17 Ocak 2023 Salı

Dört Hak Mezhep Kavramı Nasıl Sistematik Hale Geldi?


 DÖRT HAK MEZHEP KAVRAMI NASIL SİSTEMATİK HALE GELDİ?

İbrahim Halil ER

Sünnî mezheplerin dört mezheple sınırlandırılması ve bu mezheplerin dört hak mezhep ekseninde formel hale gelmesinin tarihsel süreci hakkında bir analiz yapmış olacağız. Özellikle ülkemizde mezheplere yönelik eleştirilerde bu konu sık sık gündeme gelmekte ve insanlar neden dört hak mezhep de beş değil? Gibi sorular sorduğu gibi, kim? Nasıl ve Niçin? Bu dört hak mezhep kavramını oluşturmuş sorusunu sormakta ve doğrusunu isterseniz de tatminkâr bir cevap alamadığı gibi kitaplarda da bu konuda net bir bilgi bulunmamaktadır.

Bu sorunun cevabı biraz da mezheplerin yayılış sürecindeki olaylarda gizlidir. Biz de bu konuyu merak ettiğimizden mercek altına almaya karar verdik.

Olayı anlamak için öncelikle Sünnî mezhepler arasında oluşan kavgaları anlatmamız gerekir. Gerçi birçok insan tarihte olmuş bu Sünnî mezhepler arasındaki kavgayı günümüze taşımayı doğru bulmasa da maalesef olayı anlamak için kötüden iyiye doğru yönelmemiz gerekir. Yani önce kötü haberi, sonra iyi haberi vermeliyiz ki iyi haber daha iyi anlaşılsın.

Mezhep kavgaları aslında Sünnî mezhepler arasında da çok çetin geçti. Hanbelîlerin kendileri dışındaki mezheplere ve imamlarına saldırısı (Taberi/Zahiri) Şâfiî ve Hanefîlerin de bu kavga sürecine girdiği, hatta Afrika ve Endülüs’te Mâlikîlerin de diğer mezheplerle hakimiyet kavgasına girip diğerlerini yok ettiğini görmekteyiz. Bu mezhep kavgaları sayesinde diğer Sünnî mezhepler yok olurken günümüze ancak bu dört mezhep ulaşabildi….

Hanefî ve Şâfiî (Mâtürîdî ve Eş‘arî) Mezhepleri Arasındaki Kavgalar

Fakat biz daha çok Hanefîler ile Şâfiîler arasındaki mücadele üzerinden konumuzu aydınlatmaya çalışacağız.

Maveraünnehir, Horasan, İran ve diğer Orta Asya ile Ön Asya bölgelerinde Şâfiîlik ve Hanefîlik başka bir deyişle Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik mezhepleri hâkimiyet kavgası veriyordu. Dolayısıyla bu iki mezhep ilişkilerinin bozulmasına ve bu kavganın artık nahoş olaylara yol açmasına sadece bir kıvılcım yeterdi.

Bu arada İslâm dünyasının merkez noktalarında Şâfiî ve Hanbelî mezheplerinin kesin egemenliği söz konusuyken Hanefîlik her ne kadar Bağdat’ta geniş bir taraftara sahip olsa bile merkezden uzaklaşmaya ve kenarlarda tutunmaya çalışmaktadır. Hanefîliğin de diğer yok olan ehli sünnet mezhepleri gibi tarihe karışmasını önleyen yeni bir güç sahneye çıktı. Türkler…

Hanefîlerin en güçlü olduğu bölgede kendisine karşı zorlu bir rakip sahneye çıkmıştı. Şâfiî ve Eş‘arîlik. Bu iki gücün (Hanefî/Şâfiî) karşı karşıya gelmesi an meselesiydi. Şâfiîlerin çoğunluğu Eş‘arî olması özellikle Horasan ve Orta Asya’daki Mâtürîdî kelam ekolünün de tepkisini çekiyordu. Bu dönemde Eş‘arîler ve Mâtürîdîler de kelamî anlamda karşı karşıya gelmişlerdi.

