Gazzalî / Büyük Hesaplaşma - II
Cağfer KARADAŞ
Ertesi gün uyandığında zihni daha berraktı. Bütün bir geçmişini adeta ölçmüş biçmiş ve tartmış vaziyetteydi. Sesli düşünüyordu. Duyanlar onu kendi kendine konuşur sanırdı. Hatta bilmeyenler ağır sarsıntılar altında ciddi bir bunalıma girdiğini bile düşünebilirdi. Ama onun umurunda değildi. Kendi kendine konuşmasını sürdürdü: “Bugüne kadarki durumumu şöyle bir gözden geçirdiğimde, gördüm ki, dünyevî ilişkiler ağı içinde sıkışmış kalmışım. Adeta her tarafımdan sarılmış ve kuşatılmışım. İşlerime baktım en güzeli ve şükredilecek olanı eğitim-öğretimdi. Fakat sanki bunları bile Allah rızası için değil de, makam ve şöhret endişesiyle yapıyormuşum gibiydi…”
Evet, sözün bittiği halk tabiriyle dananın
kuyruğunun koptuğu yerdi bu nokta. Yeni bir kararın başında, keskin bir
dönemecin ucundaydı. Artık burada kalması, kendisi için mukaddes olan
eğitim-öğretimi bu şartlar altında sürdürmesi neredeyse imkânsızdı. En büyük
endişesi, kararını bildirdiğinde öğrencilerinin yaşayacağı hayal kırıklığı idi.
Onu da bir şekilde aşmalıydı. Onlar da dünya hayatının bu yüzünü erken de olsa
görmeliydiler.
Önce yardımcı konumundaki seçkin
öğrencileriyle buluştu. Onlara kararını anlattı. Sanki onlar bütün bunların
olacağını biliyor ve bekliyor gibiydiler. Eh, ne olsa Gazzalin Oğlu’nun dizi
dibinde yetişmişlerdi. Onların bu hali, görüşme sırasındaki vakur tavırları ve
sözleri onu daha bir cesaretlendirdi, kararında biledi. Zaten bazısı da tıpkı
onun gibi düşünmüş ve Bağdat’dan ayrılmaya karar vermişti. Onlar da biliyordu
ki bu siyasal ve sosyal çalkantı içinde zihni toparlayıp ilim yapmanın pek
imkânı kalmamıştı.
Öğrencileriyle buluştu. Ama onlar hiç
hazır değildi. En gencinden yaşlısına kadar hepsinde büyük bir burukluk vardı.
Öksüz kalmış çocuk gibiydiler. Vedalaşmak ve ayrılmak çok zor oldu. Bir ara
kararını değiştirmeyi bile düşündü. Ama şartlar o kadar ağırdı ki, öğrencilerin
gözlerindeki yaşlar, yüzlerindeki bulutlar bile o ağırlığı dengeleyecek durumda
değildi. Artık kararını değiştirmesinin imkânsız olduğunu anladı ve zor da olsa
vedalaşarak ayrıldı.
Öğrencilerine en önemli hediyesi, yine bir
Gazzalin Oğlu ismini taşıyan kardeşi Ahmed idi. Ahmed onun yokluğunda yerini
dolduracak bir nebze olsun öğrencilerine teselli olacaktı. Hz. Musa’nın yerine
kardeşi Hz. Harun’u bırakması gibi gelmişti öğrencilerine. Bu sürpriz, vedayı
biraz olsun hafifletmişti. Onlar da Hz. Musa gibi tekrar dönme hissi
uyandırmıştı. Örnekler birebir her zaman örtüşmezdi. Kaderin nereye ve hangi
maceralara sürükleyeceğini şimdiden kestirmek çok kolay değildi. Ayrılık kesin,
dönüş belirsizdi. Bu öyle kırk günlük bir ayrılık gibi de görünmüyordu.
Vazifeye şimdilik nokta konmuş, yeni bir ufkun kapısı aralanmıştı. Artık o
ufkun son olup olmadığı da belli değildi. Belli olan, Gazzalin Oğlu’nun yeni bir
yol ve yön arayışı içinde olduğuydu.
Neydi onu bu yönelişe sürükleyen. Bir
vezirin Batınîlerce katledilmesi, bir sultanın şüpheli ölümü böylesi bir etki
meydana getirmesi için yeterli miydi? Bu soru zihnini iyice kemirmeye
başlamıştı. Bir dostu sormuştu ona bu soruyu. Sormasıyla da kafasına mıhlanması
bir olmuştu. Bir sultan neticede dünya sultanıydı ve bir vezir de öyleydi.
