Dr. Celal EMANET
Allah’ın
yarattığı kâinatta çok küçük bir yere sahip olan dünya, hakikaten sıkıntılı
günlerden geçmektedir. Bunun da sebebi yeryüzünün halifesi olmaya namzet
insanoğlunun eliyle gerçekleşmektedir. İnsanlar birbirlerine neden eziyet
ediyorlar, birbirlerini acımasızca neden öldürüyorlar diyorsanız, o da, bu
bilginin cahili olmalarından dolayıdır. Malûmdur ki, Kur’ân-ı Kerîm, değil
insan öldürmeyi veya ona zulüm yapmayı, zulme en ufak bir meyil ve rıza
göstermeyi bile şiddetle yasaklamaktadır. Fakat günümüzde Müslümanlar açısından
bu emrin tam tersi bir tablo söz konusudur. Bu da Müslümanların geçmişlerinden
kopuk bir şekilde yaşamalarından kaynaklanmaktadır. Zira tarihte İslam’ın
sancağı Müslümanlar tarafından dünyanın dört bir yanında dalgalandırılmıştır.
Müslümanlar bu zafer ve fetihlere, yöneticilerine isyan ederek veya kendi
halkını öldürerek ulaşmamışlardır. Yaşadıkları topraklara huzur, barış ve
selamet getirerek muvaffak olmuşlardır. Bu makalede Müslümanların halife ve
yönetici seçimlerini, zalim hükümdarlar karşısındaki tutumlarını kısaca
özetleyerek, ’Günümüz insanı bu anlayışların neresindedir?’ bunu takdir etmeyi
de size bırakıyorum.
Tarihî
olarak bakıldığında Müslümanların başına farklı nitelikteki insanların geldiği
görülmektedir. Rasûlullah (sav)’in vefatının ardından Beni Saide sakifesinde
toplanan ensar ve muhacirler uzun ve tartışmalı görüşmelerden sonra Hz. Ebû
Bekir (ra)’ı halife seçmiş, sahabe gruplar halinde mescide gelerek ona biat
etmiş ve Müslümanlar kendisini Rasûlullah (sav)’in halifesi olarak
nitelemiştir. İki yıllık hilafetten sonra (632-634) Hz. Ebû Bekir rahatsızlanır
ve ashabın ileri gelenleriyle görüşerek yerine Hz. Ömer (ra)’ı tensip eder, ashab
da buna uyarak Hz. Ömer’e biat ederler. Hz. Ömer halifeliğinin ilk yılllarında
Rasûlullah’ın halifesinin halifesi, daha sonra da mü’minlerin emirî şeklinde
anılmaya başlanır. On yıl kadar (634-644) hilafet görevinde bulunan Hz. Ömer
(ra) hançerlendiğinde halife seçimini altı kişilik şûraya havale eder, onlar da
kendi aralarında görüşerek Hz. Osman (r.a.)’ı hilafete getirirler. Onun
hilafetinin ikinci yarısında başlayan ve şehit olmasına (656) kadar devam eden
iç karışıklıklar Hz. Ali (r.a.)’ın hilafete getirilmesiyle son bulmaz, Cemel ve
Sıffîn’de çok acı olaylar yaşanır. 661 yılında İbn Mülcem denilen bir Haricî tarafından
şehid edilen Hz. Ali (ra)’ın yerine oğlu Hz. Hasan altı ay kadar hilafet
makamında bulunur, daha sonra hakkından feragat ederek Şam valisi Hz. Muaviye
ile sulh akdeder ve Hz. Muaviye ümmetin idareciliğini üstlenir. Bu suretle de
Rasûlullah (sav)’in hadisin de işaret ettiği hilafet dönemi (632-661)
tamamlanmış ve saltanat dönemi başlamıştır. Aradan geçen on dört asır boyunca
Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Safeviler, Osmanlılar ve muhtelif bölgelerde
birçok hanedanlar kurulmuş, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
yaygınlaşan ulus-devlet anlayışıyla Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda çok
sayıda devletler kurulmuştur.
Özellikle Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci altı yıllık döneminde baş gösteren siyasi ihtilaflar başka faktörlerin de etkisiyle zamanla siyasi mezheplerin doğmasına yol açmıştır. Başlangıçta bazı somut motifler üzerinde duran siyasi mezhepler yönetimle ilgili anlayışlarını zamanla sistemleştirmiş, dahası itikadî ve amelî konularda da görüşler ileri sürmüşlerdir. Tarih boyunca hem sayı, hem de İslam kaynaklarıyla ilişkileri bakımından ana gövdeyi oluşturan Ehl-i Sünnet de bir taraftan siyasi yönelişlerle ilgili metot ve prensipler vazederken, bir taraftan da siyasi eksenli İslam mezheplerinin siyaset anlayışı ve genel din anlayışlarını değerlendirmeye tâbi tutmuştur.
Ehl-i Sünnet anlayışına göre hilafet yahut imamet, dinin itikadî değil, fıkhî yönüyle ilgilidir. Bu bakımdan devlet yönetimiyle ilgili hususlar akaid ve kelam kitaplarında değil, fıkıh kaynaklarında ele alınmaktadır. Ehl-i Sünnet’e göre ümmetin başına idareci belirlemek Allah’a değil, ümmete gereklidir. Ümmet, Kur’ân ve sünnetin genel prensipleri doğrultusunda yönetici tayin eder. Nitekim Rasûlullah (sav)’den sonra ümmet, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi (r.anhum) halife seçmiş, daha sonra ise meliklik dönemi başlamıştır. Ümmet tarafından seçilen ve masumiyet gibi hiçbir ilahî özelliği olmayan idareci başta adalet ve şûra olmak üzere İslam’ın genel prensipleri içerisinde görev yapar. Bu görevler Müslüman halkla ilgili dinî hükümlerin infazı, cezaların uygulanması, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, ordu teşkil edilmesi, zekât ve vergi toplanması gibi malî düzenlemelerin yapılması, zorbalık ve soygunculuğun engellenmesi, insanlar arasındaki ihtilafların çözülmesi vb. toplumsal hayatla ilgili görevlerdir. Ayrıca yöneticilerde (Şia’nın öngördüğü şartlardan olan) zamanının en faziletlisi olması ve ismet sıfatlarının bulunması söz konusu değildir.
Özellikle Hz. Osman’ın hilafetinin ikinci altı yıllık döneminde baş gösteren siyasi ihtilaflar başka faktörlerin de etkisiyle zamanla siyasi mezheplerin doğmasına yol açmıştır. Başlangıçta bazı somut motifler üzerinde duran siyasi mezhepler yönetimle ilgili anlayışlarını zamanla sistemleştirmiş, dahası itikadî ve amelî konularda da görüşler ileri sürmüşlerdir. Tarih boyunca hem sayı, hem de İslam kaynaklarıyla ilişkileri bakımından ana gövdeyi oluşturan Ehl-i Sünnet de bir taraftan siyasi yönelişlerle ilgili metot ve prensipler vazederken, bir taraftan da siyasi eksenli İslam mezheplerinin siyaset anlayışı ve genel din anlayışlarını değerlendirmeye tâbi tutmuştur.
Ehl-i Sünnet anlayışına göre hilafet yahut imamet, dinin itikadî değil, fıkhî yönüyle ilgilidir. Bu bakımdan devlet yönetimiyle ilgili hususlar akaid ve kelam kitaplarında değil, fıkıh kaynaklarında ele alınmaktadır. Ehl-i Sünnet’e göre ümmetin başına idareci belirlemek Allah’a değil, ümmete gereklidir. Ümmet, Kur’ân ve sünnetin genel prensipleri doğrultusunda yönetici tayin eder. Nitekim Rasûlullah (sav)’den sonra ümmet, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi (r.anhum) halife seçmiş, daha sonra ise meliklik dönemi başlamıştır. Ümmet tarafından seçilen ve masumiyet gibi hiçbir ilahî özelliği olmayan idareci başta adalet ve şûra olmak üzere İslam’ın genel prensipleri içerisinde görev yapar. Bu görevler Müslüman halkla ilgili dinî hükümlerin infazı, cezaların uygulanması, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, ordu teşkil edilmesi, zekât ve vergi toplanması gibi malî düzenlemelerin yapılması, zorbalık ve soygunculuğun engellenmesi, insanlar arasındaki ihtilafların çözülmesi vb. toplumsal hayatla ilgili görevlerdir. Ayrıca yöneticilerde (Şia’nın öngördüğü şartlardan olan) zamanının en faziletlisi olması ve ismet sıfatlarının bulunması söz konusu değildir.
Ehl-i
Sünnet âlimleri, devlet reislerinin adâletli, idarî, siyasî ve askerî işlerden
iyi anlayan iktidar sahibi, dirayetli kimselerden seçilmesi lüzumu üzerinde
ittifak etmişlerdir. Bu şekilde seçilerek başa geçen devlet reislerine itaat,
cumhur ulemaya göre vâcibtir. Ancak, yine Ehl-i Sünnet âlimleri, zorlama ve
baskı kullanarak zorla iktidara gelmiş olan devlet reislerine de, layık olup
olmama durumuna bakmaksınız itaatı gerekli görmüşlerdir. Çünkü devlet
otoritesine yapılan isyan, büyük bir fitne ve şerre yol açar. Malûmdur ki,
isyan ile ortaya çıkan parçalanma, kargaşa ve anarşinin kapısını kapamak
fevkalâde zordur. Hatta bazen bu kargaşa, milletlerin ve devletlerin hayatına
bile mâl olabilmektedir.
Rasûlullah
(sav), mü’minlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet
vermiş, umumî asayişin bozulmaması için devlet idarecilerinden gelebilecek
zulüm ve baskılara karşı ümmetine isyan etmeyip tahammül göstermelerini tavsiye
etmiştir. Hz. Huzeyfe (r.a.)’dan nakledildiğine göre: ’Benden sonra benim doğru
yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.
— Ben buna yetişirsem ne yapayım, Yâ
Rasûlallah? diye sordum.
— Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile yine dinle ve itaat et, diye buyurdular.’
— Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile yine dinle ve itaat et, diye buyurdular.’
Rasûlullah
(sav)’in ümmetine, yöneticilerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla
mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilakis isyan
yoluyla, devlet ve millet bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve
zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir. Bu bakımdan Efendimiz (s.a.v.)’in
zalim idarecilere itaat emrini, zulme razı olmak mânâsında düşünmek abestir. Bu
emir, zulmün def’ine çalışmaya mani de telâkki edilmemelidir. Zira, Allah’ın
izniyle itaat içinde de zulmü giderecek çeşitli imkân ve fırsatlar, uygun
şartlar, meşrû yollar bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, zulmü gidermeye
itaat içinde meşrû bir çare bulunamazsa, cüz’i ve şahsî hukukunu umumun
selâmetine, âmmenin menfaatine feda etmek idrak sahibi, muhakemeli bir
Müslümandan beklenen olgun bir davranıştır.
Üzerinde
yaşadığı vatanın bütünlüğünün muhafazası, namus ve iffetin korunması, mal ve
canın emniyeti devletin varlığı ve devamına bağlı olduğu için, Efendimiz (sav)’in,
idarecilere itaat üzerinde başka rivayetlerde de ısrarla durduğu görülmektedir.
O (sav), Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, bölücülük ve
ayrılıklardan şiddetle menetmiştir. İslam tarihinde gelmiş geçmiş bütün
müctehidler, müceddidler, fıkıh uleması ve diğer İslâm âlimleri, zalim
idarecilere itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mütalâa
etmişlerdir. Zira İslam uleması, Allah’ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye
itaat etmemişlerdir. Bununla beraber kat’iyyen isyana teşebbüs yahut teşvik de
etmemişlerdir. Bilakis mü’minleri isyandan men etmek hususunda gayret ve
himmetlerini esirgememişler ve bu vadide bütün Müslümanlara, halleriyle, örnek
olmuşlardır. Ne yazıkk ki, itaattaki hikmet ve maslahatı kavrayamadığından
dolayı isyan eden pek çok topluluk ve milletler, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ihsanlarından
biri olan devlet nimetini ellerinden kaçırmışlar, birlik ve bütünlüklerini
muhafaza edememişlerdir. Bunun tarihte pek çok misâlleri olduğu gibi içinde
yaşadığımız yüzyılda da örnekleri görülmektedir.
İslam’da Allah için cihat, isyan ve çapulculuk yaparak toplumda terör havası oluşturmak demek değildir. Ehl-i sünnet’e göre cihad, vatanını tehdit eden ve bununla yetinmeyip saldıran kâfirlere karşı, devlet olarak savaşmak demektir. Korsan gösteriler yapmak, cihat diye bağırmakla cihad olmaz, böyle hareketlerin sonucunda ancak fitne ve çapulculuk doğar. Bu da en başta İslâm’ın doğru anlaşılmasına engel olur.
İslam’da Allah için cihat, isyan ve çapulculuk yaparak toplumda terör havası oluşturmak demek değildir. Ehl-i sünnet’e göre cihad, vatanını tehdit eden ve bununla yetinmeyip saldıran kâfirlere karşı, devlet olarak savaşmak demektir. Korsan gösteriler yapmak, cihat diye bağırmakla cihad olmaz, böyle hareketlerin sonucunda ancak fitne ve çapulculuk doğar. Bu da en başta İslâm’ın doğru anlaşılmasına engel olur.
Zalim
yöneticilere karşı nasıl mücadele verileceğine dair İslam Tarihi’nde pek çok
misale rastlamak mümkündür. Onlardan birkaç tanesini sizlerle paylaşarak konuyu
bağlamak istiyorum. Abbasi halifelerinden Ebû Cafer Mansur’un adamları, İmam-ı
Âzam hazretlerine kâdı-l-kudat (günümüzde Yargıtay başkanlığı) makamını teklif
ettiler. O da: ’Ben kadılık yapamam’ buyurdu. ’Yalan söylüyorsun’ dediler.
’Eğer yalan söylüyorsam, yalancıdan kadı olmaz. Doğru söylüyorsam kadılık
yapamam diyorum’ buyurdu. Çok takva ehli olup, dünya makamına kıymet vermediği
için kabul etmedi. Zindana atıldı. Kamçı ile dövüldü. Her gün on kamçı
arttırıldı. Kamçı sayısı yüz olduğu gün şehit oldu. (Rahmetullahi aleyh)
Bağdat’ta
Mutezile fırkası mensupları, ’Kur’an mahlûktur’ tarzında yanlış inançlarına
Abbasi halifesi Memun’u da inandırdılar. Bunu kabul etmesi için, Ahmed b.
Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Memun vasıtasıyla bu hususta baskı ve işkence
yaptırıp 28 ay hapsettiler. Bütün işkencelere rağmen Ahmed b. Hanbel: ’Kur’ân-ı
KerÎm, mahlûk değildir’ dedi.
Hindistan’da bidat ehli bazı kişiler, İmam-ı Rabbani hazretleri için: ’O, kendini Ebû Bekir’den de üstün biliyor’ diye iftira ederek sultana şikâyet ettiler. Ekber Şahın oğlu Selim Cihangir Şah da, onu hapsettirdi. İki sene sonra pişman olup özür diledi. Görüldüğü gibi bunların zerre kadar isyanla alakası yoktur.
Hindistan’da bidat ehli bazı kişiler, İmam-ı Rabbani hazretleri için: ’O, kendini Ebû Bekir’den de üstün biliyor’ diye iftira ederek sultana şikâyet ettiler. Ekber Şahın oğlu Selim Cihangir Şah da, onu hapsettirdi. İki sene sonra pişman olup özür diledi. Görüldüğü gibi bunların zerre kadar isyanla alakası yoktur.
Şayet
Müslümanların başında zalim bir yönetici varsa Müslümanlar ihtilal yapmaz, ama
zulme, haksızlığa da teslim olmazlar. Meşru yollardan haklarını ararlar.
Kuvvete karşı gelmek, devlete karşı isyan etmek kendini ve yaşadığı toplumu
tehlikeye atmak olur. Müslümanların kendi din kardeşlerini öldürmelerini
Rasûlullah (sav) küfür olarak vasıflandırmaktadır. Kur’an’da ise: ’Kim bir
mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir’
buyurarak bu işe son noktayı koymuştur.
Fitne
ve fücurun, isyan ve kıtalin başgösterdiği zaman ne yapılmasını gerektiğini Efendimiz
(sav), bize on dört asır öncesinde tebliğ etmiştir. Şayet dinleyip itaat
edersek hem dünyada hem de ahirette selamete ereriz.
Ebû
Davud’un Sünen’in de nakledilen bir hadiste Rasûlullah (sav): ’Kıyamet
yaklaştıkça, fitneler çoğalır. Gece başlarken karanlığın artması gibi olur.
Sabah evinden mümin olarak çıkan çok kimse, akşam kâfir olarak döner. Akşam
müminken, gece imanları gider. Böyle zamanlarda, eve kapanmak fitneye
karışmaktan iyidir. Kenarda kalan, ileri atılandan iyidir. O gün oklarınızı kırın,
silahlarınızı bırakın! Herkesi tatlı dille, güler yüzle karşılayın!’
0 yorum:
Yorum Gönder