Türklerin ve hükümdarlarının aşırı Hanefî olmaları, Şâfiîliğe ve Eş‘arîliğe karşı düşmanlık beslemelerine neden oldu. Bu süreç Selçukluların İslâm dünyasının merkezine doğru yaptığı yürüyüşle de beslenecektir.

Tuğrul bey, hâkimiyeti altına aldığı tüm yerlerde Hanefî kurallarını yerleştirmeye çalışıyor, camilerde Hanefî imamlar görevlendiriyor ve Hanefî kadıları iş başına getiriyordu. Örneğin Nişabur’daki caminin Şâfiî imamı Ebu Osman es-Sâbûnî’yi görevden alıp yerine Hanefîleri atadı. Böylece burada ibadetler Hanefî mezhebine göre yerine getirilmeye başlandı. Ayrıca daha önceleri Hanefîlerin olmadığı İsfahân ve Hemedân şehirlerinin Selçukluların merkezi olması üzerine gittikçe artan bir Hanefî sayısına ulaşmış oldu. Tuğrul Bey, Bağdat’a gelince de buraya Hanefî Ebu Abdillah ed-Demeğani’yi baş kadı yaptı.

Olay sadece Şâfiîlere yönelik değildi. Aynı zamanda Eş‘arîlik de bundan nasibini alıyordu. Tuğrul bey 1053 yılında Horasan’da Eş‘arî’nin minberlerde lanetlenmesi için ferman da çıkardı. Nişabur’daki meşhur 4 Şâfiî âlim de tutuklandı. Eş‘arîliğin sapık kabul edilmesine yönelik bu hareketler ancak Alparslan’ın başa geçmesi ile son buldu. Alparslan bu uygulamaya son verdi. Alparslan, Şâfiî mezhebini serbest bıraktığı gibi Şâfiîlerin kendi ibadet yerlerini inşa etmelerine de izin verdi. Selçulular’daki bu siyaset değişikliğinin arkasındaki kişi Şâfiî vezir Nizâmülmülk’tür. Bu tür sıkıntıları meşhur eseri Siyâsetnâme’sinde uzun uzun anlatır.

Selçukluların Şâfiîliğe karşı bu hoşgörülü tutumu Alparslan’ın ölümünden sonra özellikle Sultan Mesud b. Muhammed zamanında sona ermiş olur. Sultan Mesud 1142 yılında Rey şehrine girdiğinde oradaki önde gelen iki Şâfiî alimi Eş‘arîliği red eden bir belgeyi imzalamaya zorlar.

Sultan Mesud’un Eş‘arî aleyhtarlığı bununla da bitmedi. O Şâfiî/Eş‘arî Ebu’l-Futuh el-İsferâyînî’yi sürgün etti. Ardından Eş‘arîliğin lanetlenmesi ve sapkın ilan edilmesi için camilerde ilan edilmesini ve yasaklanmasını emretti. Bu amaçla ulemânın bu kararı desteklediklerini belirtmeleri için Hemedân ve Bağdat’a Hanefî Ebu Nasr el-Hisancanî’yi gönderdi. Bu faaliyetler sonucu İsfahân’da çıkan ayaklanma ancak zor kullanılarak bastırılabildi.

Selçuklular dönemindeki bu mezhep açılımının temel amacı, Hanefîliği kurumsallaştırmak ve mezhep olarak Hanefîler lehine bozulan durumu tekrar dengelemekti. Çünkü bu dönemde Mağrib ve Afrika’da Mâlikîlik, diğer bölgelerde Şâfiîlik baskın mezhep olarak yayılmaktaydı. Bu durum, Hanefîliği tarihe gömebilme potansiyeline sahipti. Bunun örnekleri de tarihte bulunmaktadır zaten. Tabileri kalmamış diğer Sünnî mezheplerin başına gelenlerin Hanefîliğin başına gelmesini Türklerin Hanefî olması engellemiş oldu.

Hanefîler ile Şâfiîler arasındaki düşmanlık doruk noktasına ulaşmıştı. Selçuklular’ın güçlü oldukları dönemde sorunlar büyümezken, devletin zayıflamasıyla birlikte mezhep savaşları da korkunç boyutlara ulaşmaya, kontrolden çıkmaya başladı.

