halinden dolayı sahte ve daha çok
zahiri bir şekilde güya ilerlemektedir. Aslında adalet şu an dairesel bir devinim
içine hapsolmuş ve onu bu döngüye hapseden insandan intikam almaktadır. Aslında
bu durumda karşılıklı etkileşim yaşanmaktadır. İnsan, bu halde olduğu için,
adalet de olumsuz etkilenmekte ve insanın onu hapsetmesine karşılık o da insanı
bu haline hapsetmektedir. Bu meyanda adaleti ve adaletin konularını tanımaya ve
tanıtmaya yarayacak düşüncelerin, çalışmaların ve aktivitelerin bu dairesel
döngünün yeniden ilerleyen bir düz düzleme evrilmesine katkı sunabileceği
düşüncesindeyim.
Adalet halifeyi kraldan ayıran en önemli özelliktir.
Bu yüzden Hz. Ömer (ra), bir gün etrafındakilere “Bilmiyorum ben gerçekte
kral mıyım yoksa halife miyim?” diye
sormuştur. Orada bulunanlardan birisi, “İkisi arasında fark vardır. Halife hak olanı alır ve
hak olan yere koyar. Allah’a hamd olsun ki sen işte öylesin. Kral ise insanlara
zulmeder, oradan buradan alır, oraya şuraya koyar,” diye cevap verdi.[1] Bu
durum, “adil kral halifedir, zalim halife ise kraldır” şeklinde de ifade
edilebilir.
Adalet siyasettir ve siyaset adalettir. Her türlü ve
her kademedeki siyaset adil olduğu kadar siyasettir. Adil olmayan siyaset,
siyaset değil, zulümdür. İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye, insanlar anlasın diye
siyaset kavramını kullandığını ifade ettikten sonra adil siyasetin tamamen
adalet ile aynı olduğunu zikretmiştir.[2] Ferdi ve toplumsal bağlamda adalet, herkese
hakkının verilmesi ise eğer tevhid Allah’a hakkını vermektir, haşir hem
Allah’ın hem de adaletin hakkını vermektir, nübüvvet hem Allah’ın hem de
elçilerinin hakkını vermektir.
Adalet, faziletlerin tümüdür. İbn Miskeveyh’e göre
adalet faziletlerden bir bölüm değildir,
faziletlerin tümüdür. Yine ona göre zulüm de rezilliklerin bir bölümü
değil, rezilliklerin tümüdür.[3]
Adalet akıllı olmak, aklı kullanmaktır. İmam Gazzâlî,
“Adaleti sağlamak akıllı olmaya delalet eder” demiştir.
Adalet esasların esasıdır. Ba‛lebekî, “Acemler ve
Araplar adaletin esasların esası olduğu konusunda ittifak etmişlerdir”
demiştir.[4]
Adalet, hiç kimseyi kayırmamaktır, kuralları ve
kanunları herkes için işletmektir. Hz. Ömer, Hâlid b. Velîd’in malının yarısına
ve Amr b. Âs’ın sarığının yarısı ile ayakkabısının tekine kadar malının
yarısına el koymuştur.[5]
O, bu malları haksız bir şekilde elde ettiklerine inanmış ve bu malı onlardan
alıp gerçekten hak edenlere vermek istemiştir. Hz. Ömer, mallarını müsadere
ettiklerinin kim olduğuna, toplumdaki makamlarına ve geçmişteki hizmetlerine
bakmamıştır.
Adalet, dünya ve ahiret mizanıdır. İbnü’l-Arabî, “Adalet,
yeryüzünde konulmuş mizandır ve adalet ahirette da kullar arasında hakem
olacak, adalet şeriatçe emredilendir, mülk cesetse adalet ruhudur ve adalet
olmayınca mülk harap olur.”[6]
Adalet; adaletsizliği görmek ve göstermektir. Ebû
Hanîfe, Abbasi halifelerinden el-Mansûr tarafından kadılığa tayin edilmek üzere
görevlendirilmek istendiğinde, teklifi kabul etmeyip halifeye şöyle cevap
vermiştir: “Allah’tan kork ve bu görevi Allah’tan korkanlardan başkasına verme.
Vallahi, ben senin iyi halinde bile razı olmadıklarındanım, ya senin öfkeli
hâlinde hâlim nasıl olur acaba? Benden daima memnun kalacağından emin değilim.
Bir davada aleyhine hüküm verirsem ve sen beni Fırat nehrine atıp boğmak veya
hükmümü iptal etmek arasında bırakırsan, ben boğulmayı tercih ederim.”[7]
Adalet sahibi manasındaki adl, Allah’ın
isimlerindendir. Allah’ın tam ve değişmez mutlak manada adil olduğunu ifade
eder. Zira Allah, tüm noksan ve eksik sıfatlardan münezzehtir. Ancak mümkün
alemdeki her şey değişkendir ve değişiklikleri kabul etme özelliğine sahiptir.
Bu yüzden ilahi adalet için mutlaklık söz konusu iken mümkün alemdeki mutlaklık
ancak mecazi olabilir. Bununla beraber, neticede tüm adaletlerin kökeninde
ilahi adalet yer aldığı için değişen tabii, toplumsal ve ferdi adalet
çeşitlerinin özü ilahidir ve o öz değişmezdir.
Değişen adalet var ve adaletin değişmeyen ilahi özü
var. Allah’ın farklı devirlerde farklı peygamberler ve kitaplar göndermiş
olması, ilahi adalet dışındaki adalet çeşitlerinin –mutlak denilse de-
değişebileceğine bir delildir. Değişmeyen ise tabii, toplumsal ve ferdi
adaletin içinde var olan ilahi adalet özüdür. Hz. Peygamber’in adaletli
olduklarından dolayı kendisinden önce yaşamış Fars kralı Enüşirvan’ı ve çağdaşı
Habeş kralı Necaşi’yi övdüğü nakledilmiştir.
Eğer bu haberler sahihse, anlaşılan onların farklı dinden olmaları ve
hatta kendi dönemlerinde ve coğrafyalarında bizzat onlardan kaynaklanan bazı haksızlıkların
meydana gelmiş olması onların adil olarak nitelendirilmelerine engel teşkil
etmemiştir. Çünkü adalet –ilahi adalet
ve ilahi adalet özü hariç- zaman ve mekana göre değişebilen ve mutlaklığı bile
mecazi yön taşıyan bir olgudur. Bunu en iyi kavrayanlar ve bu doğrultuda
hareket edenler tüm insanlık tarihinde adil olarak vasıflandırılmışlardır ve bu
vasfı hak etmektedirler. Geçmişte yaşamış adil denilen bazı insanlara bugün
bakıldığında o denli adil olmadıkları düşünülebilir. Ancak o adil diye tavsif
edilmiş insanlar hakkındaki bu düşünce ve hüküm adil değildir. Zira adaletin
çok boyutluluğunun, dinamik yapısının, mutlaklığındaki mecaziliğin ve
değişmeyen ilahi özünün farkına varılmamış ve kavranılmamış olunması; bu
haksız, yanlış düşünce ve hükmü doğurmaktadır. Fârâbî, Medine-i Fâzıla
ütopyasında ideal yöneticinin sonradan daha iyi olanı gördüğü için eski
hükümleri değiştirebileceğini; ideal yöneticinin halefinin de selefinin eski
hükümlerini değiştirebileceğini belirtmiştir. Çünkü selef, o yeni hali görseydi
kendisi de bizzat kendi hükümlerini değiştirirdi, demektedir.[8] Hz. Ömer (ra) bir defasında, gece boyunca
ağlayan bir çocuk sesi duyar, annesini çok defa uyarmasına rağmen çocuğun
ağlama sesi bir türlü durmaz. Sonunda Hz. Ömer, kadına, sen nasıl kötü bir
annesin ki çocuğu susturamıyorsun tarzında serzenişte bulunur. Kadın, Ömer,
sütten kesilmeyen çocuklara bir atiyye bağlamıyor, ben de çocuğumu sütten
kesmeye çalışıyorum, ama çocuk işte, bunu kabul etmiyor, dedi. Hz. Ömer, kaç
aylık, diye sorunca, kadın da şu kadar aylık diye cevap verir. Hz. Ömer, tamam
acele etme, dur, der. Akabinde Hz. Ömer, cemaatle sabah namazına durur. Çocuğun
ağlama sesinden insanlar, sabah namazında ne okuduklarını bile anlayamazlar.
Namazı kılıp selam veren Hz. Ömer, Ömer’e veyl olsun! Kim bilir, şimdiye kadar
kaç Müslüman çocuğun bu şekilde canını aldı, diye söylendi ve “artık yaşına bakılmaksızın tüm doğan
Müslüman çocuklara atiyye verilecektir”, duyurusunu her tarafa yaymak için
görevliler gönderdi.
Adalet hakkında daha birçok tanımlama yapılabilir.
Ancak biz, bu yazımızda bazı İslam alimlerinden ve Müslüman yöneticilerden onun
bazı yönlerini açıklayan örneklerle yetindik. Adaleti tanımak ve tanıtmak,
yazımızın başında da dile getirdiğimiz gibi adaletin gelişmesine katkı sunar.
Fakat adaletin konusu olan canlı ve cansız varlıkları da yeniden tanıma ve
tanıtma adaletin gereğidir. Zira doğru tanımlanamayan ve anlam verilemeyenlere gerçek
mana da adil olunamaz. Şeyh Sadi
eş-Şirazi’nin doğru tanıma ve anlam verme, buna mukabil adil olmaya dair güzel
beyitleri ile yazımızı sonlandırıyoruz. Bu beyitler, yazımızın başında
bulunmaktadır.
[1] Ebû Abdillâh Muhammed b. Sa‘d b. Menî‘
el-Kâtib el-Hâşimî el-Basrî el-Bağdâdî, et-Tabakâtü’l-kübrâ, 10 c., 1. baskı,
Kâhire: Mektebetü’l-Hâncî, 2000, 3: 286.
[2] İbnü’l-Kayyim Cevziyye Ebû Abdillâh Şemsüddîn
Muhammed b. Ebî Bekr ez-Züraî ed-Dımaşkî el-Hanbelî, et-Turuku’l-hükmiyye
fi’s-siyâseti’ş-şerʿiyye, Kahire:
Matbaatü’l-Adâb ve’l-Müeyyed, 1317, 14.
[3] Ebû Alî Ahmed b. Muhammed b. Ya‘kūb b. Miskeveyh el-Hâzin, Tehzîbü’l-Ahlâk,
thk. İmâd el-Hilâlî, Beyrut: Menşûrâtü’l-Cemel, trz., 344.
[4] Ba‛lebekî, Muhammed b. Muhammed b. Abdülkerîm, Hüsnü’s-sülûk fî
siyaseti’l-mülûk, thk Fuâd Abdülmünim Ahmed, Riyad: Darü’l-Vatan, 1416, 55.
[5] Cüveynî, İmâmü’l-Haremeyn, el-Giyasi/İslam’da Başkanlık Sistemi,
trc. Abdullah Ünalan, İstanbul: Mevsimler Kitap, 2016, 174.
[6] Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed et-Tâî el-Hâtimî, Tedbîrâtü’l-ilâhiyye
fi islâhi’l-memleketi’l-insâniyye, Beyrut: Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2003,
52.
[7] Corci Zeydân, Tarîhü’t-temedüni’l-İslâmiyye, 5 c., Beyrut:
Menşûrâtü Dâru Mektebetü’l-Hayât, trz., 1: 238.
[8] Ebû Nasr Fârâbî, Kitâbü’s-Siyâsâti’l-medeniyye,
thk. Fevzî Mihterî Neccâr, Beyrut: Tab‛etü’l-Katolikiyye, 1964, 81.
0 yorum:
Yorum Gönder