SİTE DEVLETLERİ VE MEDİNE- I
Prof. Dr. Cahit Külekçi
Tarih, deneysel birikimi olmayan, verileri laboratuvar ortamında tecrübe edilemeyen ilim dalıdır. Bir tarihçi vesikalar eşliğinde, mutlak olmayan görüşlerini bu şartlar altında ortaya koymak durumundadır. Bununla beraber bir konuda vesikanın olması o konuyu her zaman ilelebet tartışmaya kapatamaz. Vesikanın kim tarafından, hangi şartlar altında kaleme alındığı, hangi dönemlerden ve ne şekilde tarihçinin masasına geldiği, kısacası vesikanın bilimsel kudretini gösterir pek çok husus göz önünde bulundurulmalıdır.
/ Efendim, kaynaklarda böyle geçiyor! / Kaynaklarda neler geçmiyor
ki efendim! /
Tarihçinin, tarihî meselelere objektif yaklaşması gerektiği de alanla
ilgili-ilgisiz kişiler tarafından sürekli vurgulanmaktadır ancak bahse konu
ulemanın, bazı tanımlamalar yapılsa da objektif olmaktan neyi kastettiği tam
olarak ortaya konulabilmiş değildir.
Bir anlayışa göre objektiflik, kişisel değer yargılarından ve
romantizmden uzak, tarafsız bir gözle hadisâtı tüm unsurlarıyla izah edebilmek
ve belki sonraki nesle de nihaî neticeleri ulaştırma konusunda köprü
olabilmektir. Bu anlayışın bir an için genel ve son derece doğru bir yaklaşım olduğu
kabul edilse bile, ifade ettiğimiz yaklaşım dâhilinde eser veren tarihçilerin
sayısının çok da fazla olmadığını düşünmekteyiz.
Tarihçi taraf tutmamalıdır elbette ama hangi tarihçi yetiştiği
çevreden, dininden, mezhebinden, ideolojisinden vb. hususlardan tamamen
sıyrılarak eser verebilmiştir?
/ Ya da vermeli midir? /
Haçlı seferlerinin ve bilhassa Kudüs’ün tarihine ilişkin önemli eserlerden
olan Ernoul’un kroniğinde, sadece III. Haçlı Seferi bağlamında görgü
tanıklarının ifadelerine başvurulmasıyla, eserin objektif bir bakış açısını
yansıttığı ifade edilmektedir. Demek ki görgü tanığı varsa anlatılanlar kişisel
kanaat içermez ve doğrudur! Peki, görgü tanıklarının kimliklerine müracaat
edilmeden bu yargıya varmak mümkün müdür? Bakınız, mezkûr eserden farklı olarak
Peter Tudebodus da ilk Haçlı Seferini yine bir görgü tanığının kaleminden
aktardığını beyan ediyor. Bu kez tersten düşünelim, Haçlı seferleri sırasındaki
olayları aktaran görgü şahidinin bir papaz olması, anlatılanları doğrudan
şüpheli hale getirir mi? Mesela papaz efendinin, Haçlı Seferleri sırasında
Avrupalı bir takım Katolik din adamları veya baronlar tarafından dışlanıp dışlanmadığı,
Fransa/Clermont’a çağırılıp çağrılmadığı ayrıca sorgulanmış mıdır?
/ Kur’ân-ı Kerîm’in anlatılarının gerçekliği hakkında ihtiyat payı
konamaz. Anlatılanlar mutlaktır. İman gerektirir. /
Malum olduğu üzere VI. yüzyılın ikinci yarısı, son dinin mensupları
olan biz Müslümanlar için oldukça ehemmiyet arz eder. Allah Resûlü bu dönemde
dünyaya teşrif etmiş, çocukluğunu ve yetişkinliğini geçirmiş, içinde yaşadığı
toplumun bileşenlerini tanımış, meslek edinmiş, ilk evliliğini de yine aynı
dönemde gerçekleştirmiştir. Bir sonraki yüzyılda ise Allah Resûlü’nün vahyi
tebliğ süreci başlamış, Mekke’deki olumsuz şartlar nedeniyle Yesrib’e hicret
gerçekleşmiş ve siyasî anlamda Müslümanlar, Allah Resûlü’nün rehberliğinde
bölgedeki güçler tarafından tanınmıştır. Resûl’ün vefatından kısa bir süre
sonra, sadece bir asır içinde Müslümanlar Buhara’dan Kayrevan’a, Yemen’den
Anadolu’nun güneyine kadar oldukça geniş bir coğrafî alana hükmetmeye
başlamıştır. Genişlemeyle birlikte İslâm coğrafyasının imar ve iskânına da özel
bir önem verilmiş, söz konusu tüm gelişimlerin/dönüşümlerin temelini de doğal
olarak İslamî motiflerle işlenen evrensel prensipler oluşturmuştur. Diğer bir
ifadeyle İslâm medeniyeti, dinî unsurlardan bağımsız bir şekilde sistemleşmemiş,
manevî hususlar yeniden şekillenme sürecine giren İslâm medeniyetinin adeta nefesi
haline gelmiştir.
Allah Resûlü’nün son hutbesinde de belirtildiği üzere, din
tamamlanmıştır. Bu konuda Allah Resûlü’nün eksik bıraktığı herhangi bir husus bulunmamaktadır.
/ Ümmete de bu durumun belirli formda sorulduğunu, verilen cevaba
Rabb’in şâhit tutulduğunu da ayrıca belirtmek istiyoruz. /
Görünen o ki, birtakım kurumların ihdası ile ümmetin siyasî
tercihlerine doğrudan müdahale edilmemiştir. Yönetim biçiminin ne olacağı, bu
yönetimi kimin ya da kimlerin gerçekleştireceği açıkça belirtilmese de adalet,
liyakat, şûra gibi temel prensipler gerek âyetlerle ve gerekse hadîslerle
tanımlanmıştır.
Sözün burasında Allah Resûlü’nün de hicretten sonra Medine’de
kurumsallaştırmaya gayret ettiği bir yapıdan bahsetmek gerekmektedir. Bu yapı,
çeşitli isimler/nitelemeler altında incelenmektedir ki bunlardan en önemlisi
hiç kuşkusuz Medine’nin site devleti olarak nitelendirilmesidir. Bu çerçevede
Medine Vesikası da alt maddeleriyle toplam elli iki maddeden oluşan bir tür
anayasa hükmünde olmaktadır. Bu bağlamda cevaplanması gereken birkaç soru
bulunmaktadır.
- Site ya da şehir devletinin özellikleri nelerdir?
- Hicretten sonraki Medine şehri, site devletinin özelliklerini veya
bir anayasaya sahip olmanın yeterliliğini taşıyor muydu?
- Bu bağlamda hangi site devletleriyle Medine şehri kıyaslanabilir?
- Bir İslam tarihçisinin, o dönemdeki şehir yapılanmasını ‘Medine
Site Devleti’ şeklinde nitelendirmesiyle bir devlet teşekkül etmiş oluyor
muydu?
- Devletin yönetim biçimini belirten, yasama, yürütme, yargılama
erklerinin nasıl kullanılacağını gösteren, yurttaşların hak ve ödevlerini,
özgürlüklerini saptayan ve düzenleyen kurallar bütünü olarak tanımlanan anayasa
ile Medine Vesikası nasıl eşleştirilebilir?
Bir sonraki yazımızda, bu yazımızın başında ifade ettiğimiz usûl
bağlamında hemen yukarıdaki sorulara temas edeceğiz. Nasipse.
0 yorum:
Yorum Gönder