Bu nedenle bu dönemde yazılan mezhep kitaplarını okurken, bu mezhep kitaplarının diğer mezhepler ve imamları hakkındaki görüşleri okurken bu tür tarihi ve sosyal olayları göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Örneğin Hanefî Râvendî, Şâfiî İmâduddîn el-İsfahânî ve Hanbelî İbnü’l-Cevzî’nin eserlerinde dönemin havası egemendir.

İran, Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde Şâfiîlerle Hanefîler arasındaki mücadele, Hanefîlerin Türk hakanların desteğini alarak tutunmalarıyla sonuçlandı. Hanefîler ile Hanbelîler arasında bu dönemde ciddi bir sorun olmamasının nedeni, Hanbelîlerin Hanefîlere rakip olamayacak kadar az bir taraftar kitlesine, Şâfiîliğin ve Eş‘arîliğin de Hanefî bölgelerine yayılma potansiyeline sahip olmasıdır. Tabi ki zamanla bu bölgedeki Hanefî/Şâfiî, Mâtürîdî/Eş‘arî çekişmesi normal seviyeye inecektir.

Fakat iki mezhep arasındaki mücadele şimdi yeni bir alanda cereyan etmeye başlamaktadır. Burası Suriye’dir. Hanefîlik Irak ekolünden olduğundan bu rakip bölgede hiçbir tabana sahip değildi. Türkler Suriye (Şam) bölgesine geldiğinde burada ağırlıklı olarak Şâfiîlerle karşılaşmışken az biraz Mâlikî ve Hanbelî vardı ama Hanefî mezhebi hiç yoktu.

Suriye Selçukluları, Ulu Camii’nin minberini Hanefî bir imama verip kâmeti ve diğer uygulamaları Hanefî mezhebine göre yapmaya başladılar. Bu uygulama Selahâddîn Eyyûbî’nin Suriye’ye egemen olmasına kadar böyle devam etti. Bu dönemde Hanefîler Şam’daki ilk medreseleri olan Sadıriyye Medresesini kurdular. Hanefîler, bu medrese kanalıyla bölgede yayılırken, halkın çoğunluğunun Şâfiî olmasını göz önünde bulunduran Suriye Selçukulları kadılık makamını, değişmemesi koşuluyla, Şâfiîlere vererek, bir anlamda iki mezhep arasında orta yolu bulmaya ve tartışmalara son vermeye çalıştılar.

Şam’da ilk medreseyi Hanefîler kurmalarına rağmen (1098), Şâfiîler ancak 1120 yılında, Hanbelîler de 1151 yılında medreselerini inşa ettiler. Fakat bölgede Hanefî medreselerin sayısı hızla çoğaldı. Hanefîlerin 4, Şâfiîlerin 3 ve Hanbelîlerin 2 medresesi bulunuyordu. Fakat Selâhaddîn Eyyûbî’nin Şam’ı almasıyla Şâfiî medrese sayısı hızla artmış oldu. Buna rağmen Hanefîlik artık Şam’da ikinci büyük mezhep olarak yerleşmiş oldu.

Her ne kadar Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri kendi aralarında yayılma ve taraftar elde etme konusunda mücadele etse de Şîilere karşı daima birleşebilmekteydi. Bu dönemde özellikle Şiî-Fâtimî tehlikesi bulunuyordu. Bu devlet, Şiîliği yaymak için büyük bir propaganda yapıyor ve bu propaganda sonucu Şam’da bile Şiîlik bir taraftar kitlesi elde edebiliyordu. Bu nedenle Sünnî mezhepler, Şiî akıma karşı birleşebilmekteydi.

