24 Eylül 2021 Cuma

Site Devletleri ve Medine- I


SİTE DEVLETLERİ VE MEDİNE- I

Prof. Dr. Cahit Külekçi

Tarih, deneysel birikimi olmayan, verileri laboratuvar ortamında tecrübe edilemeyen ilim dalıdır. Bir tarihçi vesikalar eşliğinde, mutlak olmayan görüşlerini bu şartlar altında ortaya koymak durumundadır. Bununla beraber bir konuda vesikanın olması o konuyu her zaman ilelebet tartışmaya kapatamaz. Vesikanın kim tarafından, hangi şartlar altında kaleme alındığı, hangi dönemlerden ve ne şekilde tarihçinin masasına geldiği, kısacası vesikanın bilimsel kudretini gösterir pek çok husus göz önünde bulundurulmalıdır.

/ Efendim, kaynaklarda böyle geçiyor! / Kaynaklarda neler geçmiyor ki efendim! /

Tarihçinin, tarihî meselelere objektif yaklaşması gerektiği de alanla ilgili-ilgisiz kişiler tarafından sürekli vurgulanmaktadır ancak bahse konu ulemanın, bazı tanımlamalar yapılsa da objektif olmaktan neyi kastettiği tam olarak ortaya konulabilmiş değildir.

Bir anlayışa göre objektiflik, kişisel değer yargılarından ve romantizmden uzak, tarafsız bir gözle hadisâtı tüm unsurlarıyla izah edebilmek ve belki sonraki nesle de nihaî neticeleri ulaştırma konusunda köprü olabilmektir. Bu anlayışın bir an için genel ve son derece doğru bir yaklaşım olduğu kabul edilse bile, ifade ettiğimiz yaklaşım dâhilinde eser veren tarihçilerin sayısının çok da fazla olmadığını düşünmekteyiz.

Tarihçi taraf tutmamalıdır elbette ama hangi tarihçi yetiştiği çevreden, dininden, mezhebinden, ideolojisinden vb. hususlardan tamamen sıyrılarak eser verebilmiştir?

/ Ya da vermeli midir? /

Haçlı seferlerinin ve bilhassa Kudüs’ün tarihine ilişkin önemli eserlerden olan Ernoul’un kroniğinde, sadece III. Haçlı Seferi bağlamında görgü tanıklarının ifadelerine başvurulmasıyla, eserin objektif bir bakış açısını yansıttığı ifade edilmektedir. Demek ki görgü tanığı varsa anlatılanlar kişisel kanaat içermez ve doğrudur! Peki, görgü tanıklarının kimliklerine müracaat edilmeden bu yargıya varmak mümkün müdür? Bakınız, mezkûr eserden farklı olarak Peter Tudebodus da ilk Haçlı Seferini yine bir görgü tanığının kaleminden aktardığını beyan ediyor. Bu kez tersten düşünelim, Haçlı seferleri sırasındaki olayları aktaran görgü şahidinin bir papaz olması, anlatılanları doğrudan şüpheli hale getirir mi? Mesela papaz efendinin, Haçlı Seferleri sırasında Avrupalı bir takım Katolik din adamları veya baronlar tarafından dışlanıp dışlanmadığı, Fransa/Clermont’a çağırılıp çağrılmadığı ayrıca sorgulanmış mıdır?

/ Kur’ân-ı Kerîm’in anlatılarının gerçekliği hakkında ihtiyat payı konamaz. Anlatılanlar mutlaktır. İman gerektirir. /

Malum olduğu üzere VI. yüzyılın ikinci yarısı, son dinin mensupları olan biz Müslümanlar için oldukça ehemmiyet arz eder. Allah Resûlü bu dönemde dünyaya teşrif etmiş, çocukluğunu ve yetişkinliğini geçirmiş, içinde yaşadığı toplumun bileşenlerini tanımış, meslek edinmiş, ilk evliliğini de yine aynı dönemde gerçekleştirmiştir. Bir sonraki yüzyılda ise Allah Resûlü’nün vahyi tebliğ süreci başlamış, Mekke’deki olumsuz şartlar nedeniyle Yesrib’e hicret gerçekleşmiş ve siyasî anlamda Müslümanlar, Allah Resûlü’nün rehberliğinde bölgedeki güçler tarafından tanınmıştır. Resûl’ün vefatından kısa bir süre sonra, sadece bir asır içinde Müslümanlar Buhara’dan Kayrevan’a, Yemen’den Anadolu’nun güneyine kadar oldukça geniş bir coğrafî alana hükmetmeye başlamıştır. Genişlemeyle birlikte İslâm coğrafyasının imar ve iskânına da özel bir önem verilmiş, söz konusu tüm gelişimlerin/dönüşümlerin temelini de doğal olarak İslamî motiflerle işlenen evrensel prensipler oluşturmuştur. Diğer bir ifadeyle İslâm medeniyeti, dinî unsurlardan bağımsız bir şekilde sistemleşmemiş, manevî hususlar yeniden şekillenme sürecine giren İslâm medeniyetinin adeta nefesi haline gelmiştir.

Allah Resûlü’nün son hutbesinde de belirtildiği üzere, din tamamlanmıştır. Bu konuda Allah Resûlü’nün eksik bıraktığı herhangi bir husus bulunmamaktadır.

/ Ümmete de bu durumun belirli formda sorulduğunu, verilen cevaba Rabb’in şâhit tutulduğunu da ayrıca belirtmek istiyoruz. /

Görünen o ki, birtakım kurumların ihdası ile ümmetin siyasî tercihlerine doğrudan müdahale edilmemiştir. Yönetim biçiminin ne olacağı, bu yönetimi kimin ya da kimlerin gerçekleştireceği açıkça belirtilmese de adalet, liyakat, şûra gibi temel prensipler gerek âyetlerle ve gerekse hadîslerle tanımlanmıştır.

Sözün burasında Allah Resûlü’nün de hicretten sonra Medine’de kurumsallaştırmaya gayret ettiği bir yapıdan bahsetmek gerekmektedir. Bu yapı, çeşitli isimler/nitelemeler altında incelenmektedir ki bunlardan en önemlisi hiç kuşkusuz Medine’nin site devleti olarak nitelendirilmesidir. Bu çerçevede Medine Vesikası da alt maddeleriyle toplam elli iki maddeden oluşan bir tür anayasa hükmünde olmaktadır. Bu bağlamda cevaplanması gereken birkaç soru bulunmaktadır.

- Site ya da şehir devletinin özellikleri nelerdir?

- Hicretten sonraki Medine şehri, site devletinin özelliklerini veya bir anayasaya sahip olmanın yeterliliğini taşıyor muydu?

- Bu bağlamda hangi site devletleriyle Medine şehri kıyaslanabilir?

- Bir İslam tarihçisinin, o dönemdeki şehir yapılanmasını ‘Medine Site Devleti’ şeklinde nitelendirmesiyle bir devlet teşekkül etmiş oluyor muydu?

- Devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargılama erklerinin nasıl kullanılacağını gösteren, yurttaşların hak ve ödevlerini, özgürlüklerini saptayan ve düzenleyen kurallar bütünü olarak tanımlanan anayasa ile Medine Vesikası nasıl eşleştirilebilir?

Bir sonraki yazımızda, bu yazımızın başında ifade ettiğimiz usûl bağlamında hemen yukarıdaki sorulara temas edeceğiz. Nasipse.




 

0 yorum:

Yorum Gönder

Yazarlar