Gazzalî
Büyük Hesaplaşma
I
Cağfer Karadaş
Dünya bir imtihan. İnsan, bunu yaşadıkça daha bir öğreniyor. Her an yeni bir tecrübe yeni sürprizler… Bu kaçma kovalamaca içinde başka bir şey de beklenmez. Aslında insan bunu biliyor ama her seferinde beklemiyor tepkisi veriyor. Değil mi ki, tarih, öngörülenlerin arkasında veya arasında öngörülemeyen ansızın gelişen olaylar yumağı? Belki de hayatı anlamlı, tarihi renkli kılan da bu öngörülemeyen ani gelişmeler olsa gerek. Bu anlar tarihin kırılması. Zihinlere ok gibi saplıyor ve ardından büyük veya keskin kararlar geliyor…
Gazzalin Oğlu sabahtan beri beynini
zonklatan işte böylesi düşünceler içerisinde kıvranıyor. Derslerini yaptı ama
nasıl yaptığını, öğrencilerin ne anladığını, hatta kendisinin tam olarak ne
anlattığını sorsanız cevap verecek durumda değil. Bir yol çatalının veya keskin
bir dönüm noktasının başında olduğunun farkında. Fakat şu anda tam karar
verecek durumda da görmüyor kendisini.
Ölümlerin hepsi anidir insan için. Allah
öyle takdir etmiş. Ne zamanı belli ne mekanı. Çoğu zaman ansızın gelir, beklenmedik
bir yerde. Yatağında ve yaşlılıktaki ölümler bile ansızın görünür yakınlarına.
Kalkacağı ve yaşayacağı düşünülür. İnsanın farkı da budur. Yoksa ot çöp gibi
bir şey olurdu. Ama bazı ölümler vardır ki, etkisi yatayına ve dikeyine büyük sarsıntılar
meydana getirir. Büyük Vezirin ölümü tam da böyle oldu. Toplumda büyük
dalgalanmaya yol açtı. Esas büyük sarsıntı Gazzalin Oğlu’nun içinde meydana
gelmiş gibi görünüyor. Zira bütün düşüncesini ve gelecek planlarını Büyük
Vezirin siyaseti üzerine kurmuş gibiydi. Aslında toplumun ve devletin durumu da
böyleydi. Bir söylenti kulağına gelmişti de Büyük Vezir’e istemeden de olsa hak
vermişti. Eğer doğruysa, aslında o bir gerçeği dile getirmişti. Sultan Melik
Şah görevden almak isteyince Büyük Vezir ona “Eğer beni görevden alırsanız bir
yıla kalmaz siz de gidersiniz” demiş. Demiş mi dememiş mi, çok kesin değil.
Kesin olan bir şey var ki, Vezirin söylediği gerçeğin ta kendisi.
Vezir ölmüş, devlet ve toplum ciddi bir deprem
geçirmişti adeta. Kısa vadede hatta uzun vadede toparlamaya yönelik bir ışık da
görünmüyordu ufukta. Gazzalin Oğlu’nun zihni de bulanıktı. Derslere giriyor,
görevini yapıyordu ama eski heyecanı ve hareketliliği yoktu. Kendisini
toparlamak için epey gayret sarf etmiş ancak bir türlü başarılı olamamıştı.
Büyük Vezir’in yokluğunun, içinde oluşturduğu boşluk kapanacak gibi değildi. Bu
sadece duygusal değil aynı zamanda zihinsel ve bir ölçüde varoluşsal bir
boşluktu. Bütün hayat planları onun kaptanlığı üzerine olunca, böyle olması kaçınılmazdı.
Kendisi bir kamaranın içinde ve oranın sorumlusuydu. Bu durumdan da çok
memnundu. Ama şimdi adeta oraya kıstırılmış gibi görüyordu kendisini. Kaptan
gitmiş, gemi karaya oturmuştu. Bir kamara sorumlusunun gemiyi kurtarması hele
ki yüzdürmesi olacak şey değildi.
Gemiyi yüzdürmesi gereken Sultan da
boşlukta gibiydi. Devletin gidişatı ve toplumun dalgalanması bunu gösteriyordu.
Tek teselli kaynağı ilahî imtihan içinde olduğu bilinciydi. Bu da olmasa ya
bırakıp gidecek ya da her şeyi ani bir sonla bitirecekti.
Sonuna kadar görmeliyim dedi. Görev sorumluluğu
bunu gerektiriyordu. Koca bir kurumu, bu kadar öğrenciyi yüz üstü bırakamazdı.
Kendisinin ayrılması hem kurumun çökmesi hem de öğrencilerin dağılması anlamına
gelirdi. Ayrılsa bile bunu kontrollü gerçekleştirmesi gerekirdi. Kuruma ve
öğrenciye en az zarar verecek şekilde.
Günlerce düşündü. Sultanın varlığı en
azından devlet çarkının bir şekilde dönmesini sağlıyordu. Bu durumda bırakması
çok da içine sinmiyordu. Kararını verdi, son ana kadar kalacak ve görevini
sürdürecekti. O son anı da olayların gelişimi belirleyecekti. İnanan bir
insandı. Bütün bu olayların Allah’ın takdirinin dışında gelişmesi söz konusu
değildi. Ne var ki, her akıllı ve iradeli kul gibi kendisinin de tercihleri söz
konusuydu. Hayatı insana mal eden de bu tercihler değil miydi? Yüce Allah’ın
sonsuz iradesinin altında sonlu ve sınırlı bir hareket alanı verilmişti insana.
Bu hareket alanının adı dünya. Burada kazanmak da kaybetme de insanın kendi
elinde. Çünkü imtihan sahnesinin ana aktörü o. Bu oyunu ciddiye alan kurtuluş
ipine tutunur, oyunu oyun olarak gören ise ipten kazıktan kurtulur ve tepe
takla yuvarlanır; sahnenin dışına atıldığında ne olduğunu anlar ama iş işten
geçmiş olurdu.
Böyle düşünceler içerisinde günleri
geçerken ikinci büyük olayın haberi geldi. Medreseye bomba gibi düştü.
Öğrencisinden çalışanına herkes şaşkındı. Büyük Sultan ölmüştü. Ölmüş mü
öldürülmüş mü şimdilik meçhuldü. Belki de bu meçhullük, onun ölümünün üzerinden
hiç kalkmayacaktı. Aslında Gazzalin Oğlunun beklemediği bir gelişme değildi.
Demek ki o söylenti doğruymuş. Büyük Vezir’in büyük sözünün gerçekliği gün gibi
ortaya çıkmıştı. Bu onun bir kerameti değildi. Yıllarca edindiği tecrübe
birikiminin öngörüye dönüşmüş haliydi. Sultan gençti ve onun tecrübesine sahip
olmadığı gibi kavrayacak durumda da değildi. Etrafını saran hırslı ve hevesli
kişiler de Sultan’ın yanlış kararlar almasına yardımcı olmuşlardı. Vezir gitmiş
ve devlet bitmişti. Sultan bunu anladığında artık çok geçti.
Sultanın hevesli ve hırslı karısı Türkan
Hatun birden sahnenin en önüne çıktı. Artık onu engelleyecek hiçbir güç,
gölgeleyecek hiçbir kişi, sınırlayacak hiçbir eşik yoktu. Elinde nur topu gibi
oğlu vardı. Henüz beş yaşındaydı ama bu onun sultan olmasına engel değildi.
Esas sultan kendisiydi zaten. O çocuk, önünde bir paravan olacaktı.
Bunun için yapması gereken orduyu ve
bürokrasiyi ikna etmekti. En iyi ikna yöntemi de onları maddi imkanlara
boğmaktı. Elinin altında koca bir devlet: Büyük Selçuklu. Bizans’ı dize getirmiş.
Dönemin en etkili gücü. Böyle bir devletin hazinesi de ona göreydi. Bunu
kullanmaması için hiçbir neden ve engel yoktu. Kullandı da nitekim. Orduya
dağıttığı yirmi bin altın epey işe yaramıştı. Ordu beş yaşındaki oğulun
sultanlığını kabule hazırdı. Sırada bürokrasi ve bürokrasi içinde önemli bir
kesim olan ilim erbabı vardı. Onları da ikna zor olmadı. İnsanlar vicdanları
ile cüzdanları arasına sıkışınca, kurtuluşu cüzdan tarafını tercihte görürlerdi.
Hem ivedi hem de kesin kazanç. Öteki biraz uzak ihtimal. Onun için vakit de
var. Çünkü insan yaşarken hiç öleceği aklına gelmez.
Ancak Gazzalin Oğlu’nun tercihi uzak ama
daha kesin olan kazanç yönünde oldu. Yani vicdanını cüzdanına tercih etti. Babasını
hatırladı. Ölürken gözlerindeki ışığı. Anasını hatırladı, kendileri için
çırpınışını. Hele hocası hiç aklından çıkmıyordu. Büyük Vezir’in büyük projesi
ölümüyle devlet nezdinde akim kalmıştı ama içinin ta derinlerinde yaşıyordu. Zihnine
mıhlanmış bu gerçeklerin hiç birini terk edemezdi. Vicdanı buna elvermezdi.
Bu düşüncelerle başını yastığa koydu.
Uyuyor muydu uyanık mıydı belli değildi. Kesin olan bir şey varsa çok yorgundu
ve başını yastıktan kaldıracak hali yoktu.
13 Şevval 1442 / 25 Mayıs 2021
Kaleminize sağlık Cağfer Hocam...
YanıtlaSil