Suriye bölgesinde Şiî hâkimiyetini ve nüfuzunu kırma konusunda en kararlı olan Nûreddin Mahmud Zengî idi. O, Şiîliğe karşı Şâfiî ve Hanefî mezheplerini kuvvetlendirmeye çalıştı. Nûreddin, her ne kadar Hanefî olsa da o, Sünnî mezheplere eşit mesafede durmaya çalıştı. O, dört Şâfiî ve beş Hanefî medresesi kurarak, Şiîliğe karşı ilimle mücadele etmeye çalıştı. Ayrıca bu çabası mezheplerin (Sünnî) yakınlaşmasına da zemin hazırlamış oldu.

Zengî, özellikle haçlılara karşı Müslüman dayanışmasını, hassatsen Sünnî dayanışmasını tesis etmeye çalıştığından Sünnî mezhepleri destekledi. Hatta Selçukluların geleneksel Eş‘arî karşıtlığına rağmen Eş‘arîliği de destekledi.  Şâfiî Kemaleddin Şehruzorî’yi ülkenin baş kadısı yaptı. (Selçuklular, her ne kadar Mâtürîdîliği Eş‘arîliğe ve Hanefîliği Şâfiîliğe karşı desteklemiş olsalar da ilmî anlamda yasaklamadılar. Nizâmiye Medresesinde Şâfiî/Eş‘arî öğretisi egemendi. İmamı Gazâlî’nin de burada müderris olması bunun en büyük göstergesidir.   Onların mezheplerini savunmaları ilk döneme ait olduğu gibi, bölgede kendi mezheplerini ve bir anlamda devletlerini kurumsallaştırmalarının bir sonucudur.)

Nûreddin’in bir bütün olarak Sünnî mezhepleri desteklemesi, özellikle İran ve Irak topraklarını harabeye çeviren mezhep savaşlarının Suriye’de yaşanmasını engellemiş ve Müslümanların birleşmesi fikrinin güçlenmesini sağlamıştır. Hatta bu birliğin nasıl ve hangi yollarla tesis edileceği noktasında bir örnek de teşkil etmiş oldu.

DÖRT HAK MEZHEP KAVRAMININ OLUŞMASI

 Nûreddin Zengî’nin kurmuş olduğu bu mezhepler arasındaki denge Selâhaddin Eyyûbî’nin iktidarının ilk dönemlerinde Şâfiîlik/Eş‘arîlik lehine bozuldu. Hatta bu durum Şam’da Hanefîler ile Şâfiîler arasında şiddetli bir çatışmanın bile patlak vermesine neden oldu. Fakat Selâhaddin Eyyûbî iktidarını sağlamlaştırdığında Selefi Nûreddin Zengî’nin politikalarına tekrar dönecektir. İşte bu politika, İslâm birliğinin tesisi yönünde önemli bir adım olmuştur. Şimdi bu politikanın tesisi yollarına bakalım.

Selehaddin Eyyûbî, Mısır’a Şiî Fatimilerden kurtardıktan sonra burayı hızla Sünnîleştirmeye çalıştı. Şâfiî olduğundan Şâfiîliği ve Eş‘arîliği destekledi. Minarelerde Eş‘arî akidesinin ilan edilmesini sağladı. Fakat Mısır’da hatırı sayılır bir Mâlikî taraftar da vardı. Bu nedenle Mısır’da Şâfiî ve Mâlikî mezhebine ait birer medrese inşa etti. Şiî kadılar yerine Şâfiî kadılar atadı.

 Selâhaddin Eyyûbî, İslâm birliğini kendisine şiar edindiğinden mezhebi taasubu azaltmak için mücadele etti. Hatta Kahire’de o dönemde hiç Hanefî olmamasına rağmen 1147 yılında burada ilk Hanefî Medrese olan Suyufiye’yi kurdu ve bu medreseye büyük vakıflar bağışladı. Selâhaddin Eyyûbî’nin açtığı bu çığırı daha sonraki Eyyûbî emîrleri de devam ettirecek ve Şâfiî medreseleri yanında Hanefî medreseleri de kuracaklardır. Hatta Kahire’de Hanefî medresesi sayısı Mâlikî medresesi sayısını geçecektir.

