Bizim Evden Hikâyeler
ZİHNİ SAPIK HABER
PEŞİNDE
Cağfer KARADAŞ
Bir baktı, koca bir kalabalık, hem de caminin avlusunda. Gözleri parladı “buradan çarpıcı bir haber çıkar” dedi. İçeri daldı suret-i haktan görünerek selam verdi. “İftarımıza buyurunuz” dediler. “Bedava sirke baldan tatlıdır” diye içinden geçirdi ama sofrada fena değildi. Yenildi, içildi, “çaylar teravih namazından sonra” diye anons edildi. Tamam, haberi bulmuştu. Hemen büroya koştu ertesi günün manşeti hazırdı: “Bir çayı bile çok gördüler”. O sırada geğirmesi ve esnemesi birbirine karışıyordu. “Hemen bir soda içmem lazım, ancak hazmedebilirim onca yediklerimi” dedi.
Ertesi gün cami cemaati şaşkına dönmüştü ama onun gülleri açmıştı.
Biraz siyah ve iç karartıcıydı ama güldü neticede.
Artık orada beni tanıdılar, başka mekâna gitmeliyim. Gerçi bu
dindarlar kin tutmasını da beceremezler, unutur giderler ama ben gene de
tedbirli olmalıyım. Baksana adamlar tedbir sayesinde neleri becerdiler, ülkeyi
bile ele geçireceklerdi, demek ki işe yarıyor.
Ertesi gün başka bir camiye takıldı. Başında beyaz takke, suratında
yapmacık bir gülümseme, elinde otuzüçlük bir tesbih… “Kostüm tamam, bundan
sonrası rol kesmeye kaldı. Onu da çok iyi beceririz evvel Allah” dedi. Birden
uyandı. “Allah mı?” dedim. Allah Allah, nasıl böyle bir şey söyledim?” dedi ve
devam etti.
Yavaşça topluluğun içine sızdı, selam verip bir gencin yanına
mütevazı bir edayla oturdu. Mecliste samimi bir sohbet vardı, dertleşiyorlardı.
O sırada birisi “Hocam! Belki milyonda bir olacak bir hadise ama bir
problemimiz var.” Hoca da “Hayırdır inşallah, söyle bakalım” Adam anlatmaya
başladı: “Mahallede karısına ve kızına kötü davranan bir adam vardı. İçer,
ayyaş olur gelir; ardından döver, söver, sonra sızardı. Bağırtılarını bazen biz
komşular da duyardık. Fakat bu mendebur işi azıtmış, kızına sarkıntılıkta
bulunmuş, Allah’tan başarılı olamamış. Kadın ve kız bizim eve sığınmışlar. Ne
yapacağımızı bilmiyoruz. Kadın kendi durumunu soruyor.” Hakikaten hiç olmaması
gerekin bir hadise. Tuzun koktuğu yer sanki. Bir baba kızına nasıl böyle bir
şey yaşatabilir? Canilik böyle bir şey olsa gerek. O kadın yani kızın annesi
adama haram olmuştur artık. Nikâhları düşmüştür. Eğer böyle bir sarkıntılık
yapmasaydı, anne haram olmazdı. Siz onu yetkili makamlara bildirin kadını ve
kızı koruma altına alsınlar. Adama da cezayı keserler inşallah. Öte dünyada da
Yüce Allah onun burnundan fitil fitil getirir. O kadınların da mağduriyetlerini
giderir.”
Bizimkinin gözleri parlamıştı. Zihninin formatına uygun kelimeleri
bulmuştu. “Baba, kız ve haram olmaz.” Manşet hazırdı. Caminin hocası dedi ki:
Kızı babasına haram olmaz”. O gün neşesine diyecek yoktu. Apartman girişinde
bir komşusuyla karşılaştı. “Hayrola ayakların yerden kesilmiş bugün” dedi
komşusu. Hemen cevabı yapıştırdı: “Ben ne zaman yere bastım ki. Ben göklerde,
uzayın derinliklerinde, galaksilerin orta yerinde dolaşan bir adamım. Baykuşlar
bile beni kıskanır.” Komşusu güldü ve sessizce ayrıldı.
Ertesi gün bomba gibi düştü haber gündeme. Manşeti okuyanlar “Vay
bu hocalar iyice azıttı. Böyle bir şey olabilir mi?” Bütün gazeteciler toplaştılar,
hocaya mikrofonu uzattılar, garibim Yusuf misali, ne desin, nasıl savunsun
kendini? Söyledi bir şeyler, yalan olduğunu beyan etti. Ertesi gün kalp krizi
geçirdi, ameliyata alındı. Ona göre bu bir numaraydı. Kontrollü kalp kriziydi.
Bu olay bile durdurmadı onu. Deprem oldu. Bu depremden şöyle
yakışıklı bir manşet çıkarırız dedi ve sahaya koştu. Enkaz altında kalanlar,
ölenler, yaralananlar, orta yerde yatanlar, ağlaşanlar, soğukta tir tir
titreyenler umurunda değildi. Çünkü bunlardan fiyakalı manşet çıkmazdı. Birden
yolu bomboş bir araziye düştü. Bina veya enkaz yoktu ama önemli değildi. Manşet
hazırdı: “Nerede bu Kızılay, nerede bu AFAD, nerede bu asker? Neden kışladan
çıkarılmaz? Bakın bomboş arazi, sahipsiz. Suriyeliler gelecek buraya
yerleşecek, yola düşmüşlerdir bile. Bu bölgede boşluk bırakmaya gelmez.” İnanır
mısınız? İnandı bir güruh, iman edercesine. Durmadı, ikinci gün “Ortalığı biraz
hareketlendirmem lazım” dedi: “Baraj patlamış, canını seven kaçsın” manşetini
attı. Kaçtı da insanlar. Çünkü can tatlıydı. Kim kalmak isterdi suyun altında.
Ne kurtarıcılar kaldı ortada ne yardım edenler.
Çarpıcı iki fiyakalı manşet çıkarmıştı, dönüş vakti gelmişti, döndü,
ama durmadı. İnsanlar hayatlarını kaybetmişler, yaralanmışlar, mağdur olmuşlar,
en acısı da bazı çocukların anne babası bile bulunamamıştı. Bir çözüm arıyordu millet
hep birlikte. Bizim zihni sapık merak etti, bu dindarlar ne çözüm üretecekler
diye” Hinoğlu hin. Biliyordu İslam’da evlatlığın olmadığını. Bir sürüngen
sessizliğinde camiye sızdı ve ayakkabılığın hemen önünde bir yere konuşlandı,
antenlerini odakladı, zihnini hevesine kodladı.
Hoca konuşmaya başladı: “Kardeşlerim! Bebekler ve çocuklar en korumasız
varlıklardır. Bunlar bize emanettirler. Yüce Allah, yetimlerin korunması
noktasında Kur’an’da birçok yerde hatırlatmada bulunur. Dinimizde evlatlık
yoktur. Bütün çocuklar biyolojik anne-babasına nispet edilir. Ancak deprem
mağduru bu çocuklara koruyucu ailelik yapabiliriz. Burada da ergenlik çağından
sonra mahremiyet kurallarına uymaya dikkat etmemiz gerekir. Mahremiyette ölçü
evlenebilirliktir. Yani evlenmeleri haram kılınmamış olanlar bu mahremiyet
ölçülerine uymalıdırlar. Ancak bakacakları çocuğu evin annesi emzirerek sütanne
olursa, baba sütbaba, kardeşler de sütkardeş olurlar. Mahremiyet sorunu da böylece
ortadan kalkmış olur.”
Bizimki aradığı yakışıklı manşeti bulmuştu. Anahtar kelime evlenebilirlik.
Ertesi gün manşet: “Hoca koruma altına aldığınız kızlarla evlenebilirsiniz”
dedi. Alıcı güruh coşmuştu. “Vay bu hocalar pornocu. İşleri güçleri cinsellik.”
Aldı yürüdü bir dedikodu. Dijital dünya kazan, bunlar kepçe, karıştır babam
karıştır. Olan oldu. Doğru, daha yerinden kalkmadan yalan okyanusu aşmıştı bile.
Hoca şaşkın, cemaat şaşkındı. Herkes hocaya sahip çıktı, teselli ettiler ama
olan olmuştu. Hoca Yusuf misali evine kapanmıştı.
Çok eğleniyordu. Eskiden cübbesinden tavşan çıkartanla al gülüm ver
gülüm yapıyorlardı ama bunlar daha heyecanlı ve keyif vericiydi. Hazzın Everest’ine
çıkmıştı adeta.
Bunun bu hallerini bir görseydi Sokrat, eline verilen zehri bir
yudumda içip hemen hayattan ayrılmak isterdi. Platon mağarasına kaçar, gölgelerin
arkasına saklanırdı; Aristo küçük dilini yutar, elindeki Organon’u yere atardı.
İskender bir an baka kalır, büyük istilasını durdururdu. Mete okunu
şaşkınlıktan yıldızlara fırlatır, Roma askerleri ellerindeki kalkanları
bakırdı. Sezar, “Senin yaptığın bir şey değilmiş” diye Brutus’u teselli ederdi.
Cengiz’e gaddarlığı çerez gelir, Müslüman ve Yahudilere yaptıkları işkencenin
hafif kalmasına hayıflanırdı Latinler.
Görseydi bir de Alparslan, hınçtan yumruklarını sıkar, kılıcını
Ağrı dağına saplardı. Osman Gazi mezarında ters döner, Fatih yerinden fırlar, “Bire
Zeus’un guguk kuşu” diye haykırır, Akşemseddin utancından ellerini yüzüne
kapatırdı. Analar dizlerini döverler, feryad ü figan ederler; babalar
kahırlarından dudaklarının kemirirler, beddua ederlerdi.
Bir de Hitler görseydi, gözleri parlar, “Yürü aslanım! Seni kim
tutar! Dezenformasyonun şahı benim ama azmanı sensin” derdi. Mussolini’nin
ağzından akan salyalar sele dönüşür, Akdeniz’i taşırırdı. Stalin donar kalır,
buzları balyozla kırılırdı.
Hakkını yemeyelim bazılarını da
acayip sevindirdi. Nitekim insanlığın köküne kibrit suyu dökenler “Bu, bizim
aradığımızın ötesinde bir cinsiyet” diye etekleri zil çalıyordur. Siyonistler
bayram ediyor, emperyalistler seyre çıkıyordur. İslamofobi endüstrisi tam kapasite
üretime ve tahrike zaten devam ediyor.
0 yorum:
Yorum Gönder