İbrahim Halil ER
Sünnî mezheplerin dört mezheple sınırlandırılması ve bu mezheplerin dört hak mezhep ekseninde formel hale gelmesinin tarihsel süreci hakkında bir analiz yapmış olacağız. Özellikle ülkemizde mezheplere yönelik eleştirilerde bu konu sık sık gündeme gelmekte ve insanlar neden dört hak mezhep de beş değil? Gibi sorular sorduğu gibi, kim? Nasıl ve Niçin? Bu dört hak mezhep kavramını oluşturmuş sorusunu sormakta ve doğrusunu isterseniz de tatminkâr bir cevap alamadığı gibi kitaplarda da bu konuda net bir bilgi bulunmamaktadır.
Bu sorunun cevabı biraz da mezheplerin yayılış sürecindeki olaylarda
gizlidir. Biz de bu konuyu merak ettiğimizden mercek altına almaya karar
verdik.
Olayı anlamak için öncelikle Sünnî mezhepler arasında oluşan
kavgaları anlatmamız gerekir. Gerçi birçok insan tarihte olmuş bu Sünnî
mezhepler arasındaki kavgayı günümüze taşımayı doğru bulmasa da maalesef olayı
anlamak için kötüden iyiye doğru yönelmemiz gerekir. Yani önce kötü haberi,
sonra iyi haberi vermeliyiz ki iyi haber daha iyi anlaşılsın.
Mezhep kavgaları aslında Sünnî mezhepler arasında da çok çetin
geçti. Hanbelîlerin kendileri dışındaki mezheplere ve imamlarına saldırısı
(Taberi/Zahiri) Şâfiî ve Hanefîlerin de bu kavga sürecine girdiği, hatta Afrika
ve Endülüs’te Mâlikîlerin de diğer mezheplerle hakimiyet kavgasına girip
diğerlerini yok ettiğini görmekteyiz. Bu mezhep kavgaları sayesinde diğer Sünnî
mezhepler yok olurken günümüze ancak bu dört mezhep ulaşabildi….
Hanefî ve Şâfiî (Mâtürîdî ve Eş‘arî) Mezhepleri Arasındaki Kavgalar
Fakat biz daha çok Hanefîler ile Şâfiîler arasındaki mücadele
üzerinden konumuzu aydınlatmaya çalışacağız.
Maveraünnehir, Horasan, İran ve diğer Orta Asya ile Ön Asya
bölgelerinde Şâfiîlik ve Hanefîlik başka bir deyişle Eş‘arîlik ve Mâtürîdîlik
mezhepleri hâkimiyet kavgası veriyordu. Dolayısıyla bu iki mezhep ilişkilerinin
bozulmasına ve bu kavganın artık nahoş olaylara yol açmasına sadece bir
kıvılcım yeterdi.
Bu arada İslâm dünyasının merkez noktalarında Şâfiî ve Hanbelî
mezheplerinin kesin egemenliği söz konusuyken Hanefîlik her ne kadar Bağdat’ta
geniş bir taraftara sahip olsa bile merkezden uzaklaşmaya ve kenarlarda
tutunmaya çalışmaktadır. Hanefîliğin de diğer yok olan ehli sünnet mezhepleri
gibi tarihe karışmasını önleyen yeni bir güç sahneye çıktı. Türkler…
Hanefîlerin en güçlü olduğu bölgede kendisine karşı zorlu bir rakip
sahneye çıkmıştı. Şâfiî ve Eş‘arîlik. Bu iki gücün (Hanefî/Şâfiî) karşı karşıya
gelmesi an meselesiydi. Şâfiîlerin çoğunluğu Eş‘arî olması özellikle Horasan ve
Orta Asya’daki Mâtürîdî kelam ekolünün de tepkisini çekiyordu. Bu dönemde Eş‘arîler
ve Mâtürîdîler de kelamî anlamda karşı karşıya gelmişlerdi.
Türklerin ve hükümdarlarının aşırı Hanefî olmaları, Şâfiîliğe ve Eş‘arîliğe
karşı düşmanlık beslemelerine neden oldu. Bu süreç Selçukluların İslâm
dünyasının merkezine doğru yaptığı yürüyüşle de beslenecektir.
Tuğrul bey, hâkimiyeti altına aldığı tüm yerlerde Hanefî
kurallarını yerleştirmeye çalışıyor, camilerde Hanefî imamlar görevlendiriyor
ve Hanefî kadıları iş başına getiriyordu. Örneğin Nişabur’daki caminin Şâfiî
imamı Ebu Osman es-Sâbûnî’yi görevden alıp yerine Hanefîleri atadı. Böylece
burada ibadetler Hanefî mezhebine göre yerine getirilmeye başlandı. Ayrıca daha
önceleri Hanefîlerin olmadığı İsfahân ve Hemedân şehirlerinin Selçukluların
merkezi olması üzerine gittikçe artan bir Hanefî sayısına ulaşmış oldu. Tuğrul
Bey, Bağdat’a gelince de buraya Hanefî Ebu Abdillah ed-Demeğani’yi baş kadı
yaptı.
Olay sadece Şâfiîlere yönelik değildi. Aynı zamanda Eş‘arîlik de
bundan nasibini alıyordu. Tuğrul bey 1053 yılında Horasan’da Eş‘arî’nin
minberlerde lanetlenmesi için ferman da çıkardı. Nişabur’daki meşhur 4 Şâfiî âlim
de tutuklandı. Eş‘arîliğin sapık kabul edilmesine yönelik bu hareketler ancak
Alparslan’ın başa geçmesi ile son buldu. Alparslan bu uygulamaya son verdi.
Alparslan, Şâfiî mezhebini serbest bıraktığı gibi Şâfiîlerin kendi ibadet
yerlerini inşa etmelerine de izin verdi. Selçulular’daki bu siyaset
değişikliğinin arkasındaki kişi Şâfiî vezir Nizâmülmülk’tür. Bu tür sıkıntıları
meşhur eseri Siyâsetnâme’sinde uzun uzun anlatır.
Selçukluların Şâfiîliğe karşı bu hoşgörülü tutumu Alparslan’ın
ölümünden sonra özellikle Sultan Mesud b. Muhammed zamanında sona ermiş olur.
Sultan Mesud 1142 yılında Rey şehrine girdiğinde oradaki önde gelen iki Şâfiî
alimi Eş‘arîliği red eden bir belgeyi imzalamaya zorlar.
Sultan Mesud’un Eş‘arî aleyhtarlığı bununla da bitmedi. O Şâfiî/Eş‘arî
Ebu’l-Futuh el-İsferâyînî’yi sürgün etti. Ardından Eş‘arîliğin lanetlenmesi ve
sapkın ilan edilmesi için camilerde ilan edilmesini ve yasaklanmasını emretti.
Bu amaçla ulemânın bu kararı desteklediklerini belirtmeleri için Hemedân ve
Bağdat’a Hanefî Ebu Nasr el-Hisancanî’yi gönderdi. Bu faaliyetler sonucu İsfahân’da
çıkan ayaklanma ancak zor kullanılarak bastırılabildi.
Selçuklular dönemindeki bu mezhep açılımının temel amacı, Hanefîliği
kurumsallaştırmak ve mezhep olarak Hanefîler lehine bozulan durumu tekrar
dengelemekti. Çünkü bu dönemde Mağrib ve Afrika’da Mâlikîlik, diğer bölgelerde Şâfiîlik
baskın mezhep olarak yayılmaktaydı. Bu durum, Hanefîliği tarihe gömebilme
potansiyeline sahipti. Bunun örnekleri de tarihte bulunmaktadır zaten. Tabileri
kalmamış diğer Sünnî mezheplerin başına gelenlerin Hanefîliğin başına gelmesini
Türklerin Hanefî olması engellemiş oldu.
Hanefîler ile Şâfiîler arasındaki düşmanlık doruk noktasına
ulaşmıştı. Selçuklular’ın güçlü oldukları dönemde sorunlar büyümezken, devletin
zayıflamasıyla birlikte mezhep savaşları da korkunç boyutlara ulaşmaya,
kontrolden çıkmaya başladı.
Bu nedenle bu dönemde yazılan mezhep kitaplarını okurken, bu mezhep
kitaplarının diğer mezhepler ve imamları hakkındaki görüşleri okurken bu tür
tarihi ve sosyal olayları göz önünde bulundurarak okumak gerekir. Örneğin Hanefî
Râvendî, Şâfiî İmâduddîn el-İsfahânî ve Hanbelî İbnü’l-Cevzî’nin eserlerinde
dönemin havası egemendir.
İran, Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde Şâfiîlerle Hanefîler
arasındaki mücadele, Hanefîlerin Türk hakanların desteğini alarak
tutunmalarıyla sonuçlandı. Hanefîler ile Hanbelîler arasında bu dönemde ciddi
bir sorun olmamasının nedeni, Hanbelîlerin Hanefîlere rakip olamayacak kadar az
bir taraftar kitlesine, Şâfiîliğin ve Eş‘arîliğin de Hanefî bölgelerine yayılma
potansiyeline sahip olmasıdır. Tabi ki zamanla bu bölgedeki Hanefî/Şâfiî, Mâtürîdî/Eş‘arî
çekişmesi normal seviyeye inecektir.
Fakat iki mezhep arasındaki mücadele şimdi yeni bir alanda cereyan
etmeye başlamaktadır. Burası Suriye’dir. Hanefîlik Irak ekolünden olduğundan bu
rakip bölgede hiçbir tabana sahip değildi. Türkler Suriye (Şam) bölgesine
geldiğinde burada ağırlıklı olarak Şâfiîlerle karşılaşmışken az biraz Mâlikî ve
Hanbelî vardı ama Hanefî mezhebi hiç yoktu.
Suriye Selçukluları, Ulu Camii’nin minberini Hanefî bir imama verip
kâmeti ve diğer uygulamaları Hanefî mezhebine göre yapmaya başladılar. Bu
uygulama Selahâddîn Eyyûbî’nin Suriye’ye egemen olmasına kadar böyle devam
etti. Bu dönemde Hanefîler Şam’daki ilk medreseleri olan Sadıriyye Medresesini
kurdular. Hanefîler, bu medrese kanalıyla bölgede yayılırken, halkın çoğunluğunun
Şâfiî olmasını göz önünde bulunduran Suriye Selçukulları kadılık makamını,
değişmemesi koşuluyla, Şâfiîlere vererek, bir anlamda iki mezhep arasında orta
yolu bulmaya ve tartışmalara son vermeye çalıştılar.
Şam’da ilk medreseyi Hanefîler kurmalarına rağmen (1098), Şâfiîler
ancak 1120 yılında, Hanbelîler de 1151 yılında medreselerini inşa ettiler.
Fakat bölgede Hanefî medreselerin sayısı hızla çoğaldı. Hanefîlerin 4, Şâfiîlerin
3 ve Hanbelîlerin 2 medresesi bulunuyordu. Fakat Selâhaddîn Eyyûbî’nin Şam’ı
almasıyla Şâfiî medrese sayısı hızla artmış oldu. Buna rağmen Hanefîlik artık
Şam’da ikinci büyük mezhep olarak yerleşmiş oldu.
Her ne kadar Hanefî, Şâfiî ve Hanbelî mezhepleri kendi aralarında
yayılma ve taraftar elde etme konusunda mücadele etse de Şîilere karşı daima
birleşebilmekteydi. Bu dönemde özellikle Şiî-Fâtimî tehlikesi bulunuyordu. Bu
devlet, Şiîliği yaymak için büyük bir propaganda yapıyor ve bu propaganda
sonucu Şam’da bile Şiîlik bir taraftar kitlesi elde edebiliyordu. Bu nedenle Sünnî
mezhepler, Şiî akıma karşı birleşebilmekteydi.
Suriye bölgesinde Şiî hâkimiyetini ve nüfuzunu kırma konusunda en
kararlı olan Nûreddin Mahmud Zengî idi. O, Şiîliğe karşı Şâfiî ve Hanefî
mezheplerini kuvvetlendirmeye çalıştı. Nûreddin, her ne kadar Hanefî olsa da o,
Sünnî mezheplere eşit mesafede durmaya çalıştı. O, dört Şâfiî ve beş Hanefî
medresesi kurarak, Şiîliğe karşı ilimle mücadele etmeye çalıştı. Ayrıca bu
çabası mezheplerin (Sünnî) yakınlaşmasına da zemin hazırlamış oldu.
Zengî, özellikle haçlılara karşı Müslüman dayanışmasını, hassatsen Sünnî
dayanışmasını tesis etmeye çalıştığından Sünnî mezhepleri destekledi. Hatta Selçukluların
geleneksel Eş‘arî karşıtlığına rağmen Eş‘arîliği de destekledi. Şâfiî Kemaleddin Şehruzorî’yi ülkenin baş
kadısı yaptı. (Selçuklular, her ne kadar Mâtürîdîliği Eş‘arîliğe ve Hanefîliği Şâfiîliğe
karşı desteklemiş olsalar da ilmî anlamda yasaklamadılar. Nizâmiye Medresesinde
Şâfiî/Eş‘arî öğretisi egemendi. İmamı Gazâlî’nin de burada müderris olması
bunun en büyük göstergesidir. Onların
mezheplerini savunmaları ilk döneme ait olduğu gibi, bölgede kendi mezheplerini
ve bir anlamda devletlerini kurumsallaştırmalarının bir sonucudur.)
Nûreddin’in bir bütün olarak Sünnî mezhepleri desteklemesi,
özellikle İran ve Irak topraklarını harabeye çeviren mezhep savaşlarının
Suriye’de yaşanmasını engellemiş ve Müslümanların birleşmesi fikrinin
güçlenmesini sağlamıştır. Hatta bu birliğin nasıl ve hangi yollarla tesis
edileceği noktasında bir örnek de teşkil etmiş oldu.
DÖRT HAK MEZHEP KAVRAMININ OLUŞMASI
Nûreddin Zengî’nin kurmuş
olduğu bu mezhepler arasındaki denge Selâhaddin Eyyûbî’nin iktidarının ilk
dönemlerinde Şâfiîlik/Eş‘arîlik lehine bozuldu. Hatta bu durum Şam’da Hanefîler
ile Şâfiîler arasında şiddetli bir çatışmanın bile patlak vermesine neden oldu.
Fakat Selâhaddin Eyyûbî iktidarını sağlamlaştırdığında Selefi Nûreddin Zengî’nin
politikalarına tekrar dönecektir. İşte bu politika, İslâm birliğinin tesisi
yönünde önemli bir adım olmuştur. Şimdi bu politikanın tesisi yollarına
bakalım.
Selehaddin Eyyûbî, Mısır’a Şiî Fatimilerden kurtardıktan sonra
burayı hızla Sünnîleştirmeye çalıştı. Şâfiî olduğundan Şâfiîliği ve Eş‘arîliği
destekledi. Minarelerde Eş‘arî akidesinin ilan edilmesini sağladı. Fakat
Mısır’da hatırı sayılır bir Mâlikî taraftar da vardı. Bu nedenle Mısır’da Şâfiî
ve Mâlikî mezhebine ait birer medrese inşa etti. Şiî kadılar yerine Şâfiî
kadılar atadı.
Selâhaddin Eyyûbî, İslâm
birliğini kendisine şiar edindiğinden mezhebi taasubu azaltmak için mücadele
etti. Hatta Kahire’de o dönemde hiç Hanefî olmamasına rağmen 1147 yılında
burada ilk Hanefî Medrese olan Suyufiye’yi kurdu ve bu medreseye büyük vakıflar
bağışladı. Selâhaddin Eyyûbî’nin açtığı bu çığırı daha sonraki Eyyûbî emîrleri
de devam ettirecek ve Şâfiî medreseleri yanında Hanefî medreseleri de
kuracaklardır. Hatta Kahire’de Hanefî medresesi sayısı Mâlikî medresesi
sayısını geçecektir.
Eyyûbîler dönemindeki en güzel uygulama Hanefî ve Şâfiî
mezheplerinin ortak medrese kurmalarıdır. Böylece Hanefî ve Şâfiîler birbirlerinden
bağımsız medrese yerine iç içe girmiş iki mezhebi de öğreten ortak medreseler
kurması, mezhep savaşlarını ve taassubunu da yavaş yavaş ortadan kaldırmış
oldu.
Dört Mezhebin hak mezhep olması ve birlikte eğitim görmesi
uygulaması ilk kez Abbâsî Halifesi Müstansır-Billâh (ö. 640/1242) tarafından
gerçekleştirildi (631/1234). O, Bağdat’ta yaptırdığı ve adını Mustansıriye
medresesi verdiği medresesinde Şâfiî, Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî Mezheplerinin
ortak eğitim verdiği ve bu dört mezhebin öğretildiği bir medreseyi açtı. Bu o güne kadar yapılmamış ve denenmemiş bir
şey olduğu gibi, İslâm tarihinde de devrim niteliğinde bir karardı. Böylece (biri
diğerine tercih edilmeden) devletin bu desteği, hem mezhepler aralarındaki mücadeleye son vermiş hem de dört hak mezhep kavramının yerleşmesini sağlamıştır. Ayrıca, âlimler
birbirlerinin ilmî tecrübe ve birikimlerinden de istifade etmiş oldular. Âlimler
arasındaki bu yakınlaşma tabiî ki halk ve avam arasında da yayılacaktır.
Her ne kadar bu mezheplerin tek bir doktrin etrafında toplanması
fikri Abbâsî Halifesi Mustansır’a ait olsa da bunu yaygınlaştıran, geliştiren
Eyyûbîler olmuştur. Eyyûbî Sultanı Melik es-Salih Kahire’de 1242 yılında dört
mezhebin birlikte eğitim gördüğü ortak bir Sünnî medrese kurdu. Bu model, daha
sonra tüm İslâm ülkelerinde benimsenecek ve tüm medreselerde uygulanacaktır. Bu
modelin oluşması ile dört mezhebin hak olduğu devlet ve halk tarafından kabul
edildiği gibi, bu dört mezhebin de korunmasını sağlamış olacaktır.
Eyyûbîlerin yerine geçen Memlükler de aynı düşünceyi devam
ettirdikleri gibi bunu daha da geliştirdiler. Sultan Baybars 1256 yılında
Kahire’de tek bir mezhebe mensup baş kadı uygulaması yerine her mezhebi
temsilen dört baş kadı atadı. Bu aynı zamanda mahkemelerin de mezheplere göre
tasnifi uygulamasını doğuracak, bu durum öfke ve taassubu ortadan
kaldıracaktır. Bir yıl sonra aynı uygulama Şam’da ardından Haleb ve Kudüs’te de
hayata geçecektir.
Artık dört kadı ve dört mezhebin birlikte eğitim gördüğü ortak
medreseler uygulaması kesinleşecek, Sünnî mezhepler arasındaki mücadele sona
erecektir.
Bu sürtüşme her ne kadar fıkhi mezhepler arasında ortadan kalkmış
olsa da akide alanında Mâtürîdî ve Eş‘arî arasındaki sorunların çözülmesi
yolunda adımların atılması fikrini doğurdu. Bunun üzerine Tâceddîn es-Subkî Eş‘arî
ve Mâtürîdîler arasındaki ihtilaflı konuları tespit edip bunların aslında 7
unsur olduğunu diğerlerin lafzi olduğunu ortaya koydu. Bu çalışma akide
alanında da bir birliğin oluşmasına zemin hazırladı. Taftazani’nin Mâtürîdî
akidesi olan Nesefi üzerinde bir Eş‘arî olarak şerh yazması bu sorunu tamamen
çözdüğü gibi, bu şerh hem Eş‘arîlerin hem de Mâtürîdîlerin medreselerinde temel
akaid kitabı olarak yüzyıllarca okunmasına yol açtı. Bu sayede mezhepler
arasındaki sorun çözülmüş oldu. Osmanlılar da aynı geleneği sürürdüler.
Yani, Sünnî mezheplerin birbirleriyle tanışmaları ve birbirlerini
kabul etmeleri öyle kolay olmamıştır.
0 yorum:
Yorum Gönder