Yıllardır kendini dine adamış, bütün vaktini dini ilimleri öğretmeye ayırmış
bir kişinin hayatını bir siyasî değişimin bu kadar etkilemesi normal miydi? Soru
doğru ve son derece mantıklıydı. Ama cevap o kadar kolay değildi. Maalesef
etkilemişti. Neticede dünya ahiretin tarlasıydı. Nasıl ki harmanın hasılatı
tarlanın düzen ve verimine bağlıysa, ahiretin kurtuluşu da dünyadaki duruşumuza
ve yapıp-etmelerimize bağlıydı. İkisini birbirinden ayırmak hayatın dengesini bozar
ve zihinlerde tutarsızlık oluştururdu. Bütün bunlar önemliydi ama esas sorunun
kaynağını bulmalıydı. Günlerce düşündü ve sonunda gerçek çerçeve zihninde
belirdi. Aslında sorun, kendisinin de içinde bulunduğu dönemin âlimlerinin
değerlere bakışlarında ve bu değerleri hayata yansıtmalarındaki
tutarsızlıklarındaydı. Onların değerleri daraltmaları, dünya lehine
döndürmeleri ve bencil bir tavır içine girmeleriydi. Dönemin âlimlerinin
zihinlerinde dünya öne geçmiş, ahiret geri planda kalmıştı. Kur’an’da altı
kalın çizgilerle çizilen dünya-ahiret dengesi bozulmuştu. Peygamberlerin
vârisleri olarak yol göstericiler olması gereken âlimler artık kalmamış,
onların yerini, görüntüleri dışında başka bir şey bulunmayan âlim müsveddeleri
almıştı. Şeytan bunların birçoğunu tuzağına düşürmüş, bu nedenle de isyan
içerisine dalmışlardı. Dünyalık çıkar peşinde koştuklarından, doğruyu yanlış, yanlışı
doğru göstermeye başlamışlardı. Artık din ve ilim görüntüde kalmış, yeryüzünü
aydınlatan hidayet ışığı onların perdesiyle gölgelenmişti. O kadar ki fitne
zamanlarında yargıçların hüküm verirken başvurdukları resmî fetvalardan,
medrese öğrencisinin üstün gelmek ve rakibini susturmak için yaptığı kuru
tartışmalardan, halkın dikkatini çekmek için vaizlerin kullandığı süslü ve
gösterişli cümlelerden başka ilim kalmadığı zannına kapılmıştı halk. Kutlu ilk
üç neslin gittiği yol olan ve Yüce Allah’ın Kur’an’da fıkıh, hikmet, ilim,
ziya, nur, hidayet ve rüşd diye isimlendirdiği “âhiret yolu ilmi” ise, halk
gündeminden dürülüp kaldırılmış, unutulmaya terk edilmişti. Bütün bunları not
etmek, yeniden dönüşün, yeni bir hamlenin, bir bilinç dirilişinin kitabını
yazmak gerekiyordu.
O bütün bunları aslında daha önceden
görmeliydi. Ama içinde bulunduğu sarmal buna engel olmuştu. Şimdi düşündüğünde
Tûs, Cürcan, Nişâbur ve Bağdat dörtgeninde tanıdığı dönemin uleması tam da
yukarıda resmini çizdiği gibiydi. Sultanın otağı, Büyük Vezir’in yönetim
merkezi ve Bağdat halife çevresindeki siyasal ve sosyal yapının işleyişi de
benzerdi.
Hakkını inkâr etmemek lazım, bugün bu
kavrayışı ve uyanışı kendinde sağlayan, fıkıhtan kelama oradan felsefeye
dönemin revaçta ilimlerinden elde ettiği birikimdi. Bunlardan edindiği bilgi ve
tecrübe, kendisinde olayların hakikatlerini arama susamışlığı meydana
getirmişti. Baktığında zamane âlimlerinin bilimsel noktada ciddi bir kusurları
yoktu, dinî ve ahlakî kuralları görünüşte yerine getirmelerinde de bir eksiklik
görünmüyordu. Ama yaşanan hayatta bir aksaklık vardı; toplumsal çözülme ve
bozulma apaçık bir gerçeklikti. Gidişatta bir yanlışlığın olduğu kesindi. Demek
ki sorun yüzeyde değil, derindeydi; görünüşte değil, içerdeydi. Çözüm de buna
göre ve oraya yönelik olmalıydı.
Bağdat ortamında zihnini kaplayan bütün bu
sorunların tanısını koymak, bir tedavi yöntemi bulmak ve bir çözüme ulaşmak
mümkün görünmüyordu. Bu ortamdan çıkmalı, yeni ufuklara açılmalı ve yeni bir
çevre bulmalıydı. Belki o zaman zihni daha bir berraklaşır ve çözüm umudu
belirirdi. Burada kaldığı sürece aynı yerde dönüp duracak ve bir adım yol
alamayacaktı. Tıptı kar fırtınasına yakalanan kişinin farkında olmadan bir
daire çizip süratle aynı yerde dönmesi ve bütün gücünü yok edip oracıkta ölmesi
gibi. Bu anafordan, bu fasit daireden çıkmalıydı. Ağacıyla, çiçeğiyle, böceğiyle
en önemlisi de insanlarıyla yeni bir çevreye açılmalıydı. Bu onun hicretiydi.
Büyük medeniyetlerin başlangıcında ve bütün büyük düşüncelerin öncesinde bir
hicretin olduğu kesindi. Yeni bir atılım, ancak yeni bir başlangıç ile
mümkündü.
Bu düşüncelerle kararını verdi, en son
ailesine vedasını yaptı ve ayrıldı. Onları da asla yokluk ve yoksulluk içinde
bırakmadı. Bir aile reisi onuruna yakışır şekilde geçimlerini uzun sure
karşılayacak imkânı ve rahat edecekleri bir ortamı onlara bıraktı ve ayrıldı.
Bu ayrılışta hiçbir dünyalık beklentisi, güç arayışı, dünya güçlerine yaslanma
gibi bir dergi yoktu. O zaten bunlardan kaçıyordu. Kararını vermiş, azmetmiş ve
sadece Rabbine dayanarak yola koyulmuştu.
0 yorum:
Yorum Gönder