PARİS’TE İKİ MADAM: Madame Aubé ve Madam Meryem
Prof. Dr. İhsan Süreyya SIRMA
Türkiye’de evlenip
Paris’e dönünce, Montparnasse civarında bir otele yerleşmiştik. Her
nasılsa bu otelde aileler kalıyordu. Yani sıradan oteller gibi değildi. Bir iki
Türk aile yanında, İranlı, Afrikalı aileler de evleri gibi kullandıkları bu
otelde kalıyorlardı. Seneler sonra İran’da Reisicumhur olan Benisadr’ın
en yakın arkadaşı Tekmil Humâyun da bu otelde kalıyordu. Tekmil
Humâyun’la samimiyetimiz artınca, o bana İran’ı, ben ona Türkiye’yi
anlatıyordum. Henüz ikimiz de Fransızcayı yeteri derecede öğrenmediğimizden, benim
az Farsçam ve onun az Türkçesi ile anlaşıyorduk.
Bir gün bu şekilde sohbet ederken, Tekmil Humâyun, bir ara İbranice öğrenmek için İsrail’de de kaldığını; orada Hüseyin Atay ve Yaşar Kutluay adında iki Türk Hoca ile tanıştığını söylemesin mi!
Tekmil Humayun’a, bunlardan Yaşar Kutluay’ın Ankara İlâhiyât
Fakültesinde bana derse geldiğini söyleyince, bu enteresan tevafuka bayağı
şaşırmıştı.
İki ay kadar bu otelde kaldıktan sonra, Paris’in güney
banliyösünde, yani Arcueile Cachan semtinde bir yer bulduk ve oraya
yerleştik.
Bulduğumuz evin giriş katında sahipleri Madame Aubé ve
kocası oturuyorlardı. İkisi de İkinci Dünya Savaşından kalma seksen
yaşlarında olan ihtiyar kimselerdiler. Madam Aubé’nin, adını unuttuğum kocası
kötürüm olduğu için bastonla geziyor, kendisi ise o yaşlarda bile oldukça
hareketli bir kadındı. Yaşlı adam pek konuşmuyor, Madam Aubé ise neredeyse
susmuyor gibi yaman bir kadındı.
Bu tek katlı evin arkasında küçücük bir bahçe vardı. Madam Aubé
oraya çiçekler diker, gününü, kediden biraz büyük olan simsiyah köpeğiyle
burada geçirirdi.
Evin girişinde bulunan tek odada Madam Aubé ile kocası
kalır; yemeklerini de aynı zamanda mutfakları olan bu giriş katında yerlerdi.
Bizim kaldığımız yer ise, bu giriş katının içinden tahta bir
merdivenle çıkılan birinci katta bulunan bir yatak odası ve bitişiğindeki küçük
mutfak/kitchenette[1]
idi.
J’auime mon mari
aussi!
Bir akşam üstü, yorgun
yorgun kütüphaneden eve dönmüştüm. Kapıyı açıp içeri girince, merdivenin
başında Madame Aubé ile karşılaştım. Yanında kedi gibi küçük olan köpeği vardı.
Bon soire[2] Madame! Deyip içeri girdim.
Benim, köpeğine dikkatli dikkatli baktığımı gören Madame
Aubé, hayretimi anlamıştı ki, avucuyla köpeğinin başını okşayarak şöyle
demişti:
- Biliyor musun Monsieur; ben köpeğimi çok seviyorum. Tabi ki kocamı
da seviyorum!
Müşterek tuvalet
Evin tuvaletini Aubé ailesiyle müşterek kullanıyorduk. Tuvalet,
birinci kata, yani bizim bulunduğumuz kata çıkan merdivenlerin hemen
başlangıcındaydı.
Bir gün tuvaletten
çıkmış, bizim kata çıkarken, Madame Aubé önümü kesip,
- Bir dakika Monsieur! Sana çok merak ettiğim bir şeyi sormak
istiyorum! dedi. Ben de,
- Buyurun Madam, sizi dinliyorum, dedim.
Madame Aubé bana bakıp, şöyle dedi:
- Monsieur! Siz tuvalete
girince yanınızda bir şişe su götürüyorsunuz. Merak ediyorum; bu suyu ne yapıyorsunuz?
Ben de,
- Madame,
biz Müslümanlar tuvaletimizi yaptıktan sonra yıkanırız. Ben de tuvalete girince
bir şişe suyu bunun için yanımda götürüyorum! dedim.
Madame Aubé şu cevabı verdi:
- Ama sen oradan ayrıldıktan
sonra tuvalete girip kontrol ediyorum; yerler ıslak değil! Bu nasıl olur?
Madam Aubé’ye şu cevabı verdim:
- Madam! Ben tuvalette işimi
bitirdikten sonra oraları temizleyip öyle bırakıyorum; size ıslanmış tuvalet
bırakır mıyım?
Madam Aubé bana uzun uzun baktı; sonra ellerini yılan kavisleri
gibi hareket ettirip, şöyle dedi:
- Monsieur! Biz Cennete böyle böyle gideceksek, siz dimdik
gideceksiniz!
Ben de Madam Aubé’ye şu cevabı verdim:
- Madam!
Madem öyle diyorsunuz, buyurun Müslüman olun ve o dediğin şekilde beraberce
Cennete girelim!
Madam Aubé şu cevabı verdi:
- Yok!
Yok! Ben bu yaşta senin dinini öğrenemem; sonra dinsiz kalırım! Kendi dinimi de
unutup “Cehennemlik” olmak istemiyorum!
Tuhaf bir banyo uygulaması
Madam Aubé’nin evine taşınmamızın ikinci veya üçüncü günüydü.
Taşınma dediysek, öyle ahım-şahım bir taşınma değil, sadece üç valiz eşyamız
vardı. Fransa’da genellikle evler dayalı-döşeli olarak kiraya verildiğinden,
kiracıların fazla eşyası olmaz.
Her neyse taşınmamızın ikinci, ya da üçüncü günüydü. O zamana kadar Madam Aubé’ye nerede olduğunu sormadığım banyoyu sordum. Tuhaf tuhaf yüzüme bakan Madam Aubé, “banyoya ne yapacaksın?” diye sormasın mı? Önce, “acaba yanlış mı anlaşıldım” diye Madam Aubé’ye bakınca, o tekrar etti: “Monsieur/mösyö banyoya ne yapacaksınız?” diye tekrar sordu. Ben de “Madam, biz Müslümanlar, haftada birkaç defa; Cuma günü ise her zaman banyo yaparız! dedim.
Madam Aubé duydukları karşısında dona kalmıştı. Bana tuhaf tuhaf baktıktan sonra şöyle dedi:
- Mösyö!
Bizim bodrumda, hiç kullanmadığımız bir banyo var. İsterseniz onu
kullanabilirsiniz. Ama evi kiralarken, banyodan söz etmediğininiz için, ondan
ayrıca para alacağım! Dedi.
Madam Aubé’nin bu tuhaf sözlerine ne cevap vereceğimi düşünürken, “her
banyo yapışınızda bir Frank[3]
alırım!” demesin mi? Ben, “madam! Nasıl olur? Dünyanın her yerinde evin
banyosu, kiranın içindedir! Bu kuralı siz çıkarıyorsunuz! Böyle şey olamaz!”
diye itiraz ettimse de Madam Aubé, dediğinden vazgeçmediği gibi, “isterseniz
yarın evimi boşaltın!” demesin mi!
Bu evi de zar-zor bulduğumuzdan, mecburen ve kerhen Madam Aubé’nin
dediğini kabul ettim!
Ben bu arabaya binmem!
Aubé ailesiyle bu şekilde bir ders yılı geçirdik.
Haziran ayı gelince, Türkiye’ye
tatile gitme plânlarını yapmaya başladık.
Benden başka,
arkadaşlarımın çoğunun arabası vardı. Ben de, “uçakla mı, trenle mi Türkiye’ye
gidelim?” diye kendi kendime plânlar yapıyordum.
Bir gün Üniversite
yurtlarının bulunduğu yerdeki lokantada “öğrenci yemeği” yedikten sonra,
ilân tahtasında bir satılık araba ilânı gördüm.
1959 model bir Wokswogen’di. “350 Frank”[4] olan fiyatı
bana cazip geldiği için, almaya karar verdim ve verilen telefonla araba
sahibini aradım.
Araba sahibi, nerede
olduğumu ve kendimi tarif etmemi söyledikten sonra, kendisini tarif etti: Uzun
boylu, sarı kıvırcık saçlı 30 yaşında biriyim! Dedi. Ben de kendimi tarif
ettim:
- Kısa boylu, sarı/kumral saçlı 26 yaşında birisiyim!
Yarım saat içerisinde, yapılan tarife uygun bir adam çıkageldi. Geldi amma, arabasını görünce, “Ben bu adama arabasını almayacağımı nasıl söyleyeyim? diye düşünmeye başladım. Çünkü araba, “araba mezarlığı”ndan getirilmiş gibiydi. Kısaca her bir çamurluğu ayrı bir renkte, çoğu yeri çarpılmış, köhne mi köhne bir “wos-wos”!
Adamı çağırdığım için mecburen tanıştık. Ben arabayı almayacağımı nasıl söyleyeyim diye düşünürken, adam, “Hadi! Hadi! Fazla vaktim yok” demez mi! Ben de kerhen, “Peki, arabanız kaç Frank? diye sormak mecburiyetinde kaldım. Bu sefer adam kızarak, “ilanda fiyatını görmedin mi, 350 Frank yazıyor ya!” diye cevap verdi. Ben de almamak için işi yokuşa sürerek, “300 Frank olur mu?” diye soracak oldum.
Adam öyle bir kızdı ki, beni dövecek sandım. Strasbourg’taki yurt
arkadaşımdan biraz “karate” öğrenmiş olmama rağmen, bu 1.80’lik adamla
baş edemeyeceğimi anlayarak biraz da mesafeli durdum.
Adam konuşmaya devam etti:
-
Senin
araba almaya niyetin yoktu; bana oyun yapıp buraya kadar yordun!
Ben de dayak yememek için, -çünkü onunla bahşedemezdim-, korka
korka,
-
Hayır
hayır, almaya niyetliyim. 300 Franga ver, alayım, dedim.
Adam, “hadi ver 300
Frangı” demesin mi!
Ben de 300 Frangımı verdim; o da gerekli kâğıdı imzaladıktan sonra,
-
Haydi
beni evime götür, sonra da arabanla dön! demesin mi!
Söyleyecek bir şeyim olmadığı için, kurtuluş cümlesi olarak, “senin
evini tanımıyorum ki!” dedim.
Bunun üzerine, uzun boyundan dolayı arabaya zor sığan adam, sinirli
sinirli direksiyona geçip, beni de sağ koltuğa oturttu. Paris sokaklarında “ralli”
yapar gibi bir oraya, bir buraya derken, evinin önünde durdu. İkimiz de indik.
Bana anahtarı vererek, “arabanı evimizin önünden kaldır!” deyip, “ Au
revoire” bile demeden evinin kapısından içeri girip kayboldu.
Ben kalakalmıştım!
O anda Allah’ın bir lütfu oldu. Bulunduğumuz yer, Paris Camisinin
hemen arka sokağıydı. Acemi acemi arabaya bindim ve öyle böyle arabayı Caminin
arkasındaki sokağa kadar götürüp, oracıkta bıraktım.
Ben bu arabaya binmem!
Ders yılı sonu gelmiş; tatil için Türkiye’ye gitmenin plânlarını
yapıyoruz. Bir taraftan da aldığım “köhne!” Volkswagen’le
Paris’ten Türkiye’ye gidilip gidilemeyeceğinin sınamalarını yapıyor, bir yandan
da kısa mesafelere kadar gidip, arabaya alışmaya çalışıyordum. Çünkü arabam
M.Ö.ye ait, ben de acemi bir şofördüm!.. Onun için daha ziyade Paris’in en
meşhur caddelerinden birisi olan Saint Michelle üzerindeki “Müslüman
talebe Lokantası”na gidip-geliyordum. Çünkü oranın yemeği, evde yapacağımız
yemekten çok daha zengin ve ucuzdu. Ama ondan da önemlisi benim lüks
arabam arıza yaparsa, o lokantaya gelip-giden arkadaşlarım vardı; onlar bana
yardım ederler düşüncesi bende hâkimdi.
Bir sabah, yine evin önüne inmiş, Paris’ten Siirt’e gidecek olan
araba(!)ma alışmaya çalışıyordum ki, ev sahibi Madam Aubé yanı başımda
durup, “Mösyö ne yapıyorsun?” diye sordu. Ben de “Madam, bu arabayı
yeni aldım. Bununla Türkiye’ye gideceğim; siz nereye gidecekseniz, sizi
arabamla götüreyim” dedim.
Madam Aubé, muazzam(!) arabamı tuhaf tuhaf süzdükten sonra, -“Monsieur,
sen deli misin? Araba mezarlığından alınmışa benzeyen bu “taka” (bagnole)yla mı
Türkiye’ye gideceksin? Yemin ederim ki delisin. Ben senin gibi deli miyim ki bu
arabayla yola gideyim? Zaten Belediye 100 adım ileride! Akıllı ol sen de onunla
şehre falan gitme, yolda kalır perişan olursun!” dedi ve benim için bazı el
hareketleri de yapıp yoluna devam etti…
Ve ben bu arabayla Türkiye’ye/Siirt’e gideceğim!
Meryem Hanım
Bir Pazar günüydü. Kahvaltı yapmış, masamda kitap okuyordum. Madam Aubé’nin
evi küçüktü; fakat pek rastlanmayacak kadar da sessiz bir evdi.
Kahvaltıdan artan çayımı içerken, birden bir yaşlı kadın sesi
geldi:
- İhsan Efendiiiii!
Eşime seslenerek, “Hanım, galiba birisi beni çağırdı; yoksa
hayal mi görüyorum?” demeye kalmadı; tahta merdivenlerden birinin baston
tıklamalarını duydum. Birkaç dakika geçmeden, sayıları onu geçmeyen merdiven
basamaklarını çıkan bastonlu, yaşlılıktan dolayı kamburu çıkmış ihtiyar bir
kadın, titreye titreye yanımıza geldi.
Ben hemen tanımadığımız bu yaşlı kadını karşılayarak,
- Vous
etes bien venue![5]
dedim.
Sonra da titreye titreye yürüyen kadını, ben ve eşim kollarından
tutarak bir sandalyeye oturttuk.
Nefes nefese kalmış olan zavallı kadın, titrek bir sesle Türkçe
konuşmaya başladı:
- İhsan
efendi! Madame Aubé söyledi, benim evime Türkler geldi diye. Ben geldim sizi
göreyim. Benim adım Meryem. Ben Kayseriliyim. Senin adın İhsan; Madame Aubé
söyledi. Doğrudur?
-
Evet
doğru, benim adım İhsan; bu hanım da benim eşim Yıldız! Hoş geldiniz. Biz çay
içiyorduk; sana da verelim mi, yoksa kahve mi içersiniz? dedim.
Meryem Hanım kahveyi tercih etti.
Keçilerin pox[6]unun
kokusunu özledim
Meryem Hanım bir yandan kahvesini içerken, öbür yandan da sohbetimize devam ediyorduk. Bir ara ona şöyle sordum:
- Meryem Hanım, Kayserili olduğunu söyledin; Paris’e geldikten sonra hiç Kayseri’ye gittin mi? Kayseri’de en çok neyi özledin?
Meryem Hanım dalar gibi oldu. Yaşlı
olduğu için bir şeyler hatırlamaya çalışıyordu. Bu şekilde birkaç dakika
geçtikten sonra, iyice buruşmuş olan yanağından gözyaşları akmaya başladı. Hâlâ
konuşamıyordu. Küçük gözyaşları yaştan
dolayı iyice buruşmuş olan yanağına akıverdi. Cebinden mendilini çıkarmadan,
elinin tersiyle gözyaşlarından ıslanmış olan yanağını silmeye başladı. O
konuşamıyor; ben de bir şey sormuyordum. Bu şekilde birkaç dakika geçtikten
sonra, Meryem Hanım ağlamaklı sesiyle konuşmaya başladı:
- Sön köy bilirsin?
- Evet, bilirim Madam. Ben
köylü değilim amma bizim Siirt’teki kazamız olan Pervari de “büyük bir köy”
sayılır” dedim.
Meryem Hanım konuşmaya devam edip sordu:
- Sen keçi, koyın, inek
bilirsin?
- Bilirim, dedim.
O devam etti:
- Bu hayvanlar, yani keçiler, koyınlar sabahleyin köyümüzün yanındaki
dağın yamacından giderek, oralarda ot, çayir ne bulurlar, oni yer, akşam köye
dönerler. Bu hayvanlar dağdaki küçük yoldan giderken, tabi ki pisliklerini o
yola birakırlar. İşte ben o dağ yolundaki keçi pox[7]unun
kokisini özledim!...
Meryem Hanım bunları söylerken ağlamamaya çalışıyor; ama ben onun duygularını anlıyordum. Çünkü söyledikleri beni de ağlatmıştı…
Siz bizi kovdunuz!
Meryem Hanım, kendisine yaptığımız kahveyi içtikten sonra bana dönerek şöyle demesin mi?
- Siz bizi kovdunuz!
Ben donakalmıştım. Gerçi Meryem Hanım’ın ne demek istediğini
anlamıştım amma, onun gibi birisine nasıl cevap verileceğini düşündüm:
Meryem Hanım’ın bilgi seviyesi nedir, tarihten haberi var mıdır,
anlatacaklarımı ne kadar anlar; bilmediğim için birkaç dakikalık bir
sessizlikten sonra Meryem Hanım’a şöyle dedim:
- Meryem Hanım, biz hiç kimseyi Türkiye’den kovmadık. Biz Müslümanlar arasından bazı “cahil paşa ve mollalar”, Müslümanların Halifesi olan Sultan Abdulhamid’i görevden aldılar. Bu cahil paşa ve mollalar, kendi âmirleri olan Halife Abdulhamid’den değil, Osmanlı Devleti’nin düşmanı olan Avrupa ülkelerinden yanaydılar, onların emirleri doğrultusunda hareket ediyorlardı. Öylesine ki bu cahil paşa ve mollalar, Sultan Abdulhamid’e, Ermeniler vasıtasıyla yaptırdıkları suikastta, Müslümanların Halifesini öldürmek istediler. Bunu da başaramayınca, Sultan’ı görevden aldılar ve Almanların keyfi için Türkiye’yi savaşa soktular. İşte “Ermeni tehciri” dediğimiz o olayı yapanlar da, önceleri sizden yana görünen “Jön Türk ve İttihad ve Terakki” denen hainlerdir. Bunlar Ermenilere, yani size o zulmü yaptılar; ama aynı zulmü daha korkunç olarak Müslümanlara yapıp onların Halifesi olan Sultan Abdulhamid’i Yunanistan’da Selanik’e sürdüler. Yani biz Müslümanlar Ermenilere bir şey yapmadık; asırlarca beraber yaşadık. Benim memleketim olan Pervari’de hâlâ Ermeni aileler vardır ve bize gelir, giderler[8] dedim.
Meryem Hanım bizi yemeğe davet ediyor!
Görüşmemizin üzerinden bir hafta geçmişti ki, Meryem Hanım tekrar
bize gelip, benle hanımımı yemeğe davet etti. Ben de kabul ettim ve bir hafta
sonraki Pazar günü Meryem Hanım evimize kadar gelip, bizi evine götürdü.
Meryem Hanım yaşlı
olduğu için, bir apartmanın giriş katında, iki oda, küçük bir salon ve mutfağı
olan bir evde oturuyordu. Oğlu yanında görünmesine rağmen, Meryem Hanımın
dediğine göre iki ayda bir uğruyormuş annesine…
“Hoş geldiniz” faslından sonra, Meryem Hanım bize kahve
yaptı. Titreye titreye tuttuğu kahve tepsisini düşürmemesi için elinden alıp
sehpaya koydum.
Hal-hatır sormalarından sonra sohbet
uzayınca, “acaba kahve içmeye mi, yemeğe mi davet edilmiştik?” diye kendi
kendime düşünüyordum ki, Meryem Hanım, “bakiniz, şimdi kayve içeceğiz; sonra
yemek yiyebiliriz” dedi.
Meryem Hanım sehpanın üzerindeki
tepside bulunan üç fincana kahveyi doldurduktan sonra, “İhsan Efendi sen
biliyorsun; once ben içeceğim! Senin karin de niçun önce ben içiyorum biliyor?”
dedi ve kahvesinden bir yudum aldı. Ben cevap vermeyince, Meryem Hanım, eşime
dönüp, bak kizım, ben kahveyi içiyor, yani zehir içinde koymadim! Anladin?”
Meryem Hanım bu “zehir faslı”ndan sonra mutfağa gitti. Eşim
kendisine yardım etmek istediyse de o, “siz benim misafir, siz oturun. Ben
her şey yapabilirim!” dedi. Fakat onun bu ikazlarına rağmen hanımım onunla
mutfağa gidip, onun direktifleriyle yardım etmeye çalıştı. Ve nihayet sebze tabağının
yanında, patates kızartmasıyla birlikte, üç tabak da et yemeği getirdi. “Acaba
bu ne eti, Hıristiyan kurallarına göre kesilmiş mi; yoksa Fransızların laik
usulüne göre katledilerek mi?” diye düşünüp hanımla bakışırken, Meryem
Hanım konuşmaya başladı:
- İhsan Efendi. Ben biliyor; siz Fransızların öldürdü hayvanlari
yemiyorsunuz. Domiz de yemiyorsunuz. Tavuk-horoz da böyle... Ben biliyorum.
Bunun için “Musliman kasap” gittim; bu eti oradan aldım, siz için helal
olsun, rahat yiyersiniz! Rahat olun.
Ama once ben yiyeceğim biliyorsunuuuz!”
Meryem Hanımdan sonra, çok rahat olmamakla birlikte yemeğimizi
yedik ve kendisine teşekkür ederek ayrıldık.
Ayrılınca Meryem Hanım’a şöyle dedim:
- Meryem Hanım! Ne zaman canın sıkılırsa bize gel, çay içer hasret
gideririz. Çünkü biz de burada yabancı ve garibiz!
Bu buluşmadan sonra Meryem Hanım son bir defa daha geldi; sonra da
gelmez/gelemez oldu!
Gelemez oldu çünkü azılı bir “komünist militan” olan
oğlu, onu çok sert bir şekilde ikaz etmiş; “bir daha bu Türklerle
görüşmeyeceksin!” deyip onu ciddi şekilde tehdit etmişti…
Ve Meryem Hanım bir daha bize görünmedi/görünemedi…
[1] Kitchenette
kelimesi, Fransızca, İngilizce karışımı bir kelimedir. Fransızlar,
İngilizce “mutfak” manasına gelen “Kitchen” kelimesini alıp, buna
Fransızcada “küçültme(tasğir) edatı” olan “ette” takısını ekleyerek “küçük
mutfak” manasına gelen “Kitchenette” kelimesini uydurmuşlar!
[2]
“Bon soire, Fransızcada, “iyi akşamlar” demektir.
[3] O
zamanlar, yani 1967 yılında henüz Euro para birimi çıkmamıştı. Fransız parası
olarak “Frank” kullanılıyordu.
[4] Henüz Auro
para sistemine geçilmemişti.
[5]
Fransızca “hoş geldiniz”.
[6] “x”i
Arapçadaki “خ “
[7] “x”i
Arapçadaki “خ “
[8] Fakat
maalesef daha sonraki senelerde Müslümanlara yapılan zulüm onlara da yapıldı.
0 yorum:
Yorum Gönder