Eyyûbîler dönemindeki en güzel uygulama Hanefî ve Şâfiî mezheplerinin ortak medrese kurmalarıdır. Böylece Hanefî ve Şâfiîler birbirlerinden bağımsız medrese yerine iç içe girmiş iki mezhebi de öğreten ortak medreseler kurması, mezhep savaşlarını ve taassubunu da yavaş yavaş ortadan kaldırmış oldu.

Dört Mezhebin hak mezhep olması ve birlikte eğitim görmesi uygulaması ilk kez Abbâsî Halifesi Müstansır-Billâh (ö. 640/1242) tarafından gerçekleştirildi (631/1234). O, Bağdat’ta yaptırdığı ve adını Mustansıriye medresesi verdiği medresesinde Şâfiî, Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî Mezheplerinin ortak eğitim verdiği ve bu dört mezhebin öğretildiği bir medreseyi açtı.  Bu o güne kadar yapılmamış ve denenmemiş bir şey olduğu gibi, İslâm tarihinde de devrim niteliğinde bir karardı. Böylece (biri diğerine tercih edilmeden) devletin bu desteği, hem mezhepler aralarındaki mücadeleye son vermiş hem de dört hak mezhep kavramının yerleşmesini sağlamıştır. Ayrıca, âlimler birbirlerinin ilmî tecrübe ve birikimlerinden de istifade etmiş oldular. Âlimler arasındaki bu yakınlaşma tabiî ki halk ve avam arasında da yayılacaktır.

Her ne kadar bu mezheplerin tek bir doktrin etrafında toplanması fikri Abbâsî Halifesi Mustansır’a ait olsa da bunu yaygınlaştıran, geliştiren Eyyûbîler olmuştur. Eyyûbî Sultanı Melik es-Salih Kahire’de 1242 yılında dört mezhebin birlikte eğitim gördüğü ortak bir Sünnî medrese kurdu. Bu model, daha sonra tüm İslâm ülkelerinde benimsenecek ve tüm medreselerde uygulanacaktır. Bu modelin oluşması ile dört mezhebin hak olduğu devlet ve halk tarafından kabul edildiği gibi, bu dört mezhebin de korunmasını sağlamış olacaktır.

Eyyûbîlerin yerine geçen Memlükler de aynı düşünceyi devam ettirdikleri gibi bunu daha da geliştirdiler. Sultan Baybars 1256 yılında Kahire’de tek bir mezhebe mensup baş kadı uygulaması yerine her mezhebi temsilen dört baş kadı atadı. Bu aynı zamanda mahkemelerin de mezheplere göre tasnifi uygulamasını doğuracak, bu durum öfke ve taassubu ortadan kaldıracaktır. Bir yıl sonra aynı uygulama Şam’da ardından Haleb ve Kudüs’te de hayata geçecektir.

Artık dört kadı ve dört mezhebin birlikte eğitim gördüğü ortak medreseler uygulaması kesinleşecek, Sünnî mezhepler arasındaki mücadele sona erecektir.

Bu sürtüşme her ne kadar fıkhi mezhepler arasında ortadan kalkmış olsa da akide alanında Mâtürîdî ve Eş‘arî arasındaki sorunların çözülmesi yolunda adımların atılması fikrini doğurdu. Bunun üzerine Tâceddîn es-Subkî Eş‘arî ve Mâtürîdîler arasındaki ihtilaflı konuları tespit edip bunların aslında 7 unsur olduğunu diğerlerin lafzi olduğunu ortaya koydu. Bu çalışma akide alanında da bir birliğin oluşmasına zemin hazırladı. Taftazani’nin Mâtürîdî akidesi olan Nesefi üzerinde bir Eş‘arî olarak şerh yazması bu sorunu tamamen çözdüğü gibi, bu şerh hem Eş‘arîlerin hem de Mâtürîdîlerin medreselerinde temel akaid kitabı olarak yüzyıllarca okunmasına yol açtı. Bu sayede mezhepler arasındaki sorun çözülmüş oldu. Osmanlılar da aynı geleneği sürürdüler.

Yani, Sünnî mezheplerin birbirleriyle tanışmaları ve birbirlerini kabul etmeleri öyle kolay olmamıştır.

 

 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar