“NE OLUYOR YA
NE OLUYOR?”
Cağfer KARADAŞ
Kulaklarımda çınlıyor, küçücük yavrucağın küçücük sesiyle çığlığı: “Ne oluyor ya ne oluyor?” Soruyor, anlamaya çalışıyor. Bilmem kaç saat sonra deprem enkazından çıkarılmış, anlam veremiyor, bildiği birkaç kelimeyle, o küçücük sesiyle haykırıyor.
Haydi, cevap verin ey büyükler! Bu soru tam da insanı can evinden
vuran, aklı durduran, beyni zonklatan, zihni zorlayan türden.
“Ne oluyor ya ne oluyor?” Olan oluyor, hatta oldu da. Ne güller soldu
ne çiçekler dondu ne yiğitler ne nazeninler hayattan oldu, baharını görmeden,
yaza merhaba demeden, güz gülleri gibi gencecik fidanların, ulu çınarların,
umut dolu annelerin, dağ misali babaların üstüne hem karası hem beyazı çöktü
dünyanın.
Bir taraftan simsiyah beton molozlar, bir taraftan dondurucu
bembeyaz karlar. Hangisine dönsen soğuk, betonun sertliği de karın yumuşaklığı
da. İkisi birbirine zıt ama etkileri bir ve benzer ne yumuşağında şefkat ne
sertinde merhamet…
“Ne oluyor ya ne oluyor?” İşte böyle oluyor! Dünya soğuk yüzünün bütün
çeşidini, üşümenin her türlü halini gösteriyor bize: yumuşak, sert, siyah,
beyaz…
Merhaba diyor sana yavrucak, hayatın başlangıcında. Soğuk bir
karşılama. Serti de soğuk, yumuşağı da soğuk; siyahı da soğuk, beyazı da soğuk.
Belki de bir şey öğretiyor. Ne karın yumuşak beyazına ne betonun
sert siyahına aldanma! Ama bunlardan kurtulacağını da sanma!
Hem bunlar olacak hem sen
yaşayacaksın. Ne olduğunu nasıl olduğunu, işte böyle düşe kalka, altta kalarak,
üste çıkarak, kaçarak ve kovalayarak öğreneceksin! Ama önemli olan aldanmadan,
aldatmadan, alta düşmeden, alta düşürmeden, arkada kalmadan, arkadan vurmadan yaşamak.
Ne kar gibi yumuşak ne beton gibi sert olacaksın ne de bunlara güveneceksin.
Çünkü kar erir, beton kırılır. Boşa dememiş atalar: “Ağaca dayanma çürür, duvara
dayanma yıkılır, insana dayanma ölür, dayan kul Allah’a dayan!”
Akif sanki bugüne sesleniyor: “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete
ram ol, / Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” Yani diyor ki: Allah’a
dayan, ama sürekli çalış, çalışman da bilim ve hikmete uygun olsun.
Peki, bütün bunları nasıl anlatabilirim o küçücük yavrucağa,
hayatın başlangıcında, baharın henüz ucunda?
Bastığımız sert zemin olan
yerin sallandığını, koca koca binaların yıkıldığını, insanların altında
kaldığını, üstlerine bir beyaz kefen gibi karların örtüldüğünü…
Ona sorsan, “Bastığımız yer nasıl sallanır? Kocaman bina nasıl
yıkılır? İnsan kaçar kurtulur. Kardan kartopu yapılır” der ve geçer.
Al da bu zıtları birleştir. İster alt alta diz ister yan yana
yerleştir, istersen ulu orta serpiştir…
Ben de çıkamadım yavrucuk bu işin
içinden.
Ama bir şeyi çok iyi öğrendim hem eskilerden hem yenilerden hem
gördüklerimden hem öğrendiklerimden: insan ya kaçar ya kovalar ya dayanır ya savrulur
ya korkar ya umutlanır, ya uzaklaşır ya ulaşmaya çalışır, ya yardımlaşır ya
çatışır…
Anlayacağın bütün hayat serüveni bu
ve benzeri zıtlıklar içinde akar gider.
Ama bil ki bu dünyada kaçtığın da kovaladığında bir noktada son
bulur. Ya onun nefesi ya seninki tükenir.
En acayibini söyleyeyim mi? Deprem olur, en sevdiğimizin toprak
altında kaldığına üzülürüz, sonra buluruz, götürür kendi ellerimizle toprak
altına koyarız, buna hiç şaşırmayız, hatta üstüne bir taş diker üstüne de
ismini yazarız.
Demek ki zıtlıklar birbirini
tamamlamayan unsurlar.
Zaten insanın kendisi zıtlıklar harmonisi değil mi? Hem kaçandır
hem kovalayan hem sevendir hem nefret eden… Nefret ettiğinden kaçar, sevdiğinin
peşine düşer; eşini, akrabasını, arkadaşını savunur; hasmıyla, düşmanıyla, rakibiyle
mücadele eder. Bulur, sevinir; bulamaz, üzülür; bazen de tersi olur: bulur
üzülür, bulamaz umutlanır…
Evet, depremler kar gibi, yağmur gibi, bir doğa olayıdır. Eskiler
buna adetullah demişler. Yüzyıllardır oluyordu, hala oluyor, olmaya da
devam edecek. Bunu önlemek zor, ama önlem almak mümkün. Bundandır uzmanlar
“deprem öldürmez, binalar öldürür” derler. Öyleyse depreme değil binaya
odaklanmalı. Kışın üşümemek için sıcak mekân ve kalın giysi neyse, deprem için
sağlam bina odur.
İşte böyle, deprem bize ne yapmamız ve nereye odaklanmamız
gerektiğini öğretiyor. Öğrenelim artık, kurtulalım bu körlükten ve
bilmezlikten. Ama olmuyor. Kur’an’da geçtiği gibi “Şüphesiz insan çok zâlim ve
câhildir” (33/72). Bilmek istemez de en önce kendine zulmeder, ardından
hayıflanır ama iş işten geçer, nice canlar gider, bir şey gelmez elinden, her
şey biter, arkasından ancak gözyaşı döker.
Sadece maruz kalanlara değil bütün insanlığa bu felaket acı acı bir
gerçeği söylüyor: Çürük bina deprem olmadan da yıkılabilir, ama sağlam yaparsan
deprem bile yıkamaz.
Deprem bir şey daha öğretiyor: İman
binası da böyledir. Eğer sağlam değilse bırakın şiddetli bir sarsıntıyı,
küçücük bir fitne rüzgârıyla bile savrulur ve yok olur…
“Ne oluyor ya ne oluyor?”
Ne güzel soru sordun be çocuk! Keşke biz büyükler de senin
saflığında ve masumluğunda bu soruyu sorabilsek ve aynı saflıkta cevap
bulabilsek!
İmam Matüridî ne güzel demiş! Hepsini değil, özetini söyleyeyim:
“İnsan fıtratını yani yaratılış saflığını korursa, aklını ve duyularını doğru kullanırsa
hem kendini bilir hem de Rabbini”.
Orada olanları koru ey Rabbim!
Ölenlerimize rahmet, yaralılarımıza şifa, kalanlarımıza sabır ve
metanet ihsan eyle Allah’ım!
17 Receb 1444 /
8 Şubat 2023
0 yorum:
Yorum Gönder