Dağları
kendisine sevgili edinmiş olan Tarihçi, birkaç arkadaşıyla birlikte Tunus’tan
hareketle Cezayir yolculuğuna çıkmıştı. Cezayir, özellikle de dağları, mevsimin
en güzel günleri olan bahar mevsimini ve onun da en tatlı ayı olan nisan ayını
yaşıyordu…
Tunus’tan Cezayir’e doğru arkadaşlarıyla yol alırken, öyle güzel vadiler, ovalar, dağlar görüyorlardı ki, hangi birini fotoğraflayacaklarını seçemiyorlardı. Tarihçiye göre bu harikulâde coğrafyanın en güzel yönleri, tenha ve insanların mecbur kalmadıkça gitmeyecekleri/gidemeyecekleri bakir yerleriydi… Çünkü tabiat sizden kaçmıyor, çeşitli kuşlar, bülbüller, sakalar, özellikle de o güzelim “bal kuşları” size güzel güzel nağmelerinden demetler sunuyorlar…
Tam da bu
düşünceler içerisindeyken, ovalar, vadiler yerlerini tepeciklere, sonra da
dağlara bırakıyorlardı.
Ve işte
zirvede, hakkında çok yazılar okuduğu Aures Dağları’nın muhteşem görünüşü.
Kıştan kalma kar yığınları altından eriyen suların kıvrıla kıvrıla aşağılara
doğru yol bulmaya çalıştığı tatlı bir yamaç… Zirvesi güzel, karları güzel ve
toprağa canlılık kazandıran kar suları…
Aures
Dağları’nın coğrafî güzelliği yanında, Tarihçinin en çok merak ettiği yönü, oranın
büyük bir savaşa, sonra da şanlı bir zafere mekân olmasıydı.
Tarihçi ve
arkadaşları, yarı buz, yarı su şeklinde akan kar sularından abdest alıp, her
tarafın ıslak ve çamur olmasından dolayı zor bela namaz kıldıktan sonra o nefis
tabiatı ve âdeta gelini olan Aures Dağları’nın seyrine daldılar…
Her birisi bir
şeyle meşguldü: kimisi buz gibi sulardan içmeye çalışıyor, kimisi fotoğraf
çekmek için manzara seçiyor, kimileri de donmuş olan ellerini koltuklarının
altına sokarak ısıtmaya çalışıyorlardı…
Tarihçiyse,
Aures Dağları’na dalmış, coğrafî konumundan ziyade, burada cereyan etmiş olan
kutsal bir savaşı düşünüyordu…
Peki, neydi bu
yaslı dağların tarihi ve orada cereyan etmiş olan kutsal savaşın hikâyesi?
İşte o
hikâyeden/gerçek tarihinden bir sahife:
Cezayir,
Emeviler zamanında Müslümanlar tarafından fethedilmiş, 15. Yüzyılın sonlarına
doğru İspanyol işgaline uğramış ve nihayet Osmanlılar tarafından İspanyollar
oralardan sürülerek, Cezayir toprakları hürriyetine kavuşmuştu.
Cezayir’i
senelerce idare eden Osmanlılar, 18. Yüzyıldan itibaren, “Batılılaşma
hastalığı”na yakalanıp, yönünü Batı’ya çevirmek üzere yavaş yavaş kendi
medeniyetini, örfünü, âdetini terk etmeye başlayınca, bunu fırsat bilen
Batı’nın emperyalist devletleri, Osmanlılardan, devletlerinin bünyesinde
reformlar yapmayı empoze etmeye başladılar; hatta bu reformları öylesine
dayattılar ki, Osmanlı Devletinin “Batı hayranı yöneticileri” onların her
dediğini yapar oldular. Ne var ki Osmanlı yöneticileri bu “batı hayranlığı”yla
kendilerine vadedildiği gibi, hiçbir şeyi kazanmadıkları gibi, verilen bu
ödünlerden dolayı, yavaş yavaş Devletin topraklarını kaybetmeye başladılar.
Batıcıların ileri gelenlerinden olan Sultan II. Mahmud, Batılı devletlerin
istedikleri reformları yapıp, sarığını atıp yerine fesi giyince, Devleti
kalkındıracağını zannediyordu. Zavallı “Batıcı Sultan”, bu bidatlerinle devleti
kalkındırdın mı, yoksa her gün bir parçasını kaybederek, sonunu mu hazırladın?
Asırlarca Osmanlı idaresinde olan Mısır’ın, Bilâdu’ş’Şâm’ın elden çıkmasına
sebep olmadın mı? Devlet-i Aliyye için “Hasta Adam” (l’homme malade) tabirini
kullanıp, Osmanlı Devletini bölüşmenin 100 ayrı projesi ni hazırlayıp
dağıtmadılar mı?
Ve sizin bu
“Batıcı basiretsizliğiniz” yüzünden, üç asırdır Devlet-i aliyye’nin idaresi
altında olan Cezayir’i, 5 Haziran 1830 tarihinde Fransızlara kaptırmadınız mı?
Dönelim Aures
Dağları’na…
Aures Dağları
denince, Cezayirli mücahit kardeşlerimizin emperyalist Fransız askerlerine
karşı 1962 yılında bu dağlarda verdikleri büyük mücadele ve bağımsızlık zaferi
akla geliyor.
Ne hazindir ki,
Fransızlara karşı yapılmış olan o ölüm-kalım savaşında, Türkiye’nin o zamandaki
basiretsiz idarecileri Fransa’nın yanında yer aldılar. Gerçi bu “yanında yer
alma” bedbahtlığı, sadece kâğıt üzerindeydi ve Müslüman Türk askerinin,
Kahramanmaraş’la birlikte coğrafyamızın birçok yerini işgal etmiş olan Fransız
askerinin yanında fi’len yer alması düşünülecek bir şey değildi amma, onların
yanında olduğunu deklare etmesi bile, Cezayirli kardeşlerimizi fevkalade üzmüştü.
Oysaki atalarımız asırlarca Cezayir’i idare etmiş, oraları âbâd etmişlerdi.
Malik bin Nebi
gibi mücahid âlimlerin eserlerinin verdiği ruhla yetişmiş olan mücahidler,
Cezayir’in her tarafında ve özellikle de Aures Dağları’nda öylesine bir cihad
başlattılar ki, dillere destan oldular. Askerî mühimmat açısından Fransız
ordusuyla mukayese edildiğinde, kıyas kabul etmeyecek derecede imkânsızlıklar
içerisinde olmalarına rağmen, destan üzerine destanlar yazdılar… Onun içindir
ki Tarihçi, bu mücahitleri görmek için sabırsızlanıyor; Fransızların işlemiş
oldukları insanî cinayetlere karşı kısıtlı imkânlarıyla göğüs göğüse savaşarak
kazandıkları zaferin kahramanlarını görmek istiyordu…
İşte Aures
Dağları’na, baharı müjdeleyen kuşlarına, dağ yamaçlarının ısınmasıyla beraber
zirveye tırmanan kar yığınlarına, üzerinde gümüş damlacıkların erimesiyle
birlikte kar çiçeklerinin başlarını yükseltmesine, soğuk sularına dalmış olan
Tarihçiyi, çocukluğundan beri iki parmağıyla ıslık çalmayı seven kırmızı
arabanın sahibi yine ıslığını çalarak,
Aures Dağları’ndan ayrılmanın zamanın geldiğini bildirdi.
Bir ıslık sesi
üzerine içine düştüğü düşüncelerden irkilerek uyanan Tarihçi, naçar,
ayrılıyordu Aures Dağları’ndan. Ve dağın yamacından düşünceli düşünceli
inerken, eriyen karların o tatlı hışırtılarıyla güneşe yönlerini çevirmiş
envaiçeşit çiçekleri sularken, ilkbaharın o güzel sarı kuşlarının her türlü
makamdan konserlerini hissediyordu.
Tarihçi,
arkasına baka baka Aures Dağları’ndan ayrılırken, sanki işgalci Fransız askerlerine
karşı Muhammed İkbâl’in Arapçaya, Farsçaya ve daha birçok dile çevrilmiş olan;
aynı zamanda Cezayirli mücahidlerin,
savaş sırasında kendilerine “zafer marşı” addettikleri şiirini duyuyor
gibiydi… Tarihçi Aures Dağları’nın patikalarından inerken, küçük şelaleler oluşturmuş olan kar sularının
içine basa basa yürüyor, bir yandan da İkbal’in o nefis şiirinden beyitler
mırıldanıyordu kendi kendine…
الصين لنا والعـُـرْبُ لنا ... والهند لنا والكل لنا
أضحى الإسلام لنا دينا ... وجميع الكون لنا وطنا
توحيد الله لنا نور ... أعددنا الروح له سكنا
الكون يزول ولا تُمحى ... في الدهر صحائف سُؤدَدِنا
بِنيَت في الأرض معابدنا ... والبيت الأول كعبتنا
هو أول بيت نحفظه ... بحياة الروح ويحفظنا
في ظل الدين تربينا ... وبنينا العز لدولتنا
عَـلـَم الإسلام على الأيام ... شعار المجد لـمـِلـَـتـِنـا
بهلال النصر يضيء لنا ... ويمثل خنجر سَطوَتنا
وأذان المسلم كان له ... في الغرب صدى من همتنا
قولوا لسماء الكون لقد... طاولنا النجم برفعتنا
يادهر ماجربت على ... نيران الشدة عزمتنا
طوفان الباطل لم يغرق ... في الخوف سفينة قـُـوَتنا
ياظل حدائق أندلس ... أَنَسِيت مغاني عشرتنا
وعلى أغصانك أوكار ...عُمِرَت بطلائع نشأتنا
يادجلة هل سجّلت على ... شطـّيك مآثر عزتنا
أمواجك تروي للدنيا ...وتعيد جواهر سيرتنا
يا أرض النور من الحرمين ... ويا ميلاد شريعتنا
روض الإسلام ودوحته ... في أرضك رواها دمنا
محمد كان أمير الركب ... يقود الفوز لنصرتنا
إن اسم محمد الهادي ... روح الآمال لنهضتنا
0 yorum:
Yorum Gönder