17 Haziran 2021 Perşembe

Hilafetin Hikâyesi


HİLAFETİN HİKÂYESİ

Prof. Dr. Adnan DEMİRCAN[1]

Beyan Yayınları, İstanbul-2021, 1. Baskı, Sayfa sayısı 268

 

Tanıtım/Değerlendirme: İbrahim KONAK[2] 

İlk halife Hz. Ebu Bekir’den başlayarak Halifeliğin kaldırıldığı 3 Mart 1924 tarihine kadar geçen süre içinde Halifeliğin geçirdiği süreçlerin anlatıldığı “Hilafetin Hikayesi” adlı kitap dört bölümden oluşmaktadır. Kitabın sonuna konulan tabloların oluşturduğu Ekler ile eser zenginleştirilmiştir. Kitapta İslam Tarihi ana kaynaklarının yanında modern kaynaklardan da istifade edilmiş, kavramlarda Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisinden istifade edilmiştir.

Kitap Hilafeti dini bir vecibe veya İslam dışı bir sistem olarak görmekten uzak, ideolojik saplantılara bulaşmadan tarihsel bir olgu olarak ele alınıp hilafet kurumunun tarihi gelişimi incelenmiştir. Hilafetin daha çok siyasi bir kurum olarak ele alındığı kitabın Giriş kısmında (s.13) İslam öncesi Araplarda, özellikle de Hicaz’da cari olan yönetim sistemi incelenmiştir. Burada İslam öncesi Mekke ve Medine’de merkezi bir siyasi otoritenin olmadığı, otoriteyi kabile liderlerinin temsil ettiği vurgulanmaktadır. Giriş’in sonunda gelişmelerin sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi için İslam medeniyetinde siyasi düşüncenin gelişiminde ve kurumların şekillenmesinde Arap geleneklerinin ve siyasi kültürün etkisinin göz ardı edilmemesi gerektiği uyarısı vurgulanmıştır.

Birinci bölümde (s.17) İslam öncesi dönemde siyaset iki başlıkta incelenmiştir. Öncelikle Araplarda cari olan kabile sistemi anlatılmış, kabilede liderin rolü ve yetkisi atrıntılı bir şekilde anlatıldıktan sora Kabile sistemi Hicaz özelinde ele alınmıştır. Mekke ve Medine şehirlerinde İslam’dan önce merkezi bir yönetimin olmadığı belirtildikten sonra Kusay’dan başlayarak Mekke’deki idarenin nasıl yerleştiği ve geliştiği anlatılmaktadır.

 İkinci bölümde (s.27) İslam Medeniyetinde Siyaset konusu işlenmeye başlanmıştır. Medine’ye hicret eden Allah Resûlü'nün Medine’de yaşayan Müslüman ve Gayrı Müslim halkın lideri olması Arap yönetim teamüllerine aykırı da olsa da bu, onun Peygamberliğinden kaynaklanan özel bir durumdu. Onun sergilediği başarılı liderliğin vahiyden sonraki temel dinamikleri yine vahyin öğretileri olarak adalet, meşveret, ehliyet ve liyakat gibi ilkeler olmuştur. Ancak Allah Rasulü’nün vefatıyla Müslümanlara bıraktığı yönetimde kurumsallaşmasını tamamlamış bir sistem söz konusu değildi.

Allah Rasulü’nün vefatından sonra Halifetü Rasulillah ünvanıyla Hz. Ebu Bekir’e biat edildi. (s.35) Burada halife kelimesi üzerinde durulmuş ve çeşitli anlamları aktarılmıştır.  Kur’an’da bu kelimenin bugün bildiğimiz “Müslümanların devletini yöneten kişi” anlamında kullanılmadığı, Hz. Ebu Bekir’in bu ismi almaktaki hedefinin de Hz. Peygamber’den kalan güce ve otoriteye talip olduğu belirtilip daha sonraki dönemlerde var olan durumu meşrulaştırma adına uydurulmuş rivayetlerin Hadislerin arasına yerleştirilmeye çalışıldığına dikkat çekilmektedir. Bu sebeple yazar hilafet meselesine inanç zaviyesinden değil, tarihi bağlamını dikkate alarak yaklaşmaktadır. Halifelerin isimlendirilmeleri konusunda ise Hz. Ebu Bekir’in kendisine “Allah’ın Halifesi” şeklinde hitap edilmesine karşı çıkmasına rağmen daha sonraki dönemde Muaviye’nin bunu reddetmediği ama bu tamlamanın Abbasiler döneminde kavramlaştığını belirtmektedir. Sünnilerin tarih algısına uygun olarak ifade ettikleri, Şiiler ve Haricilerin reddettiği “Raşid Halifeler” kavramının da hadise isnadı sorunlu olup böyle bir kavramın Hz. Peygamber döneminde kullanılmasının olası olmadığı vurgulanmaktadır. (s.42)

Bu açıklamaların ardından kitapta Hilafetin hikayesi tarihi kırılma noktalarına işaret edilerek kronolojik olarak anlatılır. Hz. Ebu Bekir ile başlayan Hilafet kurumunun Müslümanların yönetim ihtiyaçlarını deruhte etmek üzere ortaya çıkmış bir kurum olarak ifade edilmiş, Hz. Ebu Bekir’in seçim gerekçelerinin ve şeklinin Arap Örfüne uygun ama şahsı ile ilgili olarak Medineli olmaması hasebiyle Arap örfüne aykırı olduğu belirtilmiştir. Zira kendisini seçenlerin tamamına yakını Medineli (Ensar) olmasına rağmen onlardan biat almıştır. Bu da toplumdaki dönüşümün bir göstergesi olarak kabul edilebilir.

Halife namaz kıldırmak gibi dini bir vazifeyi de ifa etmesine rağmen Hilafetin, teokratik bir kurum olmadığı, Halifenin de Hz. Peygamber’in nübüvvetle ilgili halefi değil, devlet başkanı olarak halefi olduğu, bu sebeple dini bir lider olmaktan ziyade siyasi bir lider olduğu belirtilmiştir.

Hz. Osman’ın yönetimde akrabalarına ağırlık vermesi ile yönetimde bazı değişikliklerin meydana geldiği, bunun iyi niyetle atılmış bir adım olmasına rağmen Hilafet tarihinde bir kırılma noktası oluşturduğu belirtilmiştir. (s.48)

İlk dört halifenin dördünün de farklı farklı yöntemlerle hilafete geldiğine dikkat çeken yazar bu farklılığın sebebinin asırlar sonra gelecek insanların önünü aydınlatacak, elini rahatlatacak çözümler üretmek değil, kendi dönemlerindeki sorunları çözmek olduğunu belirtmektedir. Değerlendirmelerde dikkatimizin çekildiği bir başka nokta da o günün aktörlerinin bizim gibi icraatlarının sonuçlarını bilmiyor olmalarıdır. (s.43-65)

Raşid Halifelerin ardından gelen Emevi yönetimiyle Hilafetin başka bir kırılma noktası yaşadığını ve ilk Halifeler döneminde bir seçim yöntemi olan biatın, Emevîler döneminde halkın halifeyi seçmesi ve onaylaması anlamından uzaklaşarak şeklî bir faaliyete dönüştüğü, Halifenin de gücünü Ümeyyeoğullarına dayandırdığı izah edilir. (s.65-72)

Kitabın üçüncü bölümünde ise “Teori ve Pratik Arasında Hilafet” (s.95) başlığıyla Hilafetin pratikteki uygulaması ve teorik şekli ele alınmıştır. Hilafetin teorik altyapısının hilafet ortaya çıktıktan sonra zamana yayılarak şekillendiği belirtilmiş, bunun birçok kurum için de böyle olduğuna dikkat çekilmiştir.

Müslümanların bir halife tarafından yönetilmesi gerektiği düşüncesi tarihî temelleri olsa da modern bir ideoloji olarak yeniden gündeme getirilmesinde birçok etmenin söz konusu olduğunu belirten yazar özellikle iki tanesine dikkat çekmiştir. Bunlardan biri batı emperyalizminin İslâm dünyasına yönelik sömürü̈ teşebbüsleri çerçevesindeki istilaları ve bu istilaların ortaya çıkardığı sorunlar, bir diğeri de Müslümanların güçlerinin zayıflaması ve birliğin önemini anlamış olmalarıdır. Yazarın Hilafetin teorisi ile pratik arasındaki farkını ortaya koyduğu  bazı kavramlar şunlardır:

1.   Hanedan (s. 96): Tarihi bir vakıa olarak Hilafet her zaman bir hanedan potasında olmuştur. İlk dört halife, Emevîler, Abbasîler, Endülüs Emevîleri ve Fâtımîler Kureyş çatısı altında değerlendirilebilecek hanedanlardır. Hanedan düşüncesine karşı olan muhaliflerin gücü ellerine geçirdiklerinde yeni bir hanedan olarak varlıklarını sürdürmeye çalıştıklarını görüyoruz. Yöneticinin hanedandan olması sadece İslâm dünyasına mahsus olmayıp, dünyanın diğer bölgelerinde de karşımıza çıkmaktadır. Bir bakıma hanedan, devletlerin devamlılığını da sağlayan bir kurum olmuştur. Zira yönetimin miras olarak kalmadığı durumlarda devletin kısa sürede dağıldığı görülmektedir.

2.   Veliaht Tayini (s. 98): Otoritenin bir ailenin hükümranlığında olması aynı zamanda yönetimin bir sistem içerisinde devredilmesini de gerektirmektedir. Yöneticiler kendilerinden sonra devletin geleceğini teminat altına almak amacıyla bir veliaht tayin etmeye önem vermişlerdir. Ancak veliaht tayini, liyakatsiz birinin veya birden fazla kişinin tayin edilmesiyle devlette ciddi sıkıntılar meydana getirmiştir.

3.   Nesep Koşulu (s. 99): İslâm siyaset düşüncesinde yönetime gelecek kişinin nesebî aidiyeti ciddi tartışmalara konu olmuştur. Ehl-i Sünnet’e göre halife olacak kişinin Allah Resûlü’nün kabilesi olan Kureyş kabilesinden olması gerekir. Hem Kur'an-ı Kerim hem Allah Rasulü'nün uygulamaları siyaseti belirli bir aileye ya da gruba tahsis etmeye cevaz vermez. Ancak Allah Rasulü'nün vefatından sonra Hz. Peygamber’in tebliğiyle ve çabalarıyla bir araya gelmiş olan Arapları bir arada tutabilecek bir siyasî güç olarak Kureyş'in dışında bir gücün mevcut olduğunu söylemek zordur.

4.   Otoritenin Tekliği (s. 101): Teorik olarak İslâm dünyasında otoritenin tek olduğu düşüncesi olmasına rağmen pratikte birden fazla otorite bulunmuştur. Teoride halifenin sadece bir kişi olması gerektiğini ifade eden bazı dinî metinler de oluşturulmuştur. Bunlar arasında bazı hadisler karşımıza çıkmaktadır. Bu rivayetlerin devlet yönetimiyle ilişkili olarak nakledilmesinin sonraki dönemlerde gerçekleşmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Geçmişte otoriteye itaat etmeyenlerin bir kısmı mazur görülürken bazılarına karşı sert tutum takınılmıştır. Örneğin Hz. Ebû Bekir kendisine biat etmeyen Saʻd b. Ubâde’ye müdahale etmemiş, Hz. Ömer’in onu eleştirmesi üzerine Medine’yi terk etmiştir. Hz. Ali de biat etmeyen bazı kişilere müdahale etmemiştir. Ancak Abdullah b. Zübeyr, biat teklifini reddeden-Hz. Ali’nin oğlu- Muhammed b. Hanefiyye’yi hapse attırmıştır.

5.   İtaat zorunluluğu (s. 102): Kuşkusuz bir yerde itaat problemi varsa orada güvenlik sorununun ortaya çıkması kaçınılmaz olur. Bu bakımdan âlimler bazı eksiklikleri ve sıkıntıları olsa da halifeye itaat edilmesi gerektiğini söylemişlerdir. İtaate teşvik eden hadisler bu hususta istihdam edilmiştir.

6.   Şura (s. 104): Şura ilkesi Kur’an’da ve hadislerde Müminlerin işlerinde izledikleri yol olarak belirtilir. Bu anlamda çok değerli ve faydalıdır. Ancak bu ilke Raşid Halifelerin göreve gelmelerinde dahi -büyük ölçüde dönemin şartlarından dolayı- “Halkın katılımı” veya “azınlığın temsili” şeklinde işletilememiştir. Örneğin Raşid halifelerin göreve gelmelerinde Medineli Ashab (Ensar)’ın seçen veya seçilen olarak bir dahli olmamıştır. Seçilen halifeye biat etmişlerdir. İlk halifelerden her birinin seçiminde farklı düzeyde istişareler gerçekleştirilmiştir.

7.   Biat (s. 107): İslâm dünyasında halifeye itaati belirleyen ana ritüel biattir. Kişi halifenin kendisini hangi şekilde ve hangi koşullarda yöneteceğine biatle söz verir. Biat akdi iki tarafı bağlayan bir akit olmasına rağmen, ilk halifelerden sonra fiiliyatta tebaanın itaatinin sağlanmasının bir yolu olarak işlemiştir.

8.   Halifede aranan özellikler (s. 108): Halife olacak kişinin hangi özelliklere sahip olması gerektiği hususunda Abbasîler döneminde yazılan bazı kitaplarda kimi kriterlere yer verilmişse de gerçekte halifenin makama oturmasını sağlayan şey, güçtür. Halife olacak kişinin bu kriterlere göre imtihan edilmesini sağlayacak ya da onun özelliklerini ölçecek bir sistem mevcut değildir.

9.   Görev ve yetkiler (s. 110): Teorik olarak halife, Müslüman toplumun idaresi ile ilgili her konuda icraatta bulunma, kanun koyma ve bunu uygulama yetkisine sahiptir. Hilafet konusunu ele alan kitaplarda halifenin görev ve yetkileriyle ilgili bazı ilkelerden söz edilmekteyse de halifenin bunlara uyup uymadığı hususunda onu denetleyebilecek bir güç yoktur.

10.   Birden çok halife (s. 112): Teorik olarak Müslümanların tek bir halifesinin olması erken dönem itibariyle kabul edilmiş bir husus olmasına karşın pratikte durum farklı olmuştur. Abbasiler döneminde iki ve üç halifenin varlığı da bilinmektedir.

11.   Çocuk Halifeler (s. 113): Teorik olarak halife olacak kişinin yöneticilik özelliklerine sahip, donanımlı biri olması gerekirken pratikte böyle olmamıştır. Nitekim Abbasîler döneminde özellikle çocuk yaşta kişilerin halife seçildikleri görülmektedir. Bu durumda aile içerisinden birinin ya da bir bürokratın devleti yönetmesi ve Halifenin sembolik olarak makamda olması kaçınılmaz olmuştur.

12.   Hilafet ve kadın (s. 114): Kadınların doğrudan halife olmaya teşebbüs etmesi ya da adaylığı bir yana halifelerin seçiminde görüşleri sorulan kişiler olduklarını söylemek dahi zordur. Bir bakıma siyaset alanı erkeklerin sorumluluğuna bırakılmıştır. Nitekim ilk halifelerle ilgili biat sürecinin erkeklerin kendi aralarında devam ettiğini görüyoruz. Bu anlayışın gelenekten bağımsız olarak görülmesi ve değerlendirilmesi mümkün değildir.

13. Görev süresi (s. 115): Hz. Peygamber’in vefatından sonra seçilen halifelerin hiçbirinde görev suresinin belirli bir döneme bağlı olduğu düşüncesi ortaya çıkmamıştır. Halifelerin hayat kaydı ile seçilmesi dönemin yönetim anlayışı çerçevesinde şekillenen bir uygulamadır. Bu uygulama sadece İslâm dünyasında değil, diğer medeniyet ve kültürlerde de karşımıza çıkmaktadır. Keza Araplardaki kabile liderleri seçimi de hayat kaydıyla yapılırdı. İslâm siyasî geleneği çerçevesinde oluşan iktidar süresiyle ilgili anlayışın günümüzde tartışılması kaçınılmazdır.

14. Görevden Uzaklaştırma (s. 116): Halifeler, Müslümanların kendilerine biatiyle iktidara gelmelerine rağmen onları seçen iradenin görevlerine son verme yetkilerini kullanabilecekleri kurumlar geliştirilmemiştir.

15.   Görevden Ayrılma (s. 118): Halife olarak göreve getirilen kişinin bu görevi iradesi doğrultusunda bırakmasının önünde kanunî bir engel bulunmamakla birlikte kişinin yetiştiği çevre, onun iktidara gelmesini destekleyen kişi ya da grupların beklentisi, gerek gördüğünde görevden ayrılma hakkını dahi çok kolay kullanamadığını ortaya koymaktadır.

16. Muhalefet (s. 119): Günümüzden meseleye bakıldığında zaman zaman lider konumundaki bazı kişilerin ya da halktan insanların halifelerin bazı icraatlarına muhalefet edebildiklerini ve bunu dillendirdiklerinde de ağır bedeller ödediklerini görüyoruz. Ancak bu konuda oluşturulmuş bir kurum veya sistem yoktur. Ancak mezkûr dönemde dünyanın hemen her tarafındaki siyasî yapının birbirine benzediğini unutmamak gerekir. İslâm dünyasında bağımsız bir muhalefet yokken Batı’da da mevcut değildi.

17. Görevlendirmeler (s. 121): Halife hedeflediği icraatlarını gerçekleştirmek için dilediği kimselerden yararlanma hakkına sahiptir. Ancak buna rağmen görevlendirmelerin ahlaki zemini önemlidir. Emeviler döneminden itibaren komutanlık, valilik ve kadılık gibi görevlerde daha çok Arapların istihdam edilip, memleketleri fethedilen mevalinin geri planda bırakıldığını görmekteyiz. Abbasî ihtilaliyle birlikte güçlenen mevali bu dönemde devlette temsil açısından Araplarla rekabet edecek hale gelmiştir.

Kitabın dördüncü (s. 123) ve son bölümünde ise Hilafet konusu çağdaş bir problem olarak ele alınmaktadır. Burada vurgulanan husus geçmişin kendi şartlarında ve doğru okunması gerektiğidir.

Hilafetin günümüze bakan yönünde (s. 123-128) ise yazar şu tespitleri yapar:

- Müslümanların tarihî bir tecrübesi olarak hilafet kurumu olumlu ve olumsuz boyutuyla geçmişe aittir. İnsanlar arasında yaşam standartları, ekonomik farklılıklar, dil ve kültür farklılığı, hatta İslâm tecrübesinin yerelleştiği bir ortamda Müslümanların tek bir devlet olmaları çok daha zordur ama asla imkânsız değildir.

- İslâm medeniyetinin geleceği açısından değerlendirdiğimizde öncelikle bilinmesi gereken, literatürün literal bir şeklinde okumaması gerektiğidir. Müslümanlar, literatürle ilgili farklı bir bakış açısı oluşturup geçmişte üretilen değerlerle günümüzün imkânlarını bir araya getirirlerse yeni bakış açıları kazanmak mümkündür.

- Müslümanlardan bir kısmının hilafetle ilgili bakış açılarını ümmetin kabulüne mazhar olmuş bir bakış açısı olarak sunmak gerçekçi değildir. Hilafet kaldırıldığı günlerde konu dünya Müslümanlarının gündeminde çok canlı bir yere sahipti. Bunun için toplantılar planlandı, görüşmeler yapıldı. Protestolar ilgili yerlere iletildi. Bugün ise çok az sayıdaki Müslümanın gündeminde bu konu canlılığını muhafaza ediyor. Ancak bu gündem İslâm ümmetini sürükleyecek bir güce sahip değil. Müslümanların büyük çoğunluğunun bugün içinde bulundukları sorunlar ve zihin dünyaları ele aldığımız konudan çok uzaktır. Bir çözüm üretebilme iradesi ortaya koyabilmek, sorunu doğru bir şekilde belirlemekle mümkündür.

         Ekler kısmında Türkiye’de Hilafetin kaldırılması ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan üç konuşma metni tahlil edilerek verilmiştir. Bunlardan ilki Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1922’de Meclis’te yaptığı konuşmadır. (s.142) Bu konuşmasında Hilafetin korunarak saltanatın kaldırılması gerektiğini anlatmaktadır. Ancak saltanatın (yönetimin) bir kişinin elinde olmasının yanlış olduğunu Millet adına bu yetkinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde olması gerektiğini vurgulamaktadır. Mustafa Kemal bu konuşmada Önce Türk tarihini, ardından Hz. Peygamber dönemini özetleyerek toplantının yapıldığı günün Mevlid-i Nebi’ye denk geldiğine dikkati çekiyor. Daha sonra dört halife döneminden başlayarak Hilafetin Osmanlılara geçişini ve nihayet son dönemdeki hilafet konusunu anlatırken hilafetle saltanatın ayrı şeyler olduğunu ifade ederek Hilafetin korunması gerektiğine, saltanatın (yönetimin) ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin elinde olması gerektiğine dair deliller sunmaya çalışmaktadır. Yazar’ın şu tespiti bu konudaki çalışmaları özetlemektedir: “Kendisini ve görüşlerini İnsanlığa kabul ettirmek isteyenler geçmişten bir referans bulmaya gayret ederler. Bunu bulamadıklarında ise inşa ederler.” Bu konuşmadan 17 gün sonra 18 Kasım 1922’de Vahdettin hal edilerek Abdülmecid Efendi Meclis tarafından Halife seçilmiştir.

Alıntılanan ikinci konuşma ise Hilafetin kaldırılması için elli üç arkadaşıyla birlikte önerge veren Urfa Mebusu Şeyh Saffet’in 3 Mart 1922’de Mecliste yaptığı konuşmadır. Şeyh Saffet, Hilafet kavramının Kur’an’da Allah’ın yeryüzündeki halifesi anlamında kullanıldığını, bugüne kadar Müslümanların bunu hiç konuşmadıklarını, artık Cumhuriyet yönetimine geçilmesi gerektiğini, Cumhuriyetin temel vazifesinin de Din-i Mübin-i İslam’ı korumak olduğunu anlatır. Peygambere halef olma anlamındaki Hilafeti ise Hadisteki ifade ile 30 yılla sınırlar. Son olarak da Meclisin Hilafetin tüm yetkisine sahip olduğunun aklen ve naklen kesinleştiğini ifade etmektedir.

Alıntılanan üçüncü ve son konuşma da yine 3 Mart 1922 tarihinde İzmir Milletvekili Saffet Bey’in adeta bir ders mahiyetinde Mecliste yaptığı konuşmadır. Seyyid Bey bir Fıkıh bilgini olup Hukuk Fakültesinde müderrislik yapmaktaydı. 1923 yılında da Adalet Vekili olarak görevlendirilmiştir. Seyyid Bey konuşmasında Hilafetin dini değil, siyasi bir kavram olduğunu, İslam’ın istediği yönetimde ise iki ilkenin önemli olduğunu anlatır: Meşveret ve Ulu’l-Emre itaat. Ardından Halife ve İmam kavramlarını inceleyerek Ayet ve Hadisleri kendi dediklerine dayanak olarak sunmaya çalışır. Kur’an’daki Halife ifadesinin de Peygamber ardılı değil de Allah’ın halifesi anlamında kullanıldığını açıklamaya çalışır. Demircan’ın ifadesiyle “zaten verilmiş olan bir kararın altı doldurulmakta, gerekçesi hazırlanmaktadır.”

Kitabın sonuna halifelerin listelerinin yer aldığı tablolar ve tüm halifelerin tek tabloda yer aldığı Halifelerin Şeceresi tablosu okuyucu için toplu bir bilgiyi ihtiva etmesi açısından önemlidir.

 



[1] İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı Başkanı.

[2] İstanbul Üniversitesi SBE. İslam Tarihi ve Sanatları Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi,

i.konak@hotmail.com

